Toplumsal ve mekânsal ayrımlaşma (segregasyon), kentlerin önemli bir niteliğidir. Kentsel mekânı düzenleyen kurallar toplumsal farklılaşma ve ayrımlaşma yapılarına dayanır. Bu kurallar, kültüre ve tarihe göre değişir, kamusal hayatı şekillendiren esasları gözler önüne serer ve toplumsal grupların kent mekânı içerisinde birbirleriyle nasıl bir ilişki içerisinde olduklarını gösterir. Bu makalede mekânsal ve toplumsal ayrımlaşmanın, Brezilya’nın en büyük ve en zengin kenti olan Sao Paulo’da bugün nasıl yeni bir biçim aldığını göstermeye çalışacağım. Bu düzenlenişin temel aracı, benim müstahkem adacıklar (fortified enclaves) dediğim alanlardır ve bu alanları meşrûlaştıran temel retorik de suça maruz kalma korkusudur. Bu yeni ayrımlaşma yapısını incelerken, bugün Sao Paulo’da ve dünyanın pek çok kentinde yaratılan kamusal mekânın, ortak ve genel kullanım gibi modern ideallerle bir bağlantısı kalmadığını iddia ediyorum. Tam tersine bu yeni mekânsal düzenlemenin dayandığı ideal, ayrı durmadır. Bu ideale göre, toplumsal gruplar homojen adacıklarda yaşamalı, kendilerinden farklı gördükleri ve etkileşimlerinin giderek koptuğu gruplardan uzak durmalıdır. Dolayısıyla, yeni mekânsal ayrımlaşma yapısı yeni bir kamusal alan türünün temelini oluşturur.
Bu yüzyılda, Sao Paulo’nun kentsel mekânında en azından üç farklı ayrımlaşma biçimi yaşandı. Birinci ayrımlaşma türü 19. yüzyılın sonlarından 1940’lara kadar etkisini göstermiş, farklı toplumsal grupların küçük bir kentsel alana sıkışık bir şekilde yerleştirildiği ve birbirlerinden evlerinin tiplerine göre ayrıldıkları, yoğunlaştırılmış bir kent ortaya çıkmıştı. Merkez-çevre diye adlandırabileceğimiz ve 1940’lardan 1980’lere kadar kentin gelişimine hâkim olan ikinci ayrımlaşma türünde, farklı toplumsal gruplar uzun mesafelerle birbirlerinden ayrılmışlardı; orta ve üst sınıflar merkezî ve altyapısı düzgün mahallelerde otururken, fakirler şehrin dışında kalan yerlerde yaşıyorlardı. Her ne kadar Sao Paulo’da yaşayan bir çok insan ve sosyal bilimcilerin çoğu, kenti hâlâ bu ikinci türe göre değerlendiriyor ve tartışıyorlarsa da, ben bu makalede, 1980’lerde üçüncü bir türün oluştuğunu ve kentin ve onun metropoliten bölgesinin bu yeni türe göre kaydadeğer ölçüde değiştiğini iddia edeceğim. Mevcut merkez-çevre örüntüsü dönüşüme uğramakta, farklı toplumsal grupların kent mekânında yeniden yakın oldukları, ancak duvarlar ve güvenlik teknolojileriyle birbirlerinden ayrıldıkları ve ortak alanlarda bulunmama veya etkileşime girmeme eğilimi gösterdikleri bir kent ortaya çıkmaktadır.
Sao Paulo’da, 1890’lardan 1940’lara kadar, kentsel mekâna ve toplumsal yaşama yoğunlaşma ve heterojenlik damgasını vurmuştu. 19. yüzyılın son on yılında kentin nüfusu yılda yüzde 13.9 oranında arttı, ancak kentsel alan bu demografik büyümeyle orantılı olarak genişlemedi; 1914’te kentin nüfus yoğunluğu hektar başına 110 kişiydi (Rolnik vd., s.35). Yeni yerleşimcilerin çoğunluğunu, yeni kurulan sanayi işletmelerinde çalışmak üzere Avrupa’dan gelen göçmenler oluşturuyordu. 1930’lara kadar Sao Paulo’daki hâkim iktisadî etkinlik kahve ihracatıydı. Kahve ihracatına dayalı hizmetlerin ve finansal işlerin ağırlıkta olduğu sakin kent sanayileşmeyle dönüştü. 20. yüzyıl başında Sao Paulo’da inşaat işleri yoğundu; yeni fabrikalar kurulmuştu ve özellikle işçiler için oturacak yerlere ihtiyaç vardı. O zamanlar fabrikalar evlere yakındı ve konut alanlarından ayrı hizmet sektörü binalarının ve ticarethanelerin bulunduğu semtler yoktu. İktisadî ve kentsel işlevlerin ayrılması düşüncesi, Sao Paulo’nun kentleşmesinde ancak daha sonra etkisini gösterecekti.
Yüzyılın başında toplumsal ayrımlaşma özellikle konut ve barınma tiplerinde ifadesini buluyordu. Sao Paulo’daki konutların yüzde 80’inden fazlası kiraydı (Bonduki, 1983, s.146). Sanayi ve kahve üretimiyle uğraşan elitler ile küçük bir orta sınıf kendi malikanelerinde veya müstakil konutlarında yaşıyorlardı. Ev sahibi olmak işçiler için mümkün değildi; çoğu cortiçolarda yaşıyordu. Bugün merkezî semtlerde benzerlerine rastladığımız cortiçolar odalardan oluşur; bütün aile bir odada yaşar, orada uyur, yemek yapar ve misafir ağırlar; aileler evin dışındaki ya da koridordaki banyoları ve muslukları paylaşır. İyi ücret alan işçilerin çok azı, tek ailenin yaşadığı ve genellikle sıralar halinde inşâ edilmiş olan evler (casas geminadas) kiralayabiliyorlardı. Söz konusu sıra evleri çoğunlukla kalifiye işçilerini etkilemek ve ellerinden kaçırmamak için fabrika sahipleri kendileri inşâ etmişlerdi.
Hızla büyüyen ve değişen böylesine yoğunlaşmış bir kentte, nüfusu sınıflandırmak ayrıma tabi tutmak ve denetlemek kaygısı epey kuvvetliydi. Tıpkı sanayileşmenin erken aşamasındaki başka kentlerde olduğu gibi Sao Paulo’da da bu kaygıların temel ifade biçimlerinden biri, her zaman ahlâkla özdeşleştirilen sağlık ve hijyenle ilgiliydi. Sendikal hareket çok kuvvetliydi ve 1910’larda Sao Paulo’da büyük grevler yapıldı (Fausto, 1977); Sao Paulo elitleri kentteki toplumsal karmaşaya dair teşhislerini bulaşıcı hastalık, pislik ve cinsel yozlaşma kavramları ile ifade ettiler, çok geçmeden bütün bu kavramların suçla bağlantısı kuruldu. Hijyenik koşulları sağlama ve işçileri denetleme kaygılarını en azından iki farklı yolla toplumsal ayrımlaşma yaratarak gösterdiler. Bugün nasıl suça maruz kalmaktan korkuyorlarsa, o dönemde de salgın hastalıklardan korkuyorlardı ve bu yüzden kalabalık merkezden taşınmaya başladılar. Gittikleri bölgelerden biri kentin yalıtılmış bir alanında inşâ edilen ve yalnızca kendilerine ait olmasını istedikleri yeni bir semtti: Higienópolis, yani hijyen kent. Aynı esnada kentin merkezini temizlemek ve ahlâk standartlarını yükseltmek için işçilerin de merkez dışına taşınıp tek ailelik evlerde oturmalarını planlıyorlardı. İşçilerin yoğunlaşmasını ve onlarla özdeşleşen sağlıksız koşulları, kent yaşamından çıkarılıp atılması gereken birer bela olarak tanımlıyorlardı. Dağılma, yalıtma, açıklık ve temizliğin kentsel çevreyi düzeltecek ve kentteki kaotik durumun yarattığı toplumsal gerilimi giderecek çözümler olduğunu düşünüyorlardı.
1910 yılından beri belediye başkanları ve devlet görevlileri bulvarlar açmaya, caddeleri genişletmeye, cortiçoları ortadan kaldırmaya, kentin merkezini yeniden inşâ etmeye, kentleşmenin seyrini planlamaya çalıştılar. Bu çabalardan en bilineni Haussmann’ın Paris’te uyguladığı düzenlemelerden esinlenerek 1920’lerin sonu ve 1930’ların başında hazırlanan ve 1938’de başlatılan Plano de Avenidas’tır (Bulvarlar Planı). Planda, merkezden şehrin dış mahallelerine doğru giden büyük bulvarlar açılması öngörülüyordu. Kentin merkezinde pek çok yıkım ve yeniden düzenleme yapıldı; merkezdeki ticaret alanı emlak spekülasyonlarına yol açacak şekilde yenilendi ve genişletildi. Bunun sonucunda artan kiraları karşılayamayan işçiler buralardan taşınmaya başladılar. Plano de Avenidas’la, kentteki metro veya troleybüs ulaşımının geliştirilmesi yerine yolların genişletilmesi tercih edildi. 1930’larda yeni bulvarların açılmasıyla özdeşleşen bir otobüs sisteminin kurulması kentin çevreye doğru genişlemesini ve işçilerin merkeze rahat gidip gelmesini mümkün kıldı.
Bu esnada elitler, işçiler arasında ev sahipliğini yaygınlaştırmanın gerekliliğine inanmaya başladılar. Roberto Simonsen’in başkanlığındaki Sanayi Federasyonu çatısı altında toplanan sanayiciler, işçilerin konut sorununu çözme sorumluluğunu işverenlerin tek başlarına üstlenemeyeceği düşüncesini benimsediler. Ücretlerini etkileyen kira yükünü azaltıp alım güçlerini artıracağı için işçilerin ev sahibi olmasını istiyorlardı. 1930’da Getúlio Vargas’ın iktidara gelmesinden sonra kurulan Çalışma Bakanlığı da işçilerin ev sahibi olması yönünde fırsatlar yaratılması gerektiği fikrini savundu. Bakanlık, mülkiyetin toplumsal istikrarın önemli bir ögesi olduğu noktasında sanayicilerle hemfikirdi. Federal hükümetin konut alanındaki en önemli girişimlerinden biri 1942 yılında çıkarılan Lei do Inquilinato, yani Kiracı Yasası idi, bu yasa ile bütün kiralar Aralık 1941’deki rakamlarda donduruldu. Yüksek enflasyona rağmen bu uygulama birkaç küçük artışla 1964’e kadar başarılı bir şekilde sürdürüldü. Bu kanunun çıkışıyla Sao Paulo’da kiraya verilecek oda ve evlerin sayısı azaldı ve işçiler, kendi evlerini yapmaları için uygun alanların yaratıldığı çevreye doğru itildiler.
Özetlersek, elitlerin süregiden çabaları nüfus artışıyla birleşerek fakirleri, kentin merkezinden dışarı, yani çevreye doğru gitmeye zorladı. Kent merkezini yeniden biçimlendirmek, çevreye ulaşımı sağlayacak yeni yollar açmak, troleybüs yerine otobüs ağı kurmak, hijyenik kaygılarla fakir insanların evlerini oturmaya müsait değil diye damgalamak, kiraları dondurarak kiraya verilecek evlerin inşâsını cazip bir şey olmaktan çıkarmak ve ev sahibi olmanın ahlâki değeri üzerinde ısrar etmek, bütün bunlar kentin şeklini ve toplumsal ayırmanın ifade ediliş tarzını etkili ve radikal bir şekilde değiştirdi. Bu yeni düzenlemede zengin ve fakir birbirlerinden uzakta yaşayacaklardı.
ZENGİN BİR MERKEZ VE FAKİR BİR ÇEVRE
Sao Paulo’nun kentleşmesinde 1940’lardan 1980’lere kadar merkez-çevre örüntüsü hâkimdi. Bu örüntünün dört temel niteliği vardır: 1) Kentleşme yoğunlaşmış değil, yayılmıştır; bunu, nüfus yoğunluğunun 1914’te hektar başına 110 kişi iken 1960’ta 24.5’e düşmesinden anlayabiliriz (Rolnik vd., s.35). 2) Kent mekânında toplumsal sınıflar birbirlerinden ayrılmışlardır; orta ve üst sınıflar merkezde altyapısı düzgün semtlerde otururken, fakirler çevrede oturmaya başlamışlardır. 3) Ev sahibi olmak, zengin ya da fakir kentte yaşayanların çoğu için kural haline gelmiştir. 4) Ulaşım, raylı sistemlere değil ağırlıklı olarak karayoluna dayanmaktadır; işçiler otobüslerle, orta ve üst sınıflar ise arabalarıyla gidip gelmektedir. Geleneksel tekstil ve yiyecek endüstrilerinin yerini modern ağır sanayilerin alması (araba üretiminin başlamasına bağlanan bir değişim) sonucunda, Sao Paulo, ülkenin sanayi merkezi haline gelirken, merkez-çevre örüntüsü de iyice oturmuştur. Yeni sanayileşmeyle beraber bir göçmen akını yaşandı; bu sefer gelenler Brezilya’nın kuzeydoğusundandı ve Sao Paulo’nun nüfusu, 1950’ler ve 1960’larda yılda yüzde 5’ten daha yüksek bir oranda arttı.
Çevrenin kentleşmesine bağlı olarak 1940’lardan itibaren Sao Paulo çok büyük oranda genişledi. Kentin dış mahallelerindeki yeni yerleşim alanlarındaki nüfus artışı, 1960’lar ve 1970’lerde yılda yüzde 10 civarındaydı; merkezî bölgelerde ise nüfus ya azaldı ya da çok az arttı (Caldeira, 1984, bölüm 1). Çevrenin kentleşmesi büyük oranda özel sektöre bırakıldı ve 1970’lere kadar hükümetin denetimi ve yardımı çok kısıtlı kaldı. Hükümetin ve elitlerin, fakirlerin ev sahibi olmalarını destekleme ve kentin genişlemesinin rasyonel bir planlamasını yapma vaatlerine rağmen, çevrede arazi açıp, bunları satma ve otobüs sistemini genişletme işine spekülatörler ağırlıklarını koydular. Pek çoğu emlak spekülatörü olan özel girişimciler, otobüs sistemini kurdular. Daha az altyapı gerektiren ve troleybüs ve metroya göre daha esnek bir kullanımı olan otobüsler, kentin merkezinden uzaktaki mahallelere asfaltsız yollardan gidip geliyorlardı. Sistem kuralsız ve gelişigüzel işliyordu; böylece kentin iyice dışında imara uygun olmayan yerlerde işçilere arazi satılabildi ve tuhaf bir kentsel mekân türü ortaya çıktı. Bu mekânda, kullanılan ve boş araziler geniş bir alana gelişigüzel bir şekilde dağılmışlardı. Bir büyüme planı yoktu ve kullanılan araziler spekülatörlerin yatırım yapmaya karar verdikleri arazilerdi. Spekülatörlerin stratejileri, kullanılan arazilerin arasında boş alanlar bırakmaktı, böylece bu boş araziler daha sonra daha yüksek fiyatlara satılabilecekti.
Diğer taraftan emlak spekülatörleri kârlarını maksimize etmek için yasal olmayan çeşitli yollara başvurdular; bunlar, basbayağı dolandırıcılıktan yasaların gerektirdiği temel kentsel hizmetleri sağlamamaya ya da en düşük arsa ölçülerini uygulamamaya kadar değişiyordu. Kendi evlerini yapmak üzere çevrede arsa alan işçilerin çoğunluğu zamanla tapu senetlerinin yasal olmayan bu yöntemler nedeniyle tehlikede olduğunu fark ettiler. Meselenin boyutlarının büyüklüğünü Sao Paulo Planlama Dairesi’nin yakın bir zamanda ortaya koyduğu, yasal olmayan yöntemlerin en az birinden etkilenen konutlarda yaşayan insanların kentin toplam nüfusunun yüzde 65’ini oluşturduğu şeklindeki saptamasından anlayabiliriz (Rolnik vd., s.95). İşçiler, tam da arazinin ve binaların yasal olmayışının ve bütün olarak çevrenin şüpheli yasal niteliğinin onları ev sahibi yaptığının ve böylece konut sorunlarını çözdüğünün her zaman farkındaydılar (bkz. Caldeira, 1984, bölümler 1, 2 ve 3; Holston, 1991 a ve b). İşçiler önceleri merkezde oda kiralıyorlardı, daha sonra çevrede üzerine ev yapabilecekleri araziler satın almaya başladılar. Bu araziler işçilerin alabilecekleri kadar ucuzdu çünkü alım-satımları illegaldi ve dağın başındaki bu yerler kentsel altyapıdan yoksundu.
Elitler ve devlet yetkilileri çevreye giden işçilere karşı başka sorumluluklarından da kurtuluyorlardı. İşçiler kendi evlerini inşâ edebilmek için herhangi bir finansal yardım almıyorlardı. Onlar için oluşturulan az sayıdaki konut programında da ya işçilerin malî gücünü aşan şartlar konmuştu ya da bu planlar hemen orta sınıflara kaydırılmıştı. Bu yüzden işçiler auto-construçáo (kendi emeği ve parasıyla konut yapma) denen bir yöntemle evlerini yapmaya başladılar. Bu yöntemle ev yapmak neredeyse bir ömür sürüyordu. İşçi bir arsa alıyor ve kira vermemek için arsanın arka tarafında bir oda veya bir kulübe inşâ ediyor, buraya taşınıyor ve bu binayı genişletmek, adam etmek ve evi döşemek için yıllar harcıyorlardı.
Auto-construçáo’nun çevrenin genişlemesi ile birleşmesi sonucunda yalnızca kentleşme örüntüsü ve kentteki toplumsal ayrımlaşma değil, nüfusun büyük bir kısmının ev sahipliği/kiracılık statüleri de değişti. 1940’lardan başlayarak Sao Paulo’da ev sahipliği epey arttı ve kiracı sayısı da azaldı. Nüfus sayımına göre 1970’te Sao Paulo’daki tüm konutların yüzde 53.8’inde oturanlar evin sahibiydi; oysa 1920’de bu oran yalnızca yüzde 19’du.
Sao Paulo’daki mesken örüntüsü özellikle 1960’ların sonlarından itibaren, orta sınıflar için de değişti. Onlar da mülk sahibi oldular, ancak işçilerden ayrı olarak orta ve üst sınıfların malî kaynakları vardı ve kendi evlerini inşâ etmek durumunda değillerdi. Apartmanlara taşındılar; apartmanlara olan talep 1970’lerde büyük oranda arttı ve bu da merkezî semtlerin görüntüsünü değiştirdi.[1]
1970’lerin sonuna gelindiğinde Sao Paulo hem nüfusun mekânsal dağılımı, hem de konutların düzenlenişi açısından tam anlamıyla ayrımlaşmanın göründüğü bir kent haline gelmişti. Yoksullar, çevrede istikrarsız mahallelerde ve kendi yaptıkları evlerde yaşarken, orta ve üst sınıflar, merkezî ve altyapısı düzgün mahallelerde ve çoğunlukla da apartmanlarda oturuyorlardı. 1930’ların elitinin hayali gerçekleşmişti; fakirler gözlerinin önünde değildi ve çoğu, tek-aile için olan kendi evlerinde oturuyorlardı. Bu mekânsal tecrit örüntüsünün yerleşmesi, Sao Paulo ve metropoliten bölgesinin ülkenin temel sanayi merkezi ve önemli bir iktisadî kutbu[2] haline gelmesiyle aynı zamanda gerçekleşti. Yeni ağır sanayiler (genellikle metal-mekanik) kentin çevresinde ve kente yakın belediyelerde yer alıyordu. Ticaret ve servisler merkezî bölgelerde kalmıştı, bu bölgeler geleneksel merkezden orta ve üst sınıfların mekânı olan kentin güney bölgesine doğru genişlemişti.
Mekânsal dağılımın sınıfların ayrımlaşmasını iyice güçlendirirken, pek çoklarının toplumsal barışın göstergesi olarak gördüğü iki etken de, iletişimsizliğe ve sınıfların birbirlerinden tamamiyle ayrılmalarına yol açtı. Bir yanda Brezilya’da 1970’lerde yaşanan iktisadî gelişme -mucize yıllar- iyimserliği besleyip ilerleme ve toplumsal hareketliliğe olan inancı kuvvetlendirirken, diğer yanda da baskıcı askerî rejim (1964-1985) siyasî örgütleri ve kamusal muhalefeti yasal olmaktan çıkardı. Ancak ‘sükûnet’ pek uzun sürmedi. Askerî rejimin son yıllarında Sao Paulo’nun metropoliten bölgesinde sendikal hareket yeniden örgütlendi. Çevrede de kentsel hizmet ve yatırım isteyen toplumsal hareketlenmeler örgütlendi. Ev sahipliği, toplumsal istikrarın ve işçi sınıfı uysallığının bir aracı olmamış, aksine işçi sınıfını politikleştirmiş ve onların kent üzerindeki haklarını savunmalarına, mekânsal düzenlenişin değişmesini talep etmelerine yardımcı olmuştur; bu, elitlerin öngöremediği bir durumdu. 1970’lerin sonlarında askerî rejim ‘siyasî açıklık’ uygulamaya karar verdiği anda, çevrede toplumsal hareketlenmeler ortaya çıkmaya başladı. Kentin dış kısımlarının sessizliğinde unutulan Sao Paulo’nun fakir sakinleri, eğer hemen örgütlenebilirlerse mahallelerdeki yaşam kalitesini arttırabileceklerini fark ettiler.
Önceden siyasî arenadan dışlanan bu insanların politik hareketlenme süreçleri, Sao Paulo nüfusunun kentin toplumsal ayrımlaşma ve mekânsal örgütlenme örüntüsünün farkına varmasını ve onu değiştirmeye başlamasını sağladı. Bu hareketlerin en önemli kazanımları, işçi sınıfının kent ve onun siyasî mekânı üzerindeki haklarının genişletilmesi ve hükümetin çevredeki yaşam kalitesini yükseltmek durumunda kalmasıdır. Ancak, 1980’lerdeki derin iktisadî krizin etkileri, bu kazanımları takip eden başka iki süreçle birleşerek, söz konusu hareketlerin sonuçlarını ciddi şekilde tehlikeye soktu. Birinci süreçte, toplumsal hareketlerin bastırmasıyla çevrede yaşam kalitesinin gerçek anlamda artması arsa değerlerini yükseltti ve bu da 1980’lerin iktisadî durgunluk döneminde büyüyen kentsel yoksul yeni nesil için ev sahibi olmayı imkânsız hale getirdi. Yani işçi sınıfının, tecrit edilişini protesto eden siyasî örgütlenmesi, kentsel alanda yarattığı tepkiler ve dönüşümlerle tecrit şartlarını yeniden yarattı. İkinci süreçte ise 1980’lerin ortalarından itibaren suç oranlarındaki yükselme ve buna bağlı olarak artan korku, işçilerin ve göçmenlerin damgalanması, hakların genişlemesine tepki gösterilmesi ve güvenlik nosyonuna dayalı farklı bir ayrımlaşma modelinin yaratılması için uygun bir zemin hazırladı.
YAKINLIK VE YÜKSEK DUVARLAR: 1990’LARDA SAO PAULO
1990’lardaki Sao Paulo, 1970’lerdekine oranla çok daha farklılaşmış ve parçalı bir kent. 1980’lerde toplumsal sınıfların mekânsal dağılım örüntüsü ve iktisadî faaliyetler değişmeye başladı ve bu da daha heterojen bir kentsel mekânı doğurdu. Bu süreçte ayrımlaşma farklı bir biçim aldı. Kent hâlâ merkez-çevre karşıtlığıyla tanımlanıyorsa da çeşitli toplumsal gruplar ve kentsel işlevler kentte oradan oraya hareket ediyor ve çeşitli mekânlar dönüşüme uğruyor. Daha önce de belirttiğim gibi çevre epey düzeldi ve bunun sonunda da en yoksulların gücünün yetmediği bir yer haline geldi. Onlar da ya kentin merkezî alanlarındaki gecekondu bölgelerine ve cortiçolara ya da metropoliten bölgesindeki uzak belediyelere taşınmaya başladılar. Yüksek gelirli aileler arasında da kentin dış mahallelerine gidip orada kendileri için yalıtılmış birimler yaratma eğilimi söz konusu. Büyük işyeri kompleksleri ve ticarî merkezler de kent merkezinden uzaklaşıyor. Zenginlerin kitlesel göçü ve/veya yalıtımı tamamlanmadığı ve taşınmakta oldukları yerler alt gelirlilerin oturdukları yerler olduğu için son on yıldır farklı toplumsal sınıflardan insanlar, 1940’lardan beri ilk kez bu kadar yakın oturuyorlar. İktisadî kriz, belirsizlik ve toplumsal çürümeye dair bir kaygının, siyasî arenada işçilerin daha belirgin bir varlığının ve şiddete marûz kalma korkusunun hâkim olduğu bir ortamda, farklı sınıfların bu yakınlığı toplumsal farklılaşmanın mesele edilmesine ve yeni ayrımcılık biçimlerinin ortaya çıkmasına neden oluyor.
1980’ler ve 1990’larda gerçekleşen kentsel değişiklikler ve onların ortaya çıkardığı yeni mekânsal ayrımlaşma örüntüsü, aşağıda ele alacağım dört süreçten bağımsız düşünülemez. Bu süreçler içiçe geçmişlerdir ancak ayrı ayrı incelenebilirler ve farklı kökenlere dayandırılabilirler. Hem kentsel çevrenin dönüşmesi, hem de Sao Paulo sakinlerinin kentteki dönüşümleri algılayışları üzerindeki etkilerini ayırmak mümkündür. Bu dört süreç şunlardır:
Birincisi, 1980’ler ve erken 1990’ların iktisadî durgunluk, yüksek enflasyon oranları ve artan yoksullaşmanın damgasını vurduğu yıllar olmasıdır. 1980’ler Brezilya’da ve Latin Amerika’da “kayıp yıllar” olarak bilinir. 1970’lerin “mucize” yıllarının tersine iktisadî büyüme çok yavaşladı, 1980’lerde GSMH yüzde 5.5 oranında düştü, işsizlik arttı ve enflasyon fırladı. 1980’lerin ortalarından sonra birkaç yıl boyunca enflasyon oranı yılda yüzde 1000’den daha yüksek seyretti ve bunu engellemeye yönelik iktisadî planlar ardı ardına başarısızlıkla sonuçlandı.[3] On yıllık bir enflasyon, işsizlik ve iktisadî durgunluk döneminden sonra yoksulluk tehlikeli boyutlara ulaştı. Yakın zamanda yapılan araştırmalar da gösteriyor ki, iktisadî krizin etkileri özellikle fakir nüfus için çok ağır oldu ve Brezilya’nın zaten adaletsiz olan gelir dağılımını daha da adaletsizleştirdi (Rocha, 1991; Lopes, 1993). Her ne kadar Sao Paulo’nun metropoliten bölgesi gelir dağılımı açısından ülkedeki en iyi durumdaki bölgelerden biri olsa da, 1981’de 0.516 olan Gini katsayısı 1989’da 0.566’ya çıktı (Rocha, 1991, s.38).[4] Tüm bunların sonucunda son on yıl, beklentilerin tepetaklak oluşuna sahne oldu; ilerleme ve toplumsal hareketliliğe duyulan inanç yerini, düşkırıklığı, şüphecilik ve geleceğe dair belirsizlik hissine bıraktı.
İkincisi, Sao Paulo’daki iktisadî faaliyetlerin 1980’lerde yeniden yapılanmaya başlamasıdır. Dünyadaki pek çok metropolün gittiği yoldan giden Sao Paulo’da da hizmet sektörü başat hale gelmekte. Son on yılda Sao Paulo kenti, Brezilya’nın en büyük sanayi merkezi olma konumunu ülkenin ve metropoliten bölgenin diğer yerlerine kaptırdı. Tıpkı öteki ‘global kentler’ gibi Sao Paulo da bir finans ve ticaret merkezi üretim faaliyetleri ile uzmanlık gerektiren hizmetlerin koordinasyon merkezi haline geliyor (Sassen, 1991).
Üçüncüsü, 1980’lerin, Brezilya’daki 21 yıllık askerî yönetimden sonra demokratik rejimin yerleştirilmeye çalışıldığı yıllar olmasıdır. Hem seçimler barış içerisinde, düzenli ve adil bir şekilde gerçekleştirildi ve siyasî partiler örgütsel bir özgürlük içerisinde hareket ettiler, hem de işçi sınıfını ve bastırılan grupları siyasî sahnenin merkezine taşıyan ve siyasetçilerle vatandaşlar arasındaki ilişkiyi dönüştüren bir şekilde sendikalar ve her türden toplumsal hareket ortaya çıktı. Yaygın bir toplumsal eşitsizlik, elitizm ve otoriteryanizm geleneğine sahip bir ülkede bunlar azımsanacak kazanımlar değil. Ancak 1990’ların başlarında demokratik rejimin yerleştirilme sürecinin sınırları iyice ortaya çıktı. Yasama ve yürütme organlarının üyelerinin adlarının karıştığı pek çok skandal haberlerde yer aldı. Bu skandallardan en önemlisi, askerî yönetimden sonra seçilen ilk sivil başkan olan Fernando Collor de Mello’nun azli ile sonuçlandı. Ayrıca artan kamusal şiddet, mahkûmların, sokak çocuklarının, Kızılderililerin ve gecekondu bölgelerinde yaşayanların katledilmesi, linç eylemleri ve meseleleri kendi kendine ve genelde vahşi bir şekilde çözmeyi tercih etmenin yaygınlığı demokratikleşme sürecinin, adalet sistemi gibi sivil hayatın önemli alanlarına ulaşamadığını gösteriyor.
Şiddet içeren suçların ve korkunun artması şeklinde ifade edebileceğimiz dördüncü süreç yeni kentsel ayrımlaşma örüntüsü ile en doğrudan bağlantılı olan süreçtir, çünkü ayrımlaşmayı meşrûlaştıran retoriği beslemektedir. 1980’lerin ortalarından itibaren suç oranı arttı, ancak daha da önemlisi suçların niteliğinde bir değişiklik oldu. 1980’lerin başlarında toplam suçlar içerisinde şiddet içerenlerin oranı yüzde 20 iken, bu rakam 1990’larda yüzde 30’a çıktı. 1990’larda cinayet oranı Sao Paulo’daki nüfusun 100.000’de 35’inden daha fazla. Ancak şiddet artışındaki en ciddi öge polis şiddetindeki artış. 1990’ların başlarında Sao Paulo askerî polisi yılda 1000’den fazla şüpheliyi öldürdü; bu rakam dünyadaki hiçbir metropolde böylesine yüksek değil.[5] Şiddet, güvensizlik ve korkunun tırmanması, vatandaşlar yeni koruma stratejileri uygulamaya başladıkları için, bir dizi dönüşümü de beraberinde getiriyor. Bu stratejiler, kentin görünümünü, dolaşım örüntülerini, gündelik yörüngelerini, alışkanlıklarını ve caddelerle, toplu taşıma araçlarının kullanımı ile bağlantılı hareketleri değiştiriyor. Sao Paulo sakinlerinin gündelik hayatı, şiddete maruz kalma korkusu ve bu korkunun hayat tarzında yarattığı değişimlerden büyük oranda etkilendi.
Bu dört süreç Sao Paulo’nun kentsel mekânını etkiledi. Bazen bu etki doğrudan olmayabilir, ancak yeni ayrımlaşma örüntüsünü şekillendiren arkaplanı oluşturduğu kesin.
1980’lerde Sao Paulo’nun çevresindeki mahalleler, iktisadî durgunluğa ve fakirlikteki artışa rağmen yavaşça büyüdüler ve buralardaki yaşam kalitesi de arttı. 1980’lerde çevredeki nüfus artış hızı, her ne kadar yüksek olmaya devam ettiyse de, önceki yıllara göre düşüktü; bu oran 1950-1970 yılları arasında yüzde 10 civarında seyrederken, 1980’lerde yüzde 3’e düştü. Sao Paulo Belediyesi’nin sınırlarındaki bazı alanlarda ve metropoliten bölgesindeki diğer belediyelerde daha önceki dönemlere benzer şekilde insanları kendi emek ve paralarıyla konut inşaatları ve usûlsüzlükler devam ediyor; buralar halen en fakir ailelerin yaşadıkları yerler. Buna mukabil çevrenin bazı eski alanları, özellikle de kentin ara bölgelerine yakın olanlar gelişti ve daha az fakir bir hale geldi. Çeşitli bölgelerde tümü toplumsal hareketlerin örgütlenmesi sonucu elde edilen altyapı inşâsı, kentsel gelişme ve arazi parsellemelerinin düzenlenişi, arsaların değerini arttırdı. Çevrede örgütlenen derneklerin sürekli baskısı işbaşına gelen siyasî grupların serbest seçimlerle değişmesi ile birleşince, yerel yönetimdeki öncelikler de değişti ve çevrede kentsel altyapıya büyük yatırımlar yapılmaya başlandı. Dahası, arazi tartışmalarının olduğu yirmi yıl boyunca toplumsal hareketler belediyeleri, yasalara uygun hareket etmeyenlere af getirmeye zorladı, tanzim edilen araziler resmî arsa pazarına dahil oldular. Ancak bu yeni kazanımlar, pazardaki düzensiz ve ucuz arazi stoğunu azalttı. Daha iyi bir altyapıya sahip olan bölgelerdeki araziler önceki riskli bölgelerdeki usûlsüz arazilerden daha pahalı oldukları için, bu düzenlemelerin yapıldığı mahallelerin, fakirleşmiş nüfusun erişemeyeceği alanlar haline gelmesi söz konusuydu.
Çevredeki favelaların ve kiralık evlerin sayısı arttı. Favela, işgal edilmiş toprak üzerinde yer alan bir dizi derme çatma kulübedir. İnsanlar kendi kulübelerine sahiptirler ve onları taşıyabilirler ancak yasal olmayan yollarla yerleştikleri toprak üzerinde mülkiyetleri yoktur. Sao Paulo Konut İdaresi’nin yaptığı yeni bir araştırmaya göre favelalarda yaşayanların kent nüfusuna oranı 1973’te yüzde 1.1 iken, bu oran 1980’de 2.2’ye, 1987’de 8.8’e ve 1993’te de 19.4’e çıkmıştır. 1993’te 1.902.000 kişi favelalarda yaşamaktadır (Estado de S. Paulo, 15 Ekim 1994, C.2). 1987’de favelaların çoğu çevredeydi. Aynı araştırmaya göre favelalarda yaşayan ailelerin yüzde 48’inin ortalama geliri dört asgari ücret toplamından fazla; 1973’te ise bu gelir düzeyindeki ailelerin oranı yalnızca yüzde 3’tü. Yani, görece yüksek maaş alan aileler bile kendi kendine inşâ işine girişemiyor ve favelalarda yaşamak durumunda kalıyor.
1980’lere damgasını vuran fakirlik çevredeki daha iyi koşullar ve daha yüksek arsa değerleriyle birleşerek en fakirleri kentin kıyısına veya metropoliten bölgesindeki diğer belediyelere sürükledi. Bu süreçte auto-construçao zorlaştı, kira veya işgal maddi açıdan daha ‘mümkün’ seçenekler haline geldi, favela ve cortiçolardaki nüfus arttı ve en fakir ailelerin pek çoğu kentin iç kısımlarındaki yozlaşan alanlara gitti.
Orta sınıfın çeşitli katmanlarının yaşadığı kentin iç kısmındaki bölgeler, yozlaşma ve yenilenmeyi (gentrification) aynı anda yaşadı. Eski sanayi bölgelerindeki terkedilmiş evler ve fabrikalar cortiçolara dönüştü. 1970’lerde apartman inşaatlarının yoğun olduğu ve geleneksel olarak orta sınıfların yaşadığı semtler, 1980’lerde fakirleşti. Yeni bulvarların ve doğu tarafında yeni bir metro hattının açılması kentin iç bölgelerinde büyük dönüşümlere yol açtı. Genellikle bu değişimler, orta sınıflar için bazıları kapalı olan kondominyum* modelinde yeni apartmanlar inşâ edilmesiyle birarada gerçekleşti.
Kentin homojen bir şekilde en zengin alanı olan ‘Jardins’, yüksek apartman bloklarının yoğunlaştığı yerler haline geldi. Buralar, müstakil evlerinden apartmanlara taşınan, ancak elitlerin merkezî semtlerini ve söz konusu semtlerin gelişmiş ticari hizmetlerini de bırakmayan üst sınıflara hitap ediyor. Bu kesim bir azınlık oluşturuyor, çünkü orta ve üst sınıfların büyük bir kısmı merkezden taşınmayı tercih ediyor ve kentin şeklindeki en belirgin dönüşümler onların taşındıkları batı ve güneybatı mahallelerinde meydana geliyor. On beş yıl önce çevrenin bir bölümü addedilebilecek bu alanlar zenginler için yeni bir yerleşim türüne ve bir tarafta zengin ve fakirleri, diğer tarafta ise konutlar ve işyerlerini, yeni bir şekilde biraraya getiren, yeni bir kentsel gelişme örüntüsüne örnek teşkil ediyor.
Son on yılda Sao Paulo’nun emlak piyasası, 1970’lerin başına oranla daha sakin. 1986 yılında Banco Nacional de Habitação’nun (BNH) kapatılması, finansal seçenekleri azalttı. 1980’lerin sonlarından itibaren apartman alım-satımıyla ilgilenen emlakçılar, finansal yardıma ihtiyaç duymadan eski evlerini satıp yerine yeni evler alabilecek durumdaki üst sınıflara yöneldi. Aslında piyasanın genişleyen kısmı üst sınıfa yönelik olan ‘lüks emlak piyasası’. Üst sınıflar şiddete marûz kalma korkusu yüzünden ve yeni konutlardaki malzeme ve servis kalitesinden etkilenerek büyük müstakil evlerini apartman daireleriyle değiştiriyorlar. Yeni kentsel gelişme örüntüsünü en iyi örneği olan semt ise Morumbi.
1980-1987 arasında Morumbi’de 217 bina inşâ edildi, yani çoğu lüks 4972 daire. Buradaki yenilik inşaat hacminde değil, binaların tipi; çoğu, müstakil evlerden veya yüksek kapalı kondominyumlardan (condominios fechados) oluşan kompleksler. Bir kulübün sunacağı konforu sunuyorlar, hepsi duvarlarla çevrili ve temel niteliklerinden biri özel muhafızların sürekli nöbet tutmasını da içeren ileri güvenlik teknolojisine sahip olmaları. Dahası, müteahhit firmalar kısıtlı bir pazarda rekabet ediyorlar, bundan dolayı her apartman kompleksini ‘ayırdedilebilir’ niteliklerle donatmak için hayal güçlerini kullanıyorlar: aristokratik çağrışımlı bir mimari ve yabancı isimlerin yanısıra, her blok için bir yüzme havuzu, üç hizmetçi odası, girişte şoförler için bekleme odaları, kristalleri koymak için özel odalar gibi egzotik şeyler de uyguluyorlar. Bütün bu lüks, dairelerin pencerelerinden görünen manzarayla çelişiyor; duvarların öbür tarafında kondominyumlar için gerekli hizmetçi arzını sağlayan binlerce favela kulübesi var.
Müteahhit firmaların çıkarlarına göre çok az bir planlamayla ve devlet kontrolü olmadan gerçekleştirilen yoğun yapılaşma hem bir kaos yarattı, hem de kentin görünüşünü tamamen değiştirdi. Yetersiz bir altyapıya sahip daracık semtlerde birbiri ardına devasa binalar inşâ edildi. Su ve elektrik sistemiyle ilgili sorunlar var ve kanalizasyon sistemi de yetersiz (Morumbi’de mahallelerin sadece yüzde 20’si altyapı şebekesine bağlı). Pek çok yeni caddenin kaldırımı yok – belki de arabası olmayan insanları dışarıda tutmak için. Trafik çok yoğun ve trafik sıkışıklığı artık bir rutin haline gelmiş. Bugün de Morumbi’yi kente bağlayan yollar yetersiz – Pinheiros nehri üzerindeki birkaç köprü trafiği kaldırmıyor ve toplu taşıma da son derece kötü durumda. Her ne kadar birkaç büyük alışveriş merkezi ve ‘hipermarket’ bu bölgede açıldıysa da, diğer pek çok şey gibi gündelik yiyeceği almak bile araba gerektiriyor. İronik bir şekilde, dar yolları, kötü bir altyapısı ve kent bağlantısı olan bu semtte neredeyse her şey için arabaya bağımlısınız. Yine de, bu yeni sitelerin sakinlerinin, kendilerine denk insanlarla beraber, kentin ‘tehlikelerinden’ uzakta, duvarların arkasında olmaktan dolayı yaşadıkları güvenlik hissi onlar için bu sıkıntıları çekilir kılıyor gibi.
Bu noktada tekrar, suça ve şiddete marûz kalma korkusunu ele almalıyız. Yalnızca Morumbi’de değil, kentin her tarafında şiddete maruz kalma korkusu, toplumsal gruplar arasındaki mesafeyi arttırıyor, farklılaşma yaratıyor ve böylece ayrımlaşmayı güçlendiriyor. Bunu farklı yollarla yapıyor. Bir düzeyde, suça ve suça marûz kalma korkusu bizim ‘suça dair konuşma’ dediğimiz söylemle bağlantılı (Caldeira, yayımlanacak). Bu, konusu suç ve korku olan her türden gündelik yorumu, tartışmayı, anlatıyı ve şakayı kapsıyor. Sao Paulo’nun gündelik hayatında ‘suça dair konuşma’ temel söylemi oluşturuyor. Bu söylem, sürekli suç hikâyelerini tekrar ederek şiddetin hem gücünün azaltılmasına, hem de abartılmasına neden oluyor. Dahası, suça dair konuşma (iyinin karşısında kötü gibi) kutuplar yaratarak önyargıları kuvvetlendiriyor, bir mesafe yaratıyor ve farklı olanı dışlıyor. Başka bir düzeyde ise bu korku insanları, düzeni sağlaması gereken kurumların kendilerinin şiddet uyguladığı ve güvenilmez addedildiği bir durumda, özel güvenlik muhafızları tutmak, yeni güvenlik teknolojileri uygulamak gibi kendi kendini koruma yöntemlerine başvurmaya ve yetkiyi aşan operasyonları desteklemeye itiyor. Bu stratejilerin en yaygın ve en görünür olanı kentsel çevreyi ve kamusal hayatı etkiliyor; tüm toplumsal sınıflardan insanlar evlerini tahkim ediyor, alışkanlıklarını değiştiriyor ve kenti ve kamusal alanlarını dönüştürüyor.
Suça dair konuşma düzeyinde yaratılan ayrımlar sembolik olabilir, ancak inşâ edilen yerlerdeki bariyerler kesinlikle metaforik değil. Önceden çocukların oynadığı, komşuların biraraya geldiği, üzerlerinde yürümenin gündelik bir rutinden öte zevk olduğu sokaklar şimdi boş ve yüksek duvarların, tel örgülerin, özel muhafızların ve güvenlik kulübelerinin istilasına uğramış durumda. Eskiden caddeye bir bahçeyle bağlanan apartmanlar ve müstakil evler şimdi yüksek duvarlar ve tel örgülerle ayrılmış durumda ve elektronik birtakım aletler ve silahlı güvenlik muhafızlarınca korunmakta. Bu yeni eklemeler mekânla alakasız duruyor, çünkü böyle eklentiler yapılacağı düşünülmeden tasarlanmış alanlarda yer alıyorlar. Ancak şimdi bu bariyerler, müstakil evler, apartmanlar, alışveriş ve çalışma alanları inşâ etmek üzere geliştirilen yeni projelere tamamen dahil edilmiş durumda. Yeni bir güvenlik estetiği tüm inşaatların tipini belirliyor ve kendi yeni gözetim mantığını ve statü göstergesi olarak mesafeyi yerleştiriyor. Bunun sonucunda da kamusal hayat ve iletişimin karakteri değişiyor. Kamusal alanlarda karşı karşıya gelmek gittikçe daha gergin ve şiddet içeren bir hal alıyor. Çünkü bu karşılaşmalar insanların korkuları ve kafalarındaki stereotipler tarafından şekilleniyor. Gerginlik, ayrımcılık ve şüphe, kamusal etkileşimin yeni alametleri.
Yeni güvenlik estetiği yalnızca konutlarda değil, hizmet sektörünün yeni faaliyetlerine ev sahipliği yapan alanlarda da görülüyor. Aslında, kentin Morumbi gibi alanları yalnızca yeni konut kompleksleri ve onların civarındaki favelalarla değil, yeni ofis bloklarının ve alışveriş merkezlerinin inşâ edilmesiyle de dönüşüme uğradı. Son on beş yılda, hizmet sektörünün yeni işleri, artık merkezî bölgelerde değil, özellikle kentin batı ve güneybatıdaki dış mahallerinde, sayıları katlanarak artan devasa ticaret ve hizmet merkezlerinde yoğunlaşıyor. Eski çevrenin yalıtılmış alanlarında yeni dev alışveriş merkezleri açıldıkça ticari alanlar da değişiyor. Hem ofis kompleksleri, hem de alışveriş merkezleri kapalı kondominyumlarınki benzeyen müstahkem yerleşim birimleri biçimini uyguluyor. Barınma ve hizmet sektörü faaliyetleri için inşâ edilen yeni kapalı alanların yarattığı yer değiştirmeler öyle büyük bir orana ulaşmış durumda ki, eskiden kentin çevresini oluşturan batı ve güneybatıdaki bölgelerdeki bazı alanlar şimdi metropoliten bölgesindeki en yüksek ortalama gelire (Metrô, 1989, s.24) ve son on yılda metropoliten bölgesinde gözlenen en yüksek yıllık nüfus artış hızına sahip.
Her ne kadar farklı kullanım ve özelliklere (bazıları oturmak, bazıları da çalışmak veya alışveriş etmek için; bazıları daha sınırlı ulaşıma sahip, bazıları daha açık) sahip olsalar da bu müstahkem alanların hepsi belli temel nitelikleri paylaşıyorlar. Hepsi kollektif kullanım için inşâ edilmiş özel mülkiyet; hepsi duvarlar, boş alanlar veya başka tasarım yöntemleriyle fiziksel olarak yalıtılmış; caddeye değil içe doğru bakıyorlar ve hepsi dahil olma ve olmama kurallarını uygulayan güvenlik sistemleriyle denetleniyor. Dahası, büyüklükleri, yeni iletişim teknolojileri ve güvenlik sistemleri sayesinde son derece esnekler; böylece kendi özel ve özerk alanlarında bütün ihtiyaçlarını karşılayabiliyor ve bağımlı olmadıkları çevreyi dikkate almadan herhangi bir yere yerleştirilebiliyorlar.
Bu yeni eklemelerle Sao Paulo, iyice ayrışmış bir kent haline geliyor. Merkez ve çevre diye ayrışmış ve modern kentsel bir biçimde tahkim edilmiş alanların kurulması, son derece heterojen bir toplumsal çevrenin oluşumuna katkıda bulunuyor. Orta ve üst sınıftan insanların yerleşim alanları, konutların çevresine tel örgü ve duvarlar örülen ceplerin bulunduğu eski caddelerin ortasında ya da zengin sitelerin cortiçolar, favelalar, ofis binaları ve yeni ticari merkezlerle içiçe geçtiği çevrede yer alıyor. Ancak böylesi koşullarda olabilecek şekilde kamusal alan büyük bir dönüşüm geçiriyor. Gittikçe daha tehlikeli olduğu hissedilen, boş ya da kapalı alanlarla bölünen, özelleştirilmiş ve çeşitli yöntemlerle tahkim edilmiş (sokakları kapatan zincirler, güvenlik kulübeleri, duvarla çevrili parklar, köpekler ve silahlı muhafızlarla dolu sokaklar) kamusal alan, bu yeni, özel, içe bakan ve müstahkem alanlarda yaşama, çalışma veya alışveriş etme şansı olmayanlara iyice kapatılıyor. Zenginler için olan mekânlar içe baktığından, dışarıdaki mekân içeri giremeyenlere kalıyor. Aslında, gerek kapalı alanların tasarımı, gerekse yeni yapıyı yaratan vatandaşlar, halka fazlalıkmış gibi yaklaşıyor. Caddelerin modern kamusal alanı, evsizlere ve sokak çocuklarına kapatılıyor. Açıklık, eşitlik ve toplumsallık ideallerine ve evrenselcilik nosyonuna dayanarak oluşturulan modern kamusal alanın aksine, Sao Paulo’da oluşturulan yeni kamusal alan ayrılık ilkelerine ve uzlaştırılamaz farklılıklara dayanarak yapılandırılıyor.
Bu tür değişimler yalnızca Sao Paulo’ya özgü değil. Bu değişimler dünyadaki, özellikle de ABD’deki pek çok kenti şekillendiren hizmet ve ticaret sektörü işlerinin kentten ve merkezden uzaklaşması ve olguları ile bağlantılı.[6] Pek çok örnekte, suç oranları Sao Paulo’dan düşük de olsa, kentsel mekânda yeni bir ayrımlaşma tipinin yaratılmasında güvenlik, temel araç. Günümüzde kentlerde, farklılıklardan bağımsız, açıklığa ve özgürlüğe ya da farklılıkları ortadan kaldırmak isteyen bir evrenselciliğe yönelmiş hareketler göremiyoruz. Bunun yerine toplumsal farklılaşmanın ve ayrımlaşmanın kesinkes vurgulandığı kentlerle karşı karşıyayız. Müstahkem alanlar açıklık, toplumsallık veya dahil etme/içerme ideallerinin birarada tuttuğu bütüncül bir düzene tâbi değiller. Heterojenlik daha ciddi ele alınmalı; çünkü parçalanma ayrılığı körükler ve basit farklılıkları değil, uzlaştırılamaz eşitsizlikleri ifade eder.
ISSJ, 1996, sayı 147
Bonduki, N., 1983. ‘Habitação popular: contribuição para o estudo da evolução urbana de São Paulo’. Valladares, L. do Prado, der., Repensando a Habitação no Brasil, Rio de Janeiro, s.135-68.
Brant, V. Caldeira vd., 1989. São Paulo - Trabalhar e Viver. São Paulo: Brasiliense.
Caldeira, T. Pires do Rio, 1984. A Politica dos Outros - O Cotidiano dos Moradores da Periferia e o que Pensam do Poder e dos Poderosos. São Paulo: Brasilinse.
Caldeira, T. Pires do Rio, yayımlanacak. City of Walls: Crime, Segregation, and Citizenship in São Paulo. Berkeley.
Davis, M., 1990. City of Quartz - Excavating the Future in Los Angeles. Londra: Verso.
Fausto, B., 1977. Trabalho Urbano e Conflito Social (1890-1920). São Paulo: Difel.
Holston, J., 1991a. ‘Autoconstruction in working-class Brazil’, Cultural Antropology 6(4), s. 447-65.
Holston, J., 1991b. ‘The misrule of law: land and usurpation in Brazil’, Comparative Stuides in Society and History, 33(4), s. 695-725.
Lopes, J. R. B., 1993. ‘Brasil 1989: um estudo sòcioeconómico a indigência e da pobreza urbanas’, Caderno de Pesquisa do NEPP, s. 25.
Metrò-Companhia do Metropolitano de São Paulo, 1989. Pesquisa OD/87 - Sintese das Informações. Sâo Paulo: Metrò.
Rocha, S., 1991. ‘Pobreza metropolitana e os ciclos de curto prazo: balanço dos anos 80’, IPEA - Boletim de Conjuntura, s. 12.
Rolnik, R. vd., t.y. São Paulo: Crise e Mudança. Sâo Paulo: Brasiliense.
Sachs, C., 1990. São Paulo, Politiques Publiques et Habitat Populaire. Paris: Maison des Scienes de l’Homme.
Sassen, S., 1991. The Global City - New York, London, Tokyo. Princeton: Princeton University Press.
Sorkin, M., der., 1992: Variations on a Theme Park - The New American City and the End of Public Space. New York.
[1] Brezilya’da bu dönemde gerçekleştirilen konut politikalarının bir analizi için bkz. Sachs, 1990.
[2] Sao Paulo metropoliten bölgesi, Sao Paulo kenti ve onun çevresindeki 37 belediyeden oluşmaktadır. Metropolitan alanı 8.050 km[2]’dir ve nüfus sayımına göre 1991 yılındaki nüfusu 15.199.423’tür. Bunun 9.480.427’si Sao Paulo kentinde yaşamaktadır.
[3] 1995 Mart’ında bu makale yazılırken enflasyon 1994 Temmuz’unda başlatılan ‘Plano Real’in etkileri neticesinde kontrol altına alınmıştı. Bu, tüm planlar arasında enflasyonla baş etmede en başarılı olanıydı ve planı geliştiren Maliye Bakanı Fernando Henrique Cardoso’nun Brezilya Başkanı seçilmesinde rol oynadı.
[4] Gini katsayısı 0’dan 1’e kadar değişir. Eğer herkesin geliri eşitse 0, eğer bir kişi tüm milli gelire sahipse 1 olur. Brezilya için Gini katsayısı 1985’te 0.580 ve 1989’da da 0.627 idi (Rocha, 1991, s.38).
[5] 1992 yılında Sao Paulo askerî polisi 1.470 sivil öldürdü, bunların 111’i kent hapisanesindeki mahkûmlardı. Aynı yıl Los Angeles polisi 25, New York polisi ise 24 sivil öldürdü. Polis şiddeti ve suç oranlarındaki artışın bütünlüklü bir analizi için bkz. Caldeira (yayımlanacak).
[6] ABD’deki benzer süreçlerin bir analizi için bkz. Sorkin (1992) içerisindeki çeşitli makaleler; Los Angeles’a dair ilginç bir analiz için bkz. Davis (1990).