Londra’nın King’s Cross İstasyonu, bütün uzun yol istasyonları gibi, bana hep çekici gelir. İnsanları kente çeken neyse, onun somut örnekleridir King’s Cross, Sirkeci ya da Haydarpaşa. İngiltere’nin kuzey doğusundan gelen tren bağlantısının Londra’daki bitiş noktası King’s Cross ve çevresi, farklı dönemlerde farklı azınlıkların kente göçünün de merkezi olmuş.
King’s Cross İstasyonu çevresi birara uyuşturucu madde müptelaları ve fahişelerin odak noktası idi. Gece sokaklarında gezmenin sakıncalı olduğu, özellikle kadınların ve etnik azınlıkların güvenliklerinden endişe ettikleri, geceleri çeteler arası itiş kakışların yaşandığı, çevre sakinlerinin burada yaşamaktan gına getirdiği bir bölge. Birkaç sene önce, İngiltere’nin meşhur savcılarından birinin King’s Cross’u sağından solundan enine boyutta çevreleyen tren köprülerinin altında, cinsel tatmin arayanların arabalarıyla turladıkları bir kuytu sokakta yakalandığını ve alay konusu olduğunu hatırlıyorum.
King’s Cross şu anda, Londra ve hattâ Avrupa’nın en büyük yatırım ve imar alanlarından biri. Özel sektörün ve iki yerel belediyenin biraraya gelerek oluşturduğu konsorsiyum tarafından, kamu ve özel, toplam 50 milyon pound gibi bir para önümüzdeki 7 sene içinde çeşitli ekonomik, fiziksel ve sosyal proje için harcanacak.
King’s Cross, Manş Denizi tünelinden Avrupa’ya uzanan tren hattının Londra’daki duraklarından biri olmaya da aday. Dolayısıyla King’s Cross ve bitişiğindeki St. Pancras istasyonlarının arkasında imara açılacak bölgede, kendine uygun bir yer aradığının haberleri çıkmıştı. Sonra rafa kaldırıldı bu planlar. Ama bizler bir süre Londra’da bir akşam yemeği ve operadan sonra, gece son trenle yarı uykulu bir halde Paris’e dönecek olan şık ve hoş görüntülü kadın ve erkeklerin kaldırımlara serilmiş evsizlerin üstüne basmamak için hoplaya zıplaya, istasyona doğru yürüdükleri gibi bir dizi görüntü canlandırmıştık kafamızda.
Ama böyle bir tehlike olmayacak elbette. Yukarıda bahsedilen konsorsiyumun ilk projelerinden biri, King’s Cross ana meydanını göz hapsine alan bir kapalı devre televizyon yerleştirilmek oldu. King’s Cross’un görünür yerleri gitgide fahişe ve sarhoşlardan arınıyor. Bölge halkı haklı olarak şimdi bunların gitgide konut sitelerinin bulunduğu arka sokaklara çekildiğinden şikâyet ediyor. Bölgesel gazeteler, evlerin arka bahçelerinde bulunan kullanılmış prezervatifler ve enjektör resimlerini basıyor. Şimdi kiracı dernekleri, King’s Cross yatırım projesi çerçevesinde kendi sosyal konut alanlarına da kapalı devre televizyon sistemi, yüksek duvarlar ve otomatik kale kapıları istiyor.
Kendisini mekanik güvenlik önlemlerinin arkasına atıp, kendine ait, görmediği herkes ve her şeyi duvarın öte yanında bırakmayı benimseyen bu anlayışı suçlamak mümkün mü? Tabiî ki hayır. Sosyal kırılma karşısında kendisinin ve gelecek nesilleri hayat kalitesini arttıracak önlemleri alacak gücü olamayan, bölgeden taşınma olanağı sınırlı, işsizlik, fakirlik, eğitimsizlik ve ırkçılıkla ezilenlerin ilk tepkisi kendilerinden bir alttaki kesimle aralarına engeller koymak, sosyal ve ekonomik kaynaklı problemlere polisiye ve mekanik çareler aramak oluyor.
Bölgede etnik azınlıklar, özellikle Bangladeş asıllı İngilizler var. Etnik azınlıklara karşı ırkçılık var, ırk temelinde bölünmüşlük var. Bölgede fakirliğin en uç noktalarında yaşandığı sosyal konutlar var. Irk temelinde ayrımcılığa uğrayanlara yönelik projelere harcanan paralara karşı tepki gösterenler var. Kimileri ırkçılık var eziliyoruz, saldırıya uğruyoruz derken, kimileri yok böyle bir şey, yanyana yaşamaktan mutluyuz diyor.
King’s Cross önümüzdeki 10 sene içinde büyük değişimlere gebe ve bunun sıkıntılarını çekmekte. Yatırım planları ve fonu gösteriyor ki önümüzdeki 10 sene içinde King’s Cross ve çevresinin yüzü değişecek ve hiç olmazsa görüntü de olsa hoş ve modern bir kent dokusu hâkim olacak. Daha şimdiden bir sürü insan King’s Cross’a, şu anda ucuza yer kapatılacak, bugünün 1 sterlinine 10 sene sonra 1 milyon verecek bir yer olarak bakıyor.
Sosyal uçurumlar kentin fiziksel formasyonunda kendini buluyor, kentler ona göre şekil alıyor. Kentlerdeki toplumsal alana kimin ne şekilde egemen olduğu, sosyal ve politik egemenliğin kimde olduğuna göre biçim buluyor. King’s Cross gibi değişimlere gebe, büyük miktarlarda yatırımın odak noktası olan kent parçalarında bu kırıklar ve çatlaklar daha da ayan beyan ortaya çıkıyor.
King’s Cross’un cazibesi, kentlere ilişkin karmaşıklığın ve çelişkilerin en güzel örneklerinden biri olmasından ileri geliyor. Daha da ötesi Londra’nın orta yerindeki bu problemli mahallenin, Avrupa’nın en büyük imar ve gelişim alanı olarak, eğer doğru kullanılırsa hepimiz için geleceğe yönelik ipuçları sağlayacak bir potansiyeli olmasında yatıyor.
Şöyle bir eğilim vardı son 15-20 yıldır. Kent merkezlerinde hayat kalitesinin düşmesi, hava kirliliği, suç oranlarının artması gibi nedenlerle, olanağı olan kesimler şehir dışına kaçıyordu. Açık ve yeşil alanlar, temiz hava, güvenlikli ortam, nispeten az trafik ve hepsinden önemlisi, kendi orta sınıf değerlerine uygun bir sosyal çevre. Bu eğilimde, özel araba sahibi olmanın kolaylaşması, yeni yollar, ucuz benzin gibi etkenlerin de büyük rolü oldu.
Ancak son 10 yıldır daha farklı bazı sorunlar ortaya çıkmaya başladı. Yukarıda bahsettiğim eğilim, kendi içinde bir daire çizerek başladığı noktaya dönme tehlikesi yaratıyor. Ne kadar çok insan şehir dışına kaçarsa, şehirler o derece işyeri ve çalışma alanı haline geliyor. Şehir merkezleri, çalışma saati sonrası saati sonrası canlılığını yitiriyor, etrafa güvensizlik saçıyor, suç oranları artıyor, şehir merkezleri oluyor. Gündüzleri ise, yüzbinlerce insanın şehir merkezindeki iş alanlarına akın etmesi yolları tıkıyor, merkezde yaşam iyice keşmekeş hale geliyor.
Bunun örneklerini ufak çaplı da olsa Türkiye’de de görmeye başladık gibime geliyor. Apartmanların alt katları ofis ya da dükkâna çevriliyor, oteller ve konferans merkezleri, trafik yükünü çevre halkının üstüne kusarak yükseliyor. Yeşil alan yokluğu, trafik, gürültü, hava kirliliği ve kişisel güvensizlik hissi İstanbul’da da kendini belli ettiriyor.
Geçenlerde İstanbul yakınındaki lüks bir sitenin ilânını gördüm. “Konut alana otomobil hediye ediyoruz” diyor ilân. Konutların özelliklerinden biri temiz hava ve yeşil çevre. Şehir dışında yapılan konutların bence tek kabul görecekleri durum, bu alanların kent merkezine olan bağlantısının ağırlıkla “temiz” toplu taşımacılık araçları ile sağlanmasıdır. Eğer ulaşım özel taşıt üzerine dayalı ise uzun vadede iklimin, temiz havanın, doğal hayatın içine eden ufak canavarlar yaratıyoruz demektir. Dolayısıyla temiz hava için kent dışına taşınmak isteyenleri, araba sürmeye teşvik etmeye dayalı bir pazarlama politikası çok ilginç geldi bana.
Şimdi biliyoruz ki özel araba kullanımı, aşırı enerji kullanımına yol açarak fosil enerji kaynaklarını azaltıyor. Batı’nın büyük şehirlerinde trafik yoğunluğu hava kirliliğinin en büyük sorumlusu. İnsan sağlığını ve dünya iklimini tehdit ediyor. Londra içindeki kirliliğin yüzde doksanı trafikten kaynaklanıyor. Bazı bölgelerde yerel halk transit trafikten kaynaklanan hava kirliliğini protesto etmek için trafiği keserek eylem yapıyor.
Bir bombalama olayı üzerine güvenlik tedbiri olarak başlayan, Londra’nın “City” bölgesinde trafiğin akışını değiştirmeye yönelik önlemlerin hiç beklenmedik bir yararı, bölgedeki hava kirliliği ve gürültü seviyesindeki düşme ve hayat kalitesindeki artış olmuştu.
İngiltere’de pek çok yerel belediye büyük çaplı imar projeleri için özel sektörden yeşil ulaşım planı istiyor. Bu şu demek: Artık bu ofis binasına veya otele 100 arabalık bir oto park sağlayacağım demek kabul görmüyor. Bina sahipleri, ofisin ya da otelin yaratacağı trafik yükünü azaltmak ve oraya gelip gidenlerin özel arabadan başka bir yolla gelmesini teşvik etmek için ne tür planları olduğunu açıklamak zorundalar.
Vardığımız bu noktada King’s Cross gibi şehir içi imar projeleri kentlerden kaçış eğilimini geriye çevirecek olanaklar sunuyor.
Şimdilerde şunlardan konuşuyoruz. Endüstrileşmiş ekonomiler şimdiye dek dünyayı ucu bucağı olmayan bir kaynak ve dipsiz bir çöp kutusu olarak gördüler. Ancak dünyanın pek çok doğal kaynağı yenilenemez bir halde, petrolün, kömürün, doğal hayatın sonunu görebiliyoruz. Öte yandan dünya ekolojisi, yarattığımız kirliliği ve çöpü absorbe etme kapasitesinin limitine doğru gidiyor.
Petrol gibi fosil enerji kaynaklarının yakılmasından doğan karbondioksit ve diğer sera gazları, dünyanın iklimini değiştiriyor. Bu değişimin katastrofik sonuçları olacağında herkes hemfikir. Sadece, bunun dünyanın farklı yerlerini ne şekilde etkileyeceğinde pek bir fikir birliği yok. Karbondioksit miktarının daha fazla yükselmesini önlemek için, günlük yaşantımızdan ekonomi ve teknolojiye kadar pek çok alanda bir dizi yoğun tedbirler almak durumundayız.
Toksik kimyasal maddelerin çevreye etkilerinin tam anlamıyla bilinemediği, son yıllarda yaşanan sağlık skandalları ile birlikte yeniden ve yeniden ortaya çıkıyor.
Doğal çevreyi ve kaynakları kullanmanın bir bedeli var. Şimdiye dek bu bedeli hesaba katmayan bir maliyet ve kâr hesabı uyguladık. Denklemin bir kenarında biz istemesek de yer alan “doğa ve çevresel kaynaklar”ı görmemeyi yeğledik. Artık vardığımız bu noktada, bu umursamazlık uzun vadede “kârsız” görünmeye başladı. Şimdi ekolojik sürdürülebilirliğin ekonomik ve sosyal önlemlerden ayrı düşünülemeyeceği gerçeğini görüyoruz.
Bu bağlantı iki şekilde çıkıyor: Birincisi, sadece ekonomik yararlara önem veren bir gelişme projesi çevreye zarar vermekten kurtulamaz. Bu ise uzun vadede ekonomik ve sosyal gelişmenin önünde engel teşkil eder.
İkincisi, eğer herkesten çevresine karşı daha sorumlu davranmasını istiyorsak, bazı toplumsal kesimlerin, şu veya bu biçimde, yaşamak konusunda pek fazla bir seçme özgürlükleri olmadıklarının dikkate alınması gerekir. Dolayısıyla herkesin daha iyi bir çevre için katkıda bulunmasının ekonomik ve sosyal koşullarının oluşturulması gerekir.
Örneğin sosyal konutlar inşâ edilirken, tasarım ve kullanılan malzeme ile ısıtmaya ve ışıklandırmaya giden harcamaları minimuma indirmek mümkün. “Erişebilir sıcaklık” -affordable warmth- kavramı enerji tasarrufu ile çevre korumaya yaradığı gibi yoksul kesimlerin ödediği enerji masrafının minimuma indirilmesine de yarıyor.
Bir diğer örnek: Büyük şehir içi yatırım alanları imar çeşitliği göstermeli. Yani sadece belli bir sosyal grup için konut değil, farklı sosyal kesimlerin birarada bulunabilmesine olanak sağlayacak, dolayısıyla gettolaşmayı engelleyecek imar politikalarını hayata geçirmek. Tabiî bunları birbirinden duvarlarla ayırmadan. Kentlerin geleceği kent içi sosyal iletişimin devamına bağlı.
Büyük imar projelerinde konut, iş alanı, alışveriş, sağlık gibi çeşitli kullanım biçimlerine olanak sağlayan bir imar planı da hem tekdüzeliği kırıp sosyal iletişimi korur, hem de insanların ev ve iş arası ulaşım mesafesini azaltmaya yarayarak enerji tasarrufunu da beraberinde getirir.
Fiziksel projelerin yanında, yerel iş gücünün kalitesini arttıracak ya da onlara yeni beceriler kazandıracak eğitim programları ile bu insanların onların açılan iş olanaklarından yararlanmalarını sağlamaya çalışmak da hem kaynakların eşit dağılımına yardım eder, hem de ulaşım mesafelerini kısaltır...
Son nokta ise yerel demokrasi kavramı ile eşitlik ve alınan kararlara katılma hakkının yaygınlaştırılması ile ilgili. Sürdürülebilir yaşam kavramının son ayağı herhangi bir bölgeye ilişkin alınan kararlara yerel halkın ne derece katılma hakkı olduğunda yatıyor. Bu, tabiî beraberinde demokrasi nedir, eşitlik nedir, çoğunluk azınlık hakları, karara katılmanın mekanizmaları herkes için eşit midir gibi sorulara cevap arayıp bulmaktan geçiyor.
“Sürdürülebilir yaşam” gündemi endüstrileşmiş ülkelerde, pazar güçleri diye başlayan cümlelerin bolca edildiği yıllarda bir kenara atılmış tartışmaların ve politikaların yeniden gündeme gelmesine yol açıyor. Kavram, kendi iç mantığını sonuna kadar takip edersek, içinde yaşadığımız sosyal ve ekonomik sistemin yadsınmasına kadar götürebilir bizi. Şu andaki haliyle ise “terbiyeli kapitalizm” sınırında duruyor.
Sürdürülebilir yaşam kavramı beraberinde kentlere dönmenin gerekliliğini ve umudunu da getiriyor. Kentler son derece müsrif ekonomik, sosyal ve fiziksel yapılarıyla ekolojik problemlerimizin en büyüklerinden biri. Ama aynı zamanda 21. yüzyılın sürdürülebilir yaşam kavramının motor gücü de kentlerde yatıyor. King’s Cross gibi projeler sürdürülebilir yaşam kavramını denediği oranda ilginç olacak ve kentlere dönüşün olgun örneklerini sergileyecek. Yukarıda örnekleyerek değindiğim prensipler için King’s Cross için en önemli başlangıç noktası yerel demokrasinin nasıl algılandığı ve hayata geçirilmesi olacak.
Şehirlere dönelim. Yeni teknolojiler ile hava kirliliği olmadan yaşayabiliriz. Çoğumuz, çocuklarımızın sağlığını düşünerek, özel arabamızı az kullanmaya alışabiliriz. Toplu taşımacılık sayesinde trafik tıkanıklıklarına çare hiç de imkânsız değil. Müsrif olmaktan kurtulabiliriz, az harcamaya alışabiliriz. Doğanın ekolojisi gibi, sosyal olarak da birbirimize bağımlı olduğumuzu keşfedebiliriz. Bize sorulmadan alınan imar kararlarına karşı sokaklarda çocuklarımızla gösteriler de yapabiliriz.