PKK'nın Sosyo-Politik Niteliği ve Öcalan'ın Savunması

Abdullah Öcalan’ın İtalya’ya gelişinden, Kenya’da ele geçirilişine kadar adım adım yükselen ve İmralı duruşmasının ilk haftalarında zirvesine varan milliyetçi histeri dalgası bir hayli gerilemiş, durulmuş görünüyor artık.

Nitekim, Öcalan’ın yargılanmasını zaman kaybı, idamını bile yetersiz bulan kabarık bir öfke ve öç isteğiyle yüklü milliyetçi haykırışların bir tatmin duygusuyla azaldığı, kimi MHP sözcülerinin dahi idam koşullanmasını eleştirebildiği bir hava hâkim şimdi. Aynı şekilde, Öcalan’ın İtalya’ya gelişinden beri PKK silahlı güçlerinde ve özellikle diasporan Kürt topluluklarında nihilist sınırlara varan Kürt milliyetçi tepkilerin de yerini çok daha serinkanlı tutum arayışlarına bırakmakta olduğu görülüyor.

Eğer, yargının kesin hükmünü verip infaz için “siyaset”in vereceği kararın bekleneceği Eylül-Ekim aylarına kadar spektaküler bir gelişme olmaz ise; Öcalan’a yapılacak işlem, bundan böyle, ilgili siyasal güçlerin “Kürt sorunu”na dair çözüm tasarıları zemininde hesaplanacak bir etken olarak ele alınıyor olacaktır.

Şüphesiz burada siyasal güçler derken öncelikle “devlet”i kasdediyoruz. Elbette ki, örneğin her siyasal partinin de genel olarak “Kürt sorunu”na özel olarak Öcalan faktörüne ilişkin bir tavrı, hesabı vardır, olacaktır. Ama bilindiği üzre bunlar “devlet”in belirleyeceği genel politikanın varyantları olarak farklı olabilirler.

Bunu söylemek Öcalan hakkındaki yargı hükmünün infaz edilip edilmeyeceğine “devlet” karar verecek, örneğin siyasal partiler, hükümet ortakları da buna uyacak demek değildir. Aksine “devlet” bu konuda kararı parlamentoya bırakabilecek, bir “tavsiye” veya eğilim belirtse de parlamentonun bunun aksine bir karar vermesini “sorun” etmeyecek demektir bu.

Çünkü, “devlet”in tespit edebileceği, sınır ve esaslarını belirleyeceği “Kürt sorunu”na ilişkin -bundan böyle- yürütülecek genel politikanın, Öcalan’ın infaz edilmesini içeren bir varyantı da mümkündür; Öcalan’ın hapiste tutulmasıyla yetinen bir varyantı da. Yani her ne kadar Öcalan sorgu ve ön savunmasında kendi hayatını “devlet”in nasıl bir politika izleyeceğini belirterek bir mihenk taşı gibi koyuyor, infaz kararının verilmesi ve verilmemesinin iki karşıt politika anlamına geldiğini öne sürüyor ise de; siyasetin soğuk mantığından bakıldığında durum ne yazık ki böyle değildir.

Öcalan’ın sorgu ve ön savunmasında dile getirdiği -ve muhtemelen savunmasında daha geniş biçimde tekrarlayacağı- hayli ılımlı “çözüm” önerileri ve bunları destekleyen argümanları; şüphesiz onun idamına koşullandırılmış Türk kamuoyunu “yumuşatmak” bakımından hayli etkili olmuştur. Fakat bu görüş ve tezlerin sahibi bir Abdullah Öcalan olarak siyasal rolünün değerini zayıflattığı da bir gerçek.

Bu zayıflık, söz konusu görüşlerin “ılımlı”lığından değil kesinlikle. Onları zayıf kılan Öcalan ve PKK olgusu ile bu görüşler arasındaki sosyo-politik “uyumsuzluk”. Öcalan’ın “ele geçirilmiş” bir örgüt lideri olarak konuşuyor olmasının da burada bir rolü var elbette. Ama ele geçirilmiş olmasının da bu “uyumsuzluk” dediğimiz şeyle gayet yakın bağlantısı olduğunu belirtelim.

Şunu anlatmak istiyorum: Öcalan’ın kurucusu ve baştan beri neredeyse mutlak bir nüfuzla yönettiği PKK, 1980’lere kadar Türkiye ve Ortadoğu’da başgöstermiş ve kitlesel güce ulaşmış Kürt isyan ve siyasî hareketlerinden özellikle sosyo-politik niteliğiyle farklıdır. O tür hareket ve isyanların istisnasız tümü ya geleneksel Kürt aristokrasisinin bir kısım mensuplarınca, kendi aşiret bağ ve ilişkilerini seferber ederek ve bu temellerini koruyarak başlatılıp yürütülmüş “bölgesel bağımsızlık” veya otonomi hareketleriydi ya da yine Kürt aristokrasisinden veya eşrafından gelme Kürt “burjuva” aydınlarının Kürt milliyetçi ideoloji ile ama yine aşiret bağ ve ilişkileri üzerinden kurgulanmış girişimlerdi. Ezici çoğunluğu o aşiret bağ ve ilişkilerinin çemberinde yaşayan Kürt alt sınıfları, edilgen bir yığın olarak egemenlerinin peşinden katılıyorlardı bu hareketlere.

Oysa PKK, tam aksine bu Kürt alt sınıflarından doğan, bir harekettir. Son 30-40 yıldır Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da geleneksel aşiret düzen ve ilişkilerini sarsan, gevşetip yer yer büyük ölçüde çözen sosyo-ekonomik gelişmeler sonucu “serbestleşen” ve ayrıca açılan eğitim imkânlarıyla çocuklarını okutabilen Kürt alt sınıfları, PKK hareketine hem kadrolarının büyük kısmını, hem de hızla kitleselleşme imkânını sağladı.

PKK’nın, 1970’li yıllarda bu alt sınıflarda belli bir taban bulabilmiş, -çoğu, hattâ tümü sosyalist etiketli- öteki Kürt örgütlerini hızla “erozyon”a uğratarak 1980’lerin sonunda bu alanda neredeyse tek güç haline gelebilmesi, özellikle de Avrupa’daki göçmen Kürt işçilerinin hemen tamamını kendi etrafında örgütleyebilmiş bir hareket konumuna erişmesi, sadece verdiği “silahlı mücadele”nin prestijinden dolayı değil, PKK’nın tavır ve tutumuyla da o alt sınıf özelliklerini yansıtabilmesinden, dolayısıyla o kesimler tarafından “sınıfsal” bir benimseme duygusu yaratabilmesinden ötürüdür de. Bu sınıfsal karakter, PKK’nın İran, Irak ve Suriye’deki Kürt toplulukları içinde de hatırı sayılır bir kültürel-militan destek bulabilmesinin de “anahtarı”dır. PKK omurgasını ve -büyük ölçüde ezilmiş olmasına rağmen- hâlâ da en nüfuzlu unsurunu oluşturan kır gerilla gücünü, çok büyük ölçüde bütün o ülkelerdeki Kürt alt kesimlerinden gelme gençlerden oluşturmuştur.

PKK, 1980’lerin sonuna doğru, böylece oluşturduğu gerilla müfrezeleri ve alt sınıflarda yayılan örgütlenmesi ile geniş ve etkin bir temsil gücüne eriştikten sonradır ki, Kürt aristokrasisi, eşraf ve aydınlarının önemli bir kısmı da PKK etrafında bir destek çemberi oluşturmaya ve bazı mensupları ile PKK kadroları içinde yer almaya başladı. Ancak bu sonradan “eklemlenme” PKK’yı sosyolojik olarak bir “millî hareket” hüviyetine yaklaştırdı ise de; bu “yönetici” tabakalar genel PKK hareketine kendi özelliklerini egemen kılamadılar. PKK’nın askerî örgütlenmesi hemen tamamen, siyasal örgütlenmesi çoğunlukla Kürt alt sınıflarından gelme kadro ve militanlardan oluşmaya devam ederken; Kürt aristokrat, eşraf ve aydınları, PKK’nın yan örgütlerinde, destek ilişkilerinde ve “Kürt Parlamentosu” ve hareketin diplomatik ayağı da olmaya çalışan “büro”lar ve basın-propaganda aygıtları gibi PKK’nın “dış ilişkileri” sahasında istihdam edildiler.

Kürt toplumunun sınıfsal yapısına tekabül eden bu “işbölümü”nde Kürt üst sınıfları formasyonlarına da uygun olmasına rağmen rollerinin ikincil derecede olduğunun farkındaydılar. Bundan şüphesiz rahatsızdılar ama PKK’nın alt sınıflardan oluşturduğu askerî-siyasî aygıtının silah gücüyle ve “silahlı mücadele” prestiji ile edindiği belirleyicilik rolüne “katlanmak” zorundaydılar da. Kürt toplumunun üst ve “yönetici” kesimi olma konumlarını sürdürmek istiyorlarsa, o toplumun “yönetilenler”inin şimdilerde kitlesel biçimde aktığı yerde olmalıydılar çünkü. Dolayısıyla, her ne kadar “Kürt davası”nı en iyi kendilerinin sürdürebileceğine inanıyor olsalar bile, şimdi PKK’nın bir alt sınıflar hareketi olarak o davayı sahiplenmesi karşısında bu fiilî durumu kabullenmek, inisiyatifi ona bırakmak zorundaydılar. Şüphesiz, Öcalan’ı adeta kutsallaştıran, onu benzersiz bir “Serok” makamına yerleştiren “has PKK”lıların o sınırsız sadakatıyla bağlı değildiler A. Öcalan’a. Onu siyasal önder ve ideolog olarak yeterli ve “kendilerine layık” buldukları da söylenemezdi. Fakat PKK’nın “Kürt davası”nı temsil iddiasındaki tüm örgütlerin altındaki kitle desteğini adeta vakumla emerek yükseldiği, direnenleri acımasız bir şiddetle ezdiği ve çoğu Kürdün TC devletine karşı askerî bir zafer mümkün duygusuna kapıldığı bir ortamda, Kürt toplumunun bu yönetici kesimleri hasbi düşüncelerini içlerine gömerek; “kerhen” de olsa PKK’ya millî kurtuluş örgütü, Öcalan’a asırlardır beklenen Serok payesini veren bir kabullenme içine girdiler.

Ancak sözünü ettiğimiz sınıfsal rahatsızlığın başgösterme koşulları çok geçmeden belirmeye başladı. PKK askerî gücünün 1993’ten, özellikle de 1995’ten sonra TC ordusu karşısında gerilemesi, bütün gayretlerine rağmen yayıldığı alanların çoğunu terk etmeye mecbur kalarak, belli bölgelere çekilmeye zorlanması, PKK’nın o zamana kadar yürüttüğü TC devletini askerî yenilgi ihtimali veya başedememe zoruyla “siyasî çözüm”e razı etme stratejisini geçersizleştirmişti. Bu sonucu hayli erken fark eden PKK lideri bir yandan siyasî çözüm projelerini sürekli ılımlılaştırarak, bir yandan da PKK’nın muhatap alınması koşulundan adım adım gerileyerek yeni bir strateji oluşturmaya çalışıyordu. Odağında PKK’nın kır gerilla gücünün yer aldığı ve onun güçlenmesi, alan kazanması ile başarı şansı artacak olan eski stratejiye karşılık, bu yenisi PKK’nın askerî gücüne değil, siyasal-toplumsal gücüne yaslanıyor olacaktı. Askerî gücü sınırlı, lokal tutmak, hattâ gerekirse feda etmek, ancak siyasal-toplumsal bir güç ve örgütlenme olarak sağlamlaşmak gerekiyordu bunun için. Aynı stratejinin bir diğer varyantı, sorunu “uluslararası plana” taşıyarak icra edilebilirdi. Giderek güçlendirilecek bir uluslararası ilişkiler ağı, her düzeyde “diplomatik” girişimler ve bu özel performans ve performanslar gerektiren işleri yapabilecek kadrolar demekti bu da.

Ama, bu stratejiye geçilmekle birlikte, alt sınıflardan gelen ve ezici çoğunluğu gerilla ve gizli siyasal çalışma pratiğinden başka formasyonu olmayan “has PKK” kadrolarının ikinci plana itileceği, buna mukabil legal siyaset ve “diplomasi” için formasyon ve konumları çok daha uygun kesimlerin ön plana, belirleyici ağırlığa sahip olacağı bir süreç de başlatılmış olmayacak mıdır? Bu durumda sadece PKK’nın alt sınıftan militan ve kadroları barındıran gerilla merkezli askerî-siyasî örgütü geri plana itilmek, ikincileşmekle kalmaz; Öcalan’ın kendisini de aynı akıbete sürükleyebilirdi bu süreç.

Ayrıca zaten herhangi bir “millî dava” için örgütlenen, eyleme geçen hareketler, er ya da geç o milletin sosyo-politik düzenini, yani sınıfsal hiyerarşisini yansıtan bir örgütleniş kalıbına girerler. PKK eyleme giriş ve yükseliş döneminde bunun tersi bir örgütleniş içindeydi gerçi, ama o zamanlar yalnızca bir “ulusal kurtuluş” değil, aynı zamanda bir toplumsal devrim de amaçladığını söylüyordu. Yani, örneğin Vietnam’da olduğu gibi hem “işgâlci” devlete karşı bir “millî savaş”, hem de Kürt egemen sınıflarına karşı bir tür “iç savaş”ın birleştirildiği içiçe bir süreçti başlangıçta öngördüğü. Ancak PKK pratiği böyle yürümedi ve PKK’nın taraf olduğu Kürt toplumu içindeki “iç savaş” yatay bir bölünme ile değil, dikey bir bölünme ile TC yanında saf tutan aşiretlerle diğerleri arasındaki kanlı çatışmalarla yaşandı. Ve zaten PKK’nın ilk yıllarından kalma içeriklendirilmemiş “toplumsal devrim” teması, ya kaybolup gitti ya da savaşmanın bireyleri dönüştüren yönüne, “yeni, özgür Kürt kimliği”nin böylece oluşacağına dair o çok işlenen propaganda ile ikame olundu.

Ancak Öcalan’ın PKK mensuplarına bu amaç dahilinde yaptığı konuşmalara, “analiz”lere bakıldığında onun bu topluluğu yücelten bir üslûp değil, aksine alabildiğine yeren, köylü-alt sınıf özelliklerine bağladığı yetersizlik ve yeteneksizliklerini yerden yere vuran bir dil kullandığı görülür. Bu haliyle PKK ve kitlesi kendi “kurtuluş”u için gereken niteliklerden, yetkinlik düzeyinden çok aşağılardadır. Ancak Öcalan’ın diskurunda bu gayet derin açık ve boşluk şahsen Öcalan -yani “önderlik”, Serok- tarafından doldurulmaktadır. Öyle ki PKK’nın en üst düzey kadroları, topu birden dahi, onun tek başına üstlendiği ve yerine getirdiği işlevin bir ucundan tutabilecek vasıfta sayılmazlar. Çünkü hemen tümü Kürt alt sınıflarından gelen o kadrolar da aynı alt sınıf zaaflarıyla malûldürler, Öcalan’ın ve onun PKK’ya empoze edebildiği anlayışa göre. Nitekim bu yüzden PKK jargonunda “önderlik”, hareketin örgütsel piramidin tepesinde yer alan “merkez komitesi”, “kongre” gibi kurumları değil, doğrudan ve yalnızca Öcalan’ı işaret eder.

Bağımsız, egemen bir topluluk, bir ulus-devlet olma amacını taşıyan, içeren “klasik” kurtuluş hareketleri, az önce de işaret edildiği gibi; o topluluğun mevcut toplumsal düzeni veri alınarak, bu yapının uyumlu bir bütünlük olduğu kabulüyle, yani iç sınıfsal sorun ve gerilimler bastırılarak, tüm enerji bağımsızlaşmasının önündeki engele yöneltilerek yürütülür. Dolayısıyla hareket de o topluluğun tarihen teşekkül etmiş ve milletleşme aşamasına -yani modern çağlara- uyum sağlayacağı öngörülen yönetici sınıf ve tabakaların önderliğindedir.

Oysa önemle belirtildiği üzre PKK böyle oluşmadı. O, alt sınıflardan doğan, kadrolarını buradan sağlayan bir hareket olarak Kürt toplum piramidinin tepesindeki zümrelerin adeta altını boşaltarak büyüdü. Ancak bu büyüme sürecinde PKK, salt bir gerilla hareketi olmaktan çıkıp, siyasal-toplumsal bir hareket olmaya doğru evrildiğinde, yani toplumsal, kültürel, iktisadî yönlendiricilikle takviyeli bir önderlik işlevi ihtiyacı kendini duyurduğunda, geniş ve buna ehil bir kadroyu gerektiren bu ihtiyacın PKK hareketince karşılanamadığı da ortaya çıktı. Bu ihtiyaç, “Kürt davası”na önderlik konumunu kendine yakıştıran, ama PKK tarafından “sollanan” ve bu hareket güçlendikçe onunla mesafeli bir yakınlığa giren Kürt aristokrat, eşraf ve aydınlarına PKK yönetiminde yer açarak, ağırlık tanıyarak giderilebilirdi. Ve ayrıca bu yer ve ağırlık, PKK stratejisini siyasal-toplumsal mücadele ve diploması zeminine kaydırdıkça artmak zorundaydı da.

Öcalan ve PKK merkezi bu yolu açmadı. Kürt seçkinlerinin o ihtiyaç duyulan işleri, PKK’nın basit aparatları konum ve yetkisiyle yapabilmelerine izin verildi sadece. “Kürt Parlamentosu”ndan Türkiye’de kurulan Kürt kültür derneklerine, DEP, HADEP gibi partilerden MED TV gibi medya aygıtlarına kadar PKK’nın bir terör örgütü değil, siyasal-toplumsal bir varlık olduğunu kabul ettirmeye dönük stratejinin tüm unsurları -ki aynı zamanda Kürt seçkinlerine açık eylem alanlarıdır- özerkleşmelerinin önü baştan kesilerek devreye sokuldu. Bunların PKK’nın dışında, onun denetiminden uzak oluşumlar gibi algılanmaması için gerekirse HADEP’te yaşanan o ünlü bayrak hadisesi gibi hiç de masum gözükmeyen baltalamalara dahi başvuruldu.

Bu politika, sözü edilen kurumlar üzerinden söz sahibi olmaya kalkışabilecek Kürt üst sınıflarına karşı, Öcalan ve PKK merkezinin taşıdığı alt sınıf refleksleriyle tamamen uyarlıdır.

Buraya kadar yapılan açıklamalar, PKK’nın geniş bir kitlesel desteğe sahip olmasına rağmen, niçin “Kürtleri -Türkiye Kürtlerini- temsil” meşrûiyetini edinemediği, “uluslararası arena”da ona bu statünün neden tanınmadığı sorusunun “bam teli”ne dokunmuş olmalıdır. Silahlı mücadeleye başvurduğu için “terörist sayılması” veya bazen gündeme getirilen “Marksist-Leninist ideoloji”yi benimsiyor oluşu gibi gerekçeler talidir. Çünkü, bilindiği üzre FKÖ de “terörist” sayılmaktaydı ve Güney Afrika’da Mandela’nın ANC’si üstelik komünist eğilimli bir örgüttü. 1960-70’lerde birçok Asya-Afrika ülkesinde “ulusal bağımsızlık” için silahlı mücadele veren, pek çoğu da Marksist-sosyalist etiketi taşıyan hareketlerin lider kadroları sığındıkları Batı ülkelerinde pekâlâ barınma imkânı bulabilmişlerdi.

Çünkü bir milleti, onun “millî davası”nı temsil iddiasındaki bir hareket, bir sosyo-politik bütünlük olarak o milleti “olduğu gibi” yansıtan bir yapıda ise “uluslararası siyaset”e millî temsilci sıfatıyla kabul hakkını edinebilir. Mücadele yöntemleri ve ideoloji, bu kuralın varlığında talidir. Nitekim FKÖ’den tutun Mandela’nın ANC’sine kadar, o kabul hakkını edinmiş hareketlerin tümü de, temsil ettikleri milletlerin bütün kesimlerini ve özellikle de yönetici, seçkin zümrelerin büyük kısmını, bu statülerini de korudukları bir örgütleniş içinde idiler.

Oysa PKK, her ne kadar sadece Türkiye’de değil, Kürtlerin yaşadığı hemen her ülkede hayli geniş bir kitlesel desteği temsil ediyor idiyse de; Kürtlerin tüm tabakalarını, asıl olarak da yönetici, seçkin kesimlerini fiilen, o statülerine denk biçimde kesinlikle temsil etmiyordu. Onun alt sınıf kaynaklı ve bu vasfını refleksif olarak koruyan bir hareket olduğunu bilen Türkiye Kürtlerinin üst tabakalarının belirli bir kesimi onunla kısıtlı, mesafeli ve hattâ kerhen bir destek ilişkisi kurabilmişti. Irak ve İran’daki Kürt üst tabakaların denetimindeki Kürt partileri ise kendi alt sınıflarını çekmek isteyen PKK ile yer yer çatışmalara dönüşen gerilimli bir ilişki içindeydiler.

Öcalan’a başvurduğu hiçbir devletin ikamet -dolayısıyla siyasal tanınma- hakkı vermeyişine Türkiye’nin kararlı baskısından tutun, ABD tarafından en tehlikeli teröristler listesine alınmış olmasına kadar yığınla gerekçe gösterilebilir. Fakat bunlar, yine de Öcalan’ın bütün o devletlerin derece derece katkılarıyla TC devletinin eline teslim edilmesini açıklamaya yetmez. Kaldı ki, bütün o devletlerin hemen tümü Türkiye’de hayli ciddi bir “Kürt sorunu”nun var olduğunu resmen ifade etmiş ve birçoğu da Türkiye’yi bu sorunu uygun demokratik-düzenlemelerle çözmesi için sürekli ikaz edegelmekte olan devletlerdir. PKK’nın Türkiye Kürtleri içinde ve özellikle de diaspora Kürt toplulukları arasındaki kitlesel güç düzeyini de bilmektedirler. Bu PKK’nın lideri olarak Öcalan’ın silahlı mücadeleden -“terör”den- adım adım geri çekilerek mücadeleyi siyasal-diplomatik zeminlere kaydırmaya çalışmasının ciddi, kalıcı bir adım anlamına geldiğinin de farkındadırlar. Ve PKK gibi aslî unsurları silahlı mücadele, şiddet eylemleri içinde yoğrulmuş bir örgütün şiddetten olabildiğince arınmış bir zemine çekilebilmesinin Öcalan’ın örgüt üzerindeki büyük nüfuzundan dolayı daha bir mümkün olabileceğini de kestirebilirler.

Ancak bütün bunlara rağmen, Öcalan’a bir biçimde ikâmet imkânı sağlayabilecek o devletler. bunu yapmadılar, ama Türkiye’ye “Kürt sorunu”nu üzerinde uğraşılması gereken “meşru bir sorun” addettiklerini belirtmeyi de ihmal etmediler.

Eğer PKK baştan beri vurguladığımız sosyo-politik temsil eksikliği “zaaf”ı olmayan bir örgüt olsaydı, onun lideri Öcalan yine Türkiye’ye teslim edilir miydi?

Sanmıyoruz. Hattâ şunu da iddia edebiliriz ki, eğer PKK’nın bu “zaaf”ı olmasaydı Türkiye Öcalan’ın kendisine teslimi için bu denli bir seferberlik içine de girmezdi.

Tam da bu noktada Türkiye’nin on yıllardır Suriye’den örgütü yönettiği bilinen Öcalan’a bunca yıl “tahammül” ettikten sonra neden “birdenbire” Suriye’yi savaşla tehdit etme pahasına harekete geçtiği sorulmalıdır.

Bu soruyu şu tespitlerin mantığı içinde cevaplandıramaz mıyız? Türkiye devleti, Cumhuriyet tarihi boyunca sert askerî tedbirlerle bastırdığı ve asimilasyonla zaman içinde sönükleştirmeye çalıştığı “Kürt sorunu”nun 1980’lerdeki PKK isyanın, vardığı genişlik ve en önemlisi kalıcı olacağı anlaşılan bir Kürt duyarlılığı yaratması karşısında bu “realite”yi kabul edecek yeni bir yaklaşım ve düzenlemenin zorunluluğuna varmıştır. Ancak bu yaklaşım ve düzenlemeyi PKK’nın silahlı gücü kırılmadan, açıkça geriletilmeden de devreye sokamaz. Bu noktaya gelineceği 1993’ten itibaren görülebilir olmuş, aynı tespit 1990-1992 arasında bir askerî zafer bile kazanabileceğini umabilmiş PKK lideri tarafından da yapılmış olmalı ki; Öcalan o 1993 yılında ateşkes önerisinde bulunmuştur. Resmen kabul edilmemekle birlikte bu ateşkes önerisinden itibaren TC devleti, PKK’yı, ileride, şartlar olgunlaştığında yürürlüğe konulacak yeni yaklaşım ve düzenlemenin Kürt toplumuna benimsetilmesi, o düzenlemelerin kalıcı-nihai bir çözüm olabilmesi için gereken “partner”, “muhatap” olabilme vasfını taşıyıp taşımadığı, bu vasfı edinip edinemeyeceği açısından da dikkatle izlemeye başlamıştır. Öcalan’ın 1993’ten -özellikle de TC ordusunun askerî inisyatifi çok büyük ölçüde sağladığı 1996 yılından- itibaren örgütünü siyasal-toplumsal eylem zeminine çekmeye dönük politikasını yürütmesi için adeta bir zaman tanınmış ve bu arada da gerek Türkiye’de, gerekse yurtdışında PKK’nın, Öcalan’ın güdümünde olduğu bilinen Kürt Parlamentosu’ndan MED TV’ye kadar bir dizi kurum ve birçok Kürt sosyal-kültürel derneğin faaliyete geçmesine fazla ses çıkarılmamıştır.

Bütün bunlarla genel PKK örgütlenmesinin ağırlığı giderek siyasal-kültürel-toplumsal zemine doğru kayar, PKK’nın askerî örgüt ve gücü göreli olarak azalırken, Öcalan’ın tüm bu operasyonları Suriye’den yönettiği bilinmekte ama “sorun” edilmemekteydi.

PKK ve Öcalan’ın bütün bu süreç içinde taleplerini daha da “ılımlılaştırması”, federasyon, otonomi gibi “radikal” önkoşullarından geri adımlar atması isteniyordu elbette, ama asıl önemlisi PKK’nın bu çizgiyi Türkiye Kürtlerine “benimsetecek” sosyo-politik özelliği de edinmekte olması idi. Oysa özel olarak belirtildiği üzre PKK ve Öcalan bundan “sistematik”, daha doğrusu refleksif olarak kaçındı. Bir topluma sosyo-kültürel ve ekonomik bir düzenlemeyi “benimsetme” sürecinde o toplumun orta ve üst tabakalarının hayatî bir işlevi söz konusu olduğundan, PKK’nın bu kesimleri o statülerine uygun biçimde örgütsel bünyesine katmayışı, katamayışı gayet ciddi bir handikaptı. PKK’nın bu handikapı aşamayışı bir noktaya kadar, PKK’nın bir alt sınıf hareketi olmaktan ileri gelen iç direncine atfedilebilirdi. Örgütün Kürt üst tabakalarına inisyatif ve karar gücü verecek ve bu gücü kaçınılmaz olarak arttıracak bir strateji eşliğinde bir yeni yapılanma içine sokulması, alt sınıflardan ve salt askerî-siyasî eylemlerden gelme halihazır örgüt üst kadroları açısından bir geriye itilme olarak algılanabilir ve o nedenle de bir direnme olabilirdi. Ancak Öcalan bu türden direnişleri bertaraf edecek kadar güçlü bir konumdaydı. Dolayısıyla hem yeni, siyasal-toplumsal mücadeleye dayalı bir stratejiye geçme zorunluluğu ve amacını ilân eden, hem de bunun örgütsel gerekleri için herhangi bir çaba göstermeyen Öcalan’ın şahsen engel oluşturduğu düşünülebilirdi. PKK’nın, Kürt toplumunun “sosyo-kültürel önderliği” konumundaki tabakalarını bu vasıflarıyla içerecek bir örgütsel bünyeye yönelmemesi, yıllardır her konuda “önderlik” misyonunu şahsıyla özdeş saymaya alışmış, alıştırılmış olan Öcalan’ın bu konumunda direnmesine bağlanamaz mıydı? Eğer bu tespitin bir mantığı varsa, Kürt sorununa yeni bir düzenleme ile yaklaşma zamanının geldiğine karar veren TC devletinin, o düzenleme için “katılımı”na mutlak ihtiyaç duyduğu Kürt üst tabakalarının “önünü açmak”, Öcalan’ın oluşturduğu engeli tasfiye etmek için harekete geçme anı da gelmiş demektir.

Dolayısıyla, eğer 1998 Eylül’ünde Suriye’ye ültimatom verilerek başlatılan Öcalan’ı ele geçirme ve tasfiye operasyonu, şu yukarıda özetle anlatılan kurgunun mantığıyla paralellik gösteren bir durum muhakemesinin eseri ise; “Kürt sorunu”nu sahiplenen ve söz konusu düzenleme için uzlaşabilecek Kürt üst tabakalarının onay ve desteği de ya alınmış, ya da alınması planlanmış olamaz mı?

Öcalan’ın -PKK Merkez Komitesi’nce de resmen desteklenen- sözlerine göre; Türkiye’de PKK’nın başını çektiği son “Kürt isyanı”nın doğuş nedenlerinden birçoğu bugün artık geçerli değildir. Kürt kimliği dili ve kültürü üzerindeki yasakların çoğu kalkmış, ortada kolayca giderilebilecek birkaç pürüz, Kürtçe eğitim gibi bazı hakların tanınmasından ibaret bir sorun kalmıştır.

Şüphesiz bunları söylemek PKK’nın silahlı mücadele yönteminin artık meşrû nedeninin kalmadığını söylemek demektir, ama bu noktaya varıncaya kadar geniş bir kitlesel destek, örgütlü bir temsil gücü, kadro ve dolayısıyla siyasal güç haline gelmiş “PKK gerçeği”ni görmemek anlamına da gelmez. Yani, Öcalan bu sözleri ile PKK’nın ortaya çıkış nedenleri, silahlı mücadele gerekçeleri üzerinden bir siyasal savunma yapmayı bir yana bırakmış olmakta ve PKK gerçeğine yaslanarak, o gerçeğin kendisiyle özdeş, ona bağlı bir güç olduğu kabulü üzerinden “siyaset yapma”yı denemektedir. Mahkeme sürecini ve verileceği kesin olan hükmü “sorun” etmemesi ve başından itibaren o hükmün infaz edilip edilmeyeceğine karar verecek “siyaset” odaklarına seslenen bir dil kullanması bu yüzden.

Ancak Öcalan, bu siyaset odaklarının PKK gerçeğini kabul etmekle birlikte Öcalan’sız bir PKK’nın kendi çözüm perspektifleri için çok daha uygun olabileceğini düşünebileceklerini dikkate almıyor gözükmektedir. Ona göre kendisi hakkında verilecek idam hükmünün infazı halinde PKK’nın -şimdiye kadar Öcalan sayesinde aşmamaya özen gösterdiği- şiddet sınırını yok sayarak, çok daha kanlı ve vahim bir terör stratejisine dalması adeta kaçınılmaz.

Bu ihtimalin, böylece değil ama daha farklı bir süreç ve koşullar halinde mümkün olabileceğini belirtmek gerekiyor. Az sonra bu noktaya değineceğiz. Ama PKK’nın gelecekteki tutumunu Öcalan’ın “infazı” bağlamında ele alırsak; bir başka ihtimalin gerçekleşmesi de pekâlâ mümkündür. Çünkü eğer PKK, Öcalan’ın kendi örgütüne ilişkin iç konuşma ve kararlarda ifade edildiği üzere, Öcalan olmaksızın adeta başsız bir gövde, “kişiliksiz bir yığın” gibiyse, o gövdeye daha “hesaba uygun” baş(lar) monte etmek, gövdeyi bu ihtiyaca itmek niçin düşünülmesin?

Öcalan sorgu ve ön savunmasında -bu düşünce ve ihtimalin de sözünü ediyor gerçi ama- bunu “Kürt sorunu”nu Türkiye’ye karşı ergeç kullanmaya kararlı “dış güç”lere, özellikle de Almanya’ya atfediyor. Almanya’nın kendisi ile PKK’yı ayrı mütalaa ettiğini, çünkü kendisinin hiçbir gücün kuklası olmayacağının anlaşıldığını, bilindiğini, dolayısıyla kendisinin bertaraf edilerek PKK’nın başına “kukla” olabilecek bir kadronun geçirilmek istendiğini, böyle bir projenin zaten yürürlükte olduğunu ve bu projeyi hızlandırmak için Türkiye’nin eline geçmesiyle sonuçlanan sürecin tezgâhlandığını söylüyor. Dolayısıyla da Türkiye’nin Öcalan’ı idam etmekle o “dış güç”lerin oyununa düşmüş olacağını belirtiyor. Sağ bırakılmasını ve hattâ PKK örgütü ile -doğrudan olmasa bile- bağının sürmesi imkânının sağlanmasını isteyen “siyasî” talep ve önerisini bu teşhis ve tespitler üzerinden sunuyor.

Öcalan’ın Almanya’ya atfettiği PKK’ya -onun kuklası olabilecek- baş(lar) monte etme projesi, onun imâ ettiğine göre Avrupa’daki Kürtlerin eğitimli, “prezentabl” kesimleri, yani Kürt diasporasının seçkinleri üzerine kurulu. Ama eğer Türkiye’de “devlet”in de “Kürt sorunu”nu giderecek bir düzenleme ihtiyacı ve kararı varsa -ki vardır elbette- bunu PKK’nın geniş bir kitlesel destek ve örgütlü güç olduğu gerçeğini dikkate alarak yürürlüğe koyacak “devlet”in de kendisi için uygun bir “baş montajı” tasarımı neden olmasın? PKK’-ya, bu hareketin çevresinde duran Kürt aristokrat, eşraf ve aydınlarından oluşacak bir “baş”ın yerleş(tiril)mesi için Öcalan’ın bertaraf edilmesi o kesimler için de “istenir” olmaz mı?

Siyasetten söz ediyorsak, onun bu türden soğuk, acımasız hesaplar üzerine kurulduğunu da bilmek zorundayız.

Gelelim, bu veya aynı türden başka siyasî hesaplarda “gövde”, yığın olarak kendisinden bahsedilen PKK örgütü ve kitle desteğine. Onlar, büyük ölçüde bizzat Öcalan’ın şekillendirdiği PKK jargonunda bile -Öcalan’ın deyişiyle- “üçte biri deli, üçte biri hasta, üçte biri tutsak” diye niteleniyorlar. PKK’lı, yıllar boyunca, sadece çatışmalarda vurulan, kendini yakan, intihar saldırılarında ölen mensupları için örgüt yayınlarının yüceltici sıfatlar kullandığı, ama bunun dışında ilkelliğinden, “düşmüş”lüğünden, değersizliğinden sıkça bahsedilen bir kesim bu.

Bu sözleri yüzlerine karşı defalarca haykırmış bir Öcalan’ı, o benzersiz “Serok” makamına, asırlardır beklenen “kurtarıcı” konumuna yücelten de onlar. Bu şüphesiz haldeki durumlarıyla olmak istedikleri insan ve toplum hali arasında var saydıkları muazzam mesafe arasına koydukları bir köprü idi. Ve oraya ulaşabilecekleri duygusunu da veriyordu onlara.

Şimdi sorguda, mahkeme önünde o aşağıdan alan tutumuyla Öcalan herhalde bu köprüyü berhava etmediyse bile ağır hasara uğratmıştır. Onun “1990’ların ilk yıllarından itibaren Kürt isyanının birçok nedeni fiilen ortadan kalkmıştı, bunu zamanında algılayamamak hatamızdır” mealindeki sözlerinin acıtıcılığı da eklensin buna. En ağır kayıplarını o yıllarda vermiş, yakılıp yıkılmış binlerce köyden o yıllarda göçüp, sığındıkları kent ve metropol varoşlarında yıllardır en derin sefaleti yaşamış bu insanlara, şimdi bizzat “Serok”un ağzından sunulan şey, ağır bir askerî mağlubiyet kabulünün yanısıra belki de daha ağır gelen “boşunaydı, hataydı bunlar” hükmü.

Öcalan’ın İtalya’ya gidişinden beri estirilen Türk milliyetçisi rüzgârın o saklanmayan “galip kibri” ile yüklü, bu ülkenin o vakarlı şehit kültürüne aykırı bir teşhircilikle şehit anaları üzerinden yürütülen öç-linç gösterileri altında bu insanların “barış” ve hele kardeşlik sözlerini nasıl algılamakta oldukları sorulmuyor bile.

Öcalan, bu kitlenin gayet yıkıcı bir patlama potansiyeli oluşturduğunu söylerken, seslendiği siyasal güç ve karar sahibi her odağın bir biçimde bildiği bir gerçeği söylüyor şüphesiz. Ama o potansiyelin ancak kendisi tarafından Türkiye Cumhuriyeti’nin gücüne güç katacak bir öge haline getirilebileceğini iddia ederken, sağ bırakılmasını bu argümanla isterken, o derece inandırıcı mı gözüküyor?

Sanmıyoruz. Çünkü bu kesim eğer günün birinde yeniden “patlarsa” bu kez Kürtlükten dolayı değil -bu bir bahane, dolayım olabilir belki- ilerideki yılların çok daha ağırlaştıracağı o alt sınıf olma konumunun çok yönlü tepki birikimiyle yapacaktır bunu.

Bu ihtimalin önlenmesine ne Öcalan’ın önerisinin ne de mevcut düzenin ne cevabı -ve korkarız- ne de cevap verme niyeti vardır.


Fethullah Gülen’in “mahrem” öğüt ve yorumlarını içeren video kasetlerin ortaya çıkarılışı ile kopan gürültü, dergimiz baskıya verildiği sırada hâlâ ve artarak sürmekteydi.

“28 Şubat süreci” ile meyvesini veren “irtica karşıtı” seferberlik RP-FP çevresindeki dinî hareketi hedef alarak yürütülürken; “laik cephe”nin büyük kısmı tarafından “siyasî olmayan İslâm”, “hoşgörü İslâm’ı” vb. övücü hattâ hürmetkâr sıfatlarla arka çıkılan ve RP’ye hayli mesafeli tutumu ile “takdir toplayan” bu cemaat şimdi, DGM savcılarının 146. maddeden soruşturma ve dava açmaktan söz ettiği, “devleti sinsice ele geçirmeye çalışan” bir teşekkül olarak hedef tahtasına oturtuluyor.

Gülen cemaatinin hiç de “siyaset dışı” olmadığını, aksine elitist bir İslâm, muhafazakârlık ve milliyetçilik anlayışıyla hareket eden, uzun vadeli bir siyasî proje uyarınca devlet ve düzenin kilit noktalarına siyasal-idari ve iktisadî kavga ve güç odaklarına nüfuz ederek, bu düzeyde kadrolaşarak amacına ulaşmaya çalıştığını Birikim’de ta o zamanlar yazdığımızı okurlarımız bilmektedirler. Bu bakımdan Gülen o kasetlerdeki “ikrar”ları bizim açımızdan şaşırtıcı değil.

Ayrıca, Gülen cemaatinin “gizli emelleri”ni, o “suçüstü” kasetleri sayesinde fark etmiş gibi yaparak yeni bir “irtica karşıtı” kampanya açmaya girişenlerin de o gerçeği çok önceden bildikleri gayet belli. Dolayısıyla birilerinin bu konuyu tam şu sırada büyük bir velvele kopararak gündemin baş köşesine oturtmaya çalışmalarının gerisinde henüz tam bilmediğimiz bir hesap olmalı.

Parlamentoda temsil edilen partilerden hiçbirinin bu yeni “irtica karşıtı” kampanyaya destek vermediği görülüyor. Tümü de “Fethullah Gülen cemaati” ile iyi ilişkiler kurmaya özen göstermiş olan bu partileri o “müthiş” kasetler pek etkilememiş görünüyor. Büyük medyanın bilhassa körüklediği, ordu ve MİT’in omuz verdiği yolundaki vurgularla yürütülen bu kampanya onlarda sadece sıkıntı, rahatsızlık yaratmış gibi.

Anlaşılan bu kampanyanın ardındaki hesap, “28 Şubat süreci”nde de kendini belli eden, “seçilmiş” ve “atanmış” güç odakları arasındaki sürtüşme ile ilgili. “Atanmış”ların “devleti” siyasal iktidarın bir kısmını paylaştığı partileri bu yeni hükümet döneminde bir denemeye mi tâbi tutuyor, yoksa bunun yanısıra bir düzenleme mi empoze etmek istiyor? Önümüzdeki günlerde ortaya çıkar bu.

Gerçi siyasal partiler bu kampanyaya “direnmeye” çalışıyor ve hattâ örneğin ANAP lideri “devlet tuzak hazırlayamaz” gibi gayet sivri bir ifadeyle bu rahatsızlığını dile getiriyor ama buna mukabil hedef tahtasındaki “cemaat” tam bir “alçak profil” halinde. Sözcüler, özellikle de bizzat Gülen, bir özür dileme ve tevil çırpınışı içinde “devlet”ten gelen bu rüzgârı yerlere kadar eğilerek atlatmaya uğraşıyorlar.

Ama bu “alçak profil” halinin bu yerlere eğilmenin bir boyutu var ki, aşağılık derecesi ve içeriği bakımından ibret verici.

“Kaset olayı”nın ertesinde tam bir korku ve panik havasına giren “cemaat” adına olayın ilk resmî yorumu, cemaatin yayın organı sayılan Zaman’da “Hoca Efendi”nin gayet yakınından olduğu anlaşılan bir zatın yazısıyla yapıldı.

Sami Namlı isimli bu zat, “devleti sinsice ele geçirmeye çalışmak”la itham edilen cemaat adına bu iddiayı şiddetle reddederken, “devlet”e ne kadar bağlı ve itaatkâr olduklarını yer yer gayet acındırıcı bir dille sayıp dökerken; bu arada cemaate yönelik bu komplonun bir komünist işi olduğunu anlatmaya çalışıyor uzun uzun.

“Dinî hareket”in hemen tüm fraksiyonlarının “devlet” üzerlerine geldikçe, “bizimle niye uğraşıyorsunuz”, “komünistlere baksanıza” demelerine alışığız. “Devlet”e ve onun idollerine kuytularda demediğini bırakmayan bu baylar, “devlet”le yüz yüze geldiklerinde tüm dediklerini yalamaktan utanmıyor olabilirler. Ama bunu yaparken o tür sözleri biz değil haşa, komünistler ediyor türü bir savunmaya tenezzül etmeleri nedendir acaba? Bunun nedeni kendini “seçkin” konumuna koymuş o “devlet” ve temsil ettiği ideoloji, yaşam tarzı tarafından ikinci sınıf bir kitle sayılan bu çevrelerin, o sözde seçkinler karşısında duydukları ve asla kurtulamayacakları bir aşağılık duygusudur herhalde. Kendi ikinci sınıflığını kabullenmenin bastırılmış öfkesini o “devlet” ve temsil ettiği “yüksek yaşam tarzı” sahiplerine karşı duyduğu korku, diş bileme ve hayranlık bulamacına sarmalayan bu kesimler, “komünistler”in şahsında bütün bu karmaşık duygularını boşaltma imkânı bulduklarından olacak herhalde; devletle nasıl bir ilişki durumu hasıl olursa olsun bu “komünistler” ögesi bir biçimde beliriveriyor hemen.

Devlet “komünistler”e karşı mücadele açtığında, ilk koşuşturanlar onlar oluyor. Bir yaltaklanma ve suret-i haktan gözükme gayreti ile şüphesiz. Devlet kendilerine döndüğünde ise bize değil, komünistlere vursanıza diyerek.

“Kariyer”ine 1960’lardaki “dinci” ağırlıklı komünizmle mücadele derneklerinde başladığı bilinen Bay Gülen’in ve cemaat sözcülerinin o derneklerin ilkel, yalan ve çarpıtmalarla, “üst” sınıflara yaltaklıkla yüklü “anti-komünizm”ini hâlâ taşıdığı bizce malûmdu.

Ortada 1960-70’lerdeki gibi o çapta bir “komünist hareket” olsaydı, bu anti-komünizmiyle “devlet”e yaranmaya sıvanmasını anlardık. Oysa durum bu değil. Ama yine aynı yaltaklanma temasına başvuruluyorsa bu, başka hiçbir çaresi olmayan bir zavallılık mıdır, yoksa “alçak profil” stratejisi içinde bunca yıl yol almanın kişileri ve cemaatleri aşağılıklaştırmasından mıdır?

ÖMER LAÇİNER