Yarılma, kimliğin bütünlüğünü yitirişi anlamına geliyor. Varlığı hayal edilen bütünlüğün elde olmayan nedenlerle ve planlanmamış bir hareketle çatlaması, hep varolmuş çatlağın belirginleşmesi, için dışa çıkması, kutupları olan bir yapının oluşması... Varlığı hayal edilen bütünlüğün kaybedilmesi aslında bir “farkına varma” durumunu ifade eder. Bu anlamda yarılma farkına varmanın şokudur. Farkına varılarak şoka yol açan şey bir tarihsel olay değil, zaten hep olmuş bir durumdur. Yarılma bir yitiriş olduğu ölçüde bir olanaktır da. Çünkü bütünlük hayallerinin yıkılması, kopuk parçaların sürekli dönüşerek ve birbirlerini dönüştürerek birarada bulunabilme olasılıklarına işaret eder. Yarılma bağlamında kopuş ve kaynaşma eş zamanlı ve eş anlamlıdır. Yarıl(a)mama hali ve ideali ise, tam da bu nedenle, ortada algılanabilir parçaların (kimliklerin) bulunmamasından dolayı ilişkinin ve birarada bulunmanın kategorik imkânsızlığıdır. Kentte yarılma, kentin yarılarak kavuşmayan, kavuşamayan, kavuşmaması gereken parçalara bölünmesi olarak anlaşılabileceği gibi, yukarıdaki tanımlamanın ışığında, şok eden ve kaçınılmaz olarak acı veren bir olanak olarak da anlaşılabilir. O halde kentte yarılmayı, kent nüfusunu oluşturan kimliklerin aynı senaryonun fragmanları olmadıklarının farkına varma gerçeği olarak saptayabiliriz.
Bir kent nasıl yarılır? Bir kent mekânsal (mekân kullanımı anlamında), topografik, morfolojik, demografik, semantik (vs.) anlamlarda yarılabilir. Çoğu kez bu yarılmalar çakışır, yarılmanın ortaya çıkardığı anlamlar üstüste biner. Doğal yapısı ile ikiye bölünmüş bir kentin topografyasına yarılmanın yol açtığı ayrışma işlenebilir. Kentin iki yakasının insanları farklı giyinebilir, aynı dili farklı ağızlarla konuşabilir, farklı damak tatlarına sahip olabilirler. Örneğin dünyada pek çok kent doğal su yolları ile “yarılmış” durumdadır ve suyla yarılmış kentlerde genellikle iki yaka “farklı dillerden konuşur.” Eğer ciddi iş merkezi Boston ve üniversite kenti Cambridge Charles Nehri’nin iki yakasında dünyaya farklı pencerelerden bakmak anlamında ayrı dilleri konuşuyorlarsa, Ottawa ve Hull, Ottawa Nehri’nin iki yakasında kelimenin düz anlamında ayrı dilleri (İngilizce ve Fransızca) konuşurlar. Hong Kong Adası, Hong Kong kentinin “Batılı” yüzünü gösterir, buradan limanla ayrılan Kowloon yarımadası Çinli yüzünü. Bu kentlerde burası ile orası arasında büyük mesafeler olmaması bura ve ora insanlarının özdeş coğrafyaların ayrı bireyleri olmalarını engellemez. İstanbul da böyle bir kenttir. İstanbul’un iki yakası Boğaz ayracı ile bölünmüştür ve iki yaka ayrı gerçeklere mekânlık eder. Boğaz köprüsü geçilince şu tabela ile karşılaşılır: “Avrupa’ya Hoşgeldiniz.” İstanbul’un yarılmışlığı bununla kalmaz. İstanbul’un “Avrupa” yakası da Haliç’le yarılmıştır ve bir “öte yaka” (pera) barındırır. Pera Peras Poros’un giriş notunda belirtildiği gibi İstanbul, yüzyıllar boyunca barındırdığı sınırların sürekli yerinden oynaması sonucunda hep başka peralar üretmiş, bu nedenle de “kendi ile başkasının ayrışamaz bir şekilde birbirine karıştığı; farklı halk ve kültürlerin kendi yeri ile yaban arasındaki geçişlilikte komşuluk yaptığı yaşayan bir aporia ... biçimi olmuştur.”[1] O halde yarılma İstanbul için kendi tarihi kadar eski bir gerçektir, İstanbullunun yaşam dünyasının ayrılmaz bir parçasıdır. “Komşuluk yapma” terimlerinin ne olduğu hayatî önem taşıyor İstanbul yarılmasında/yarılmalarında. Bu konunun (İstanbul’un komşuluk terimlerinin) ne olduğunu bir başka tartışmaya bırakarak şu kadarını söylemekle yetinelim: kentleşme İstanbul’a İstanbullu olmayan çok sayıda “konuk” taşımıştır. Sadece Murat Güvenç’in toplumsal sınıf farklılıklarının mekân paylaşımına yansımasını analiz ettiği çalışmasının ürünü haritalara bakmak bile İstanbul’da komşuları ayıran sınırın, konukseverliği düşmanlıktan (hospitalite-hostilite) ayıran sınır kadar keskin ve “tedirgin edici”[2] olduğunu görmeye yetecektir.[3]
Bakışımızı Ankara’ya çevirdiğimizde yukarıda sözünü ettiğimiz yarılmanın semptomatik eksikliğini görürüz. Ancak Ankara’nın yarılmamış değil, yarılamamış bir kent olduğunu ileri sürmek istiyorum. Bu nüansla Ankara’nın kimlik bütünlüğünü her şeye rağmen sürdürdüğünü, hattâ bu durumun Ankara-İstanbul karşıtlığında anlamını bulan bir “(kendini) tutma”nın sonucu olduğunu anlatmak istiyorum. Ankara’nın (da) yarılması, bu kentin temsil ettiği pek çok şeyin (ulusal birlik ve beraberliğin, birleştirici bir kurum olarak Cumhuriyet’in, ulus-devleti üniter kılan tüm mitlerin, vs.) yarılmasının, ya da aslında zaten yarılmış olduğunun kabulü anlamına gelirdi. Böyle bir kabulün boyutları kent gerçeğini çok aşar. Bu yazıda amacım daha dar kapsamlı: “yarılma” kavramından hareketle yarılamamış Ankara’yı ve özel olarak da Ankara’nın batısında yer alan ve 1998 rakamları ile 46.566 hanede 146.755 kişiyi barındıran Batıkent’i anlamaya çalışmak. Bu çabanın bir kısmında Mayıs-Eylül 1998 tarihleri arasında tüm Batıkent’i kapsayan alan çalışmasından[4] ve bu çalışma süresince yapma olanağı bulduğum gözlemlerden yararlanacağım. Bu yazıyı oluşturan “notlar” farklı kavramsallaştırma düzlemlerini buluşturmayı amaçlayan “eskiz” niteliğindeki kurgulamalar şeklinde algılanmalıdır.
Batıkent araştırması bulgularından yararlanarak ortaya koyulabilecek en temel kurgu şöyle özetlenebilir: Ankara’da ev sahibi olmak her şeyden önemlidir. Ankara’da bir ev sahibi olan kişinin ikinci sıradaki önemli ihtiyacı ikinci bir ev almaktır. Batıkent’te ev sahibi olma isteğinin gücü, evin ya da evin yer aldığı mahallenin nasıl bir kentsel mekân olması gerektiği düşüncesini arka plana itmiş ve ortaya umutlarla umutsuzlukların içiçe geçtiği, büyük çelişkilerin yaşandığı bir kent parçası çıkmıştır. Batıkentliler, yaşadıkları mekânı bir suburb olarak hayal ediyor ama büyük bir “yatakhaneye” benzetiyorlar. Batıkentlilerin mahalleleri için en temel istekleri kentsel çevrelerini (sinema, tiyatro, kitabevi vb. kurumlarla tanımlanan) kültüre kavuşturmak. Ben bunu, kentli olmak isteği olarak okuyorum.
Kentsel mekânları “kendi içlerinde” anlamaya çalışmak ne kadar umutsuz bir çaba ise, kentlere büyük güçlerin esiri olmuş, bu güçlerin dilediği gibi biçimlendirdiği sıradan toplumsal gerçeklikler muamelesi yapmak o kadar açıklayıcılıktan uzak olacaktır. Bir analiz birimi olarak kentin kendine özgü niteliğini “kentleşme” kavramının karşılık geldiği gerçeklikteki sapmalara bakarak anlayabiliriz. “(E)sas olarak nüfusun, düşük yoğunluklu ve küçük yerleşim birimlerinin hâkim olduğu kırsal alanlardan, nüfusun daha büyük ve daha yoğun yerleşim birimlerinde toplandığı kentsel alanlara göç etmesi” olarak tanımlanan kentleşme, Oğuz Işık’ın bu tanımın hemen ardından belirttiği gibi, aslında nüfusun yer değiştirmesi nosyonunu çok aşan ekonomik, toplumsal ve kültürel değişim sürecine işaret etmektedir.[5]
Toplumsal, ekonomik, kültürel gibi sıfatların tanımladığı alanlarla karşılaştırıldığında çok daha soyut kalan bir başka alan “kent kimliği” kavramıyla tanımlanabilir. “Kent kimliği”ni tek tek insanların zihinlerinde oluşan kent imgelerinin, kişisel gerçekliklerin dışında, ancak yine de onlarla örülmüş, maddesi olmayan bir medium’da yeniden biçim buluşu şeklinde kavrayabiliriz. Bu anlamda “kent kimliği” herkesin hakkında birkaç söz edebildiği, ancak bütünlüklü ve sebep-sonuç ilişkisine dayalı bir tanımının yapılması olanaksız bir kavram. Ankara’nın “memur kenti,” İstanbul’un “farklı yaşam olanakları sunan kent,” İzmir’in “tüccar kenti” kimliklerini ancak böyle soyut bir alanda anlamak olanaklı. Öyle sanıyorum ki, bir bakıma kentin fenomenolojik kuruluşunu anlatan kent kimliği kavramı dikkate alınırsa, farklı kentleşmelerin ardında yatan anlam(lar) daha da netleşecektir. Bu tanıma göre, kentleşmenin farklı versiyonları kent kimliğince belirlenecek, kent kimliği de farklı kentleşmelerle her an yeniden kurulacaktır.
Kentler ziyaretçilerine giriş noktalarında kendilerini sunarlar. Bir kentin ziyaretçisini nasıl karşıladığının kentin zihinsel imgesi açısından, dolayısıyla kent kimliğinin kuruluşu bakımından çok önemli olduğunu düşünüyorum. İstanbul ziyaretçisini sanayi tesisleri ve bunları çevreleyen işçi mahalleleri ile karşılıyorsa, Ankara konutla, özellikle toplu konutla karşılar. Ankara için konut kavramının önemini anlamak için İstanbul’dan çıkıp karayoluyla Ankara’ya girmek gereklidir. Ankara yerleşikliği, konutu, dolayısıyla “ev”i, evle birlikte domestikliğin çağrıştırdığı bütün yan anlamları kimliğinin parçası haline getirmiştir. Bu anlamların bütünleştiği ve Ankara kimliğinin ayrılmaz bir parçası sayılması gereken duygu “güven duygusu”dur. Fert başına düşen banka mevduatı en yüksek olan il Ankara’dır (6304.06; İstanbul = 4446.75; Şırnak = 100).[6] Kale, Ankara imgesinin ayrılmaz bir parçasıdır ve Ankara ikonolojisinde önemli bir yer tutar. Kale’nin kent imgesinin ayrılmaz bir parçası olması, bir başka kent simgesi olan Anıtkabir’in korunaklı duvarlarla çevrili kaleye benzeyen yapısı, tüm kenti bir kale tasavvurunda kavrayarak kent girişlerinde yer alması öngörülen “Beş Kapı” projesi,[7] kentte son zamanlarda ortaya çıkan ve kaleyi çağrıştıran mimarileriyle (sur benzeri çatılar, köşelerde çatıya doğru yükselen kuleler vs.) dikkat çeken konutlar,[8] hep aynı bütünlüklü, kentin sınırlarını netleştirmeyi ve belli bir tarihsellikle kurulan anlamını tanımlamayı amaçlayan, kenti simgesel olarak dışa kapalı bir iç olarak kuran fenomenlerdir. Ankara kentleşmektedir, ancak bunu başka kentleşmelerin, özellikle İstanbul kentleşmesinin oldukça dışında bir kalıpta gerçekleştirmektedir. Kente göçle gelen “farklı insanlar”, kente yabancı kentler, gecekondu bölgeleri oluşturmakla birlikte bu bölgeleri “kentin yerlisi insanları” tedirgin edici güvensizlikte “varoş” adalarına dönüştürmemektedirler. Bu anlamda “varoş” kavramının İstanbul kaynaklı olması hiç şaşırtıcı değildir.
Ankara-konut ilişkisini iki kişisel imgeden yola çıkarak anlatmak istiyorum. Belleğimde yer tutan birinci imge, Ankara’ya batıdan girişte karşımıza çıkıyor. Bu imge kilometrelerce uzanan “toplu konut” alanları kadar önemli değilse de, en az onlar kadar çarpıcı bir görüntüye ait: uçsuz bucaksız bozkırın ortasında henüz tamamlanmamış ve 4-5 kat kadar yükselmiş bir apartman inşaatı. Bu imgenin tamamlanmamış bir yapıya ait olması kadar, bu yapının çok katlı betonarme bir apartman olması da bence çok çarpıcı. Bozkırın ortasında, her şeyden önce ve her şeye rağmen bir konut. “Kırsal”ın ortasında gözün alışkanlıklarını kıran, “kır”ın varsayılan tekdüzeliğini diklemesine “yaran” bir görüntü.[9] Ankara ve konut ilişkisini anlamama/anlatmama yardımcı olacağını umduğum ikinci imge ise bir kitabın kapağında yer alan siyah-beyaz fotoğrafa ait: yine uçsuz bucaksız (boz?)kırın ortasında tek başına, hafif sola kaykılmış duran bir ağaç. Kitabın adı (Batıkent’te Evimiz Var[10]) belki kapak resmi olarak neden bu imgenin seçildiğini doğrudan anlatmıyor ama biraz düşününce insanda (nedense) bundan daha uygun bir kapak resmi seçilemezdi duygusunu uyandırıyor. Batıkent’te Evimiz Var kitabının kapağında yer alan (ev değil) ağaç resmi, boş bir arazi ortasında yükselen apartman imgesi ile birlikte düşünüldüğünde, İstanbul yolundan Ankara’ya girişte kent ziyaretçisini karşılayan “toplu konut ormanlarını” anlamayı kolaylaştırabilir. Ağaç ve apartman, bozkır dizgesinde aykırı duruşlarıyla benzeşen, daha genel bir dizgede, doğa-kültür karşıtlığında birbirleriyle çelişen iki imge. Bozkırın ortasında tek başına dikilen apartman, Ankara kentleşmesinin “her şeye rağmen konut” ilkesini imlerken, her şeye rağmen konutlarını yapanların deneyimlerini anlattıkları kitabın kapağında yer alan ağaç, yitirilen doğaya özlemi (ve Batıkent’le, yitirilen doğaya geri dönüşü) anlatıyor olmalı.
Çok büyük bir bölümü (%71) sahip-sakin konumundaki Batıkent halkı Batıkent’te yaşamayı tercih nedenlerinin başında “Batıkent’in gürültüsüz ve temiz” olmasını gösteriyor (%28.9). Ekonomik nedenler ikinci sırada yer alırken (%26,7), “bahçeli bir evde oturmak” üçüncü sırada tercih nedeni olarak gösteriliyor (13,6). Batıkent’te yaşayanların gürültü, hava ve çevre kirliliği bakımından şehir merkezine göre daha iyi bir mekân olarak burayı tercih etmeleri doğa özlemi (doğaya dönüş) nosyonunu açıklıyor. Kent merkezinin olumsuz yanları sıralamasında ise ilk üç sırayı doğallıkla çelişen “kalabalık,” “trafik” ve “gürültü” alıyor. “Olanağınız olsa ikinci konutu nereden edinirdiniz?” sorusuna Batıkentlilerin % 68.3’ü Batıkent gibi bir toplu konut alanında yanıtını vermiştir. Batıkentlilerin yeni konut edinme planları daha önce konut edinme biçimleri tarafından belirlenmiş görünmektedir. Boş zamanları değerlendirme ile ilgili soruya Batıkentlilerin önemli bir bölümü “evde oturarak TV izlemek, hobilerimle uğraşırım” şeklinde yanıt vermiştir. Bunu izleyen tercih ise “kitap/gazete okurum” şeklinde belirmektedir. Tüm bu bulguları kent kimliği ile ilgili söylenenlerle birleştirirsek ortaya şöyle bir sonuç çıkıyor: Ankara kimliğinin temel karakteristiklerinden olan domestiklik, ev merkezlilik, güven duygusu, maceraya atılmama vs. Batıkent’in de kimliğine damgasını vurmaktadır.
Ankara’nın yarılamadığından söz ettim. Öte yandan Ankara’nın kentleşme anlamında büyüdüğü de bir gerçek. Her ne kadar 1980-90 döneminde nüfus artış hızına göre Türkiye il merkezleri sıralamasında 49. görünse de,[11] özellikle hızla genişleyen ve giderek kentin iyice dışına taşan toplu konut alanları bu büyümenin somut ifadesi. Ankara’da yaşanan kentleşme küreselleşme sürecinin yerel boyuttaki görünümleri ile açıklanan İstanbul kentleşmesinin dayattığı kavramlarla anlaşılabilir mi? Bu soruya, yazının girişinde sözünü ettiğim gibi, kent kimliği kavramı dikkate alınmadan tutarlı bir yanıt verilemeyeceği kanısındayım. Türkiye’de kentlerin genelde ortak bir yarılma sürecine girdiği tezine dikkatle yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum.
Işık’ın bu yazıda sıkça yararlandığım “1980 Sonrası Türkiye’de Kent ve Kentleşme” başlıklı makalesi, Türkiye’de yaşanan kentleşme sürecinin gösterdiği nicel farklılıklara karşın benzer bir kalıp izlediği tezine iyi bir örnek oluşturuyor. Işık’a göre, “(e)sas olarak İstanbul’a özgü gözükse bile farklı ölçülerde tüm Türkiye kentlerinde yaşanmakta olan bu süreç, mekânsal ayrışma ile birlikte gelişmektedir.”[12] Yaşanmakta olan süreç kabaca, kentleşmenin klasik anlamda, yani, “modernleşme literatürünün öngördüğü biçimde”[13] bir kent kültürü yaratamamış olmasıdır. Modernleşen ve giderek ulusaşırı sermaye ile bağlantılarını güçlendiren kentler bunu belli nüfus gruplarını dışlayarak yapmaktadırlar. Sonuç olarak kentli nüfus bir yandan atomize olmuş modern kentli bireyleri, diğer yandan ise kimliklerini cemaat aidiyetleri ile tanımlayan, geleneksel yaşam tarzlarından taviz vermeyi düşünmeyen ve hattâ küresel kentin modernleşme yönündeki ısrarlı taleplerine zaman zaman tepkiyle yanıt veren gruplardan oluşmaktadır. Bu çerçevede İstanbul için genellikle İstanbullu aydın çevrelerden sıkça duymaya alıştığımız “farklı yaşam olanakları sunan kent” kimliği anlamlı olduğu kadar önemli bir yanılsamaya da işaret etmektedir. İstanbul’daki mekânsal ayrışma eğer sosyo-kültürel kutuplaşmaların da bir yansıması ise, farklı yaşam olanaklarını değerlendirebilecek ve bundan da önemlisi, değerlendirmek isteyecek kesimler nüfusun ancak belli bir bölümünün taleplerini yansıtacaktır. Özetle ifade edecek olursak, İstanbul birbirine duyarsız kutuplardan oluşan sosyo-mekânsal bir yapıya doğru evrilmiş, böylece bütünsel kimlik idealini (daha baştan) yitirmiştir.
Bunu saptadıktan sonra yukarıda geçerken sorduğum soruyu tekrar merkeze almak istiyorum: Aynı şeyi Ankara için de söyleyebilir miyiz? Ankara’da da İstanbul’daki gibi mekânsal ayrışma var mıdır? Varsa İstanbul ile karşılaştırıldığında tablo ne derecede “tedirgin edicidir?”[14] Ankara’nın farklı bir kentleşme kalıbı izlediğini düşündüğümü belirtmiştim. Ankara’nın dışa kapalı, İstanbul’a göre daha tutucu ögeler içeren, ve güven duygusuna dayalı kimliğinin mekânsal ayrışmalardan nasıl etkilendiğini anlamak için daha fazla araştırma yapılması gereklidir. Ancak en azından Batıkent özelinde Ankara’ya atfedilen kimlik unsurlarının korunduğunu, diğer bir deyişle Batıkent kimliği ile Ankara kimliğinin bir çelişki arzetmediğini söyleyebiliriz. Bu kadar enformasyonla başka kentsel mekânlar ile ilgili olarak spekülatif olmaktan pek de öteye gidilemeyeceği açıktır. Kapsamlı bir değerlendirme yapmak için pek çok araştırmanın farklı düzlemlerdeki bulgularını ortak bir zeminde birleştirme ve anlamlı sonuç üretme güçlüğü vardır. Böyle bir işe kalkışmak için bu yazının doğru yer olmadığını düşünüyorum. Birkaç özel gözlem ve bulgu ışığında ve içinde yaşadığım kentle ilişki içinde oluşan yaşam dünyamın olanaklı kıldığı perspektiften bakarak girişilen bir anlama çabasının bir ürünü bu yazı. Bu “kesinlik düzeyinde” baktığımda, Ankara’nın içe doğru genişleyen, implosive bir kimlik yapısına sahip olduğunu görüyorum. Bunun yarattığı sıkışma, Batıkent gibi kentsel mekân açılımları tarafından bir ölçüde rahatlatılsa bile, büyük ölçüde kent kimliğini belirlemeye devam ediyor. Kent bir anlamda yarılmamak için kendisini tutuyor. Yüzeysel gözlemler ve Batıkent’te gerçekleştirilen türden araştırmalardan elde edilen bulgular Ankara’nın hâlâ “her bahtı karanın” sığınabileceği bir kent olduğuna işaret ediyor. Bu bakımdan Ankara’nın hala yarılarak, adı her ne ise, “bir sonraki aşamaya” geçmemiş bir kent olduğunu düşünüyorum. Bu düşüncenin bir değer yargısı içermediğini hatırlatmakla birlikte, benzer siyasi ideolojilerin elinde İstanbul ve Ankara’nın nasıl farklı muameleler gördüğünü gözardı etmek pek mümkün gözükmüyor.
[1] Pera Peras Poros: Jacques Derrida ile Birlikte Disiplinlerarası Çalışma, Ferda Keskin ve Önay Sözer (der.), (İstanbul: YKY, 1999), s. 14-15.
[2] Konukseverliğin double-bind’ı ile ilgili olarak bak: Jacques Derrida, “Konuksev(-er-/-mez-)lik,” a.g.e. s. 45-71.
[3] Güvenç’in analizi İstanbul’un yerleşim mekânlarının farklı gelir grupları arasında katı sınırlarla ayrılan bir paylaşıma tâbi olduğunu ortaya koyuyor. Bundan belki daha etkileyici olan bulgu ise bu paylaşımın bireylerin kökenleri (göç veren yer) dikkate alınarak oluşturulan kategorilerle adeta bire bir örtüşmesi... Murat Güvenç, “Dechipering Social Differences in a Peripheral Metropolis.” Küresel Akışlar/Yerel Kırılmalar: Kentsel Çatışmaların Yeniden Değerlendirilmesi Uluslararası Konferans, 27-29 Mayıs 1999, İstanbul, Yayımlanmamış Tebliğ.
[4] “Batıkent’te Kentsel Çevre, Toplumsal, Ekonomik ve Siyasal Göstergeler,” Yayımlanmamış Araştırma Raporu, (Ankara: BATIBİRLİK, 1998). Araştırma BATIBİRLİK Konut Yapı Kooperatifleri Birliği tarafından A.Ü. İletişim Fakültesi bünyesinde çalışan İletişim ve Toplum Araştırmaları Grubuna ısmarlandı. Halil Nalçaoğlu yönetiminde survey tekniği ile gerçekleştirilen araştırmanın amacı demografik, toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel değişkenler aracılığıyla Batıkent halkının genel bir profilini çıkartmak ve proje sahiplerine hizmet verdikleri kitleyi daha iyi tanımalarını sağlayacak ipuçları sunmaktı. Araştırmada yaklaşık 1/100’lük bir örnekleme karşılık gelen toplam 1549 geçerli anketten elde edilen veriler değerlendirildi.
[5] Oğuz Işık, “1980 Sonrası Türkiye’de Kent ve Kentleşme,” Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 5 (İstanbul: İletişim, 1996), s. 782.
[6] Işık, a.g.y. s. 790.
[7] “Beş kapı projesi, Selçuklu-Osmanlı mimari tarzları uygulanarak Esenboğa-Çankırı yoluna yapılacak olan ‘Yıldırım Bayezit Kapı’, Samsun yoluna ‘19 Mayıs Kapı Kompleksi’, Eskişehir yoluna ‘Hisar Kapı Kompleksi’, İstanbul yoluna ‘Fatih Kapı Kompleksi’ ve Konya yoluna yapılacak ‘Mevlana Kapı Kompleksi’nden oluşur.” Ülkü Doğanay, “Türkiye’de Siyasal İslam ve Kentsel Mekânlar: Fazilet (Refah) Partili Büyükşehir Belediyesi’nin Ankara’daki Uygulamaları,” Çağdaş Yerel Yönetimler 8(1) (Ocak 1999), s. 17. Doğanay’a göre Beş Kapı uygulaması kapsamında yer alması planlanan “camping” piknik alanları, kümbet kafeler, kervansaray moteller, golf sahaları vb. “geleneksel ve modernin eklemlenmesiyle oluşan şizofrenik bir mimari biçeme tanık olacaktır.” a.g.y. s. 19.
[8] Kalemsi yapılar hakkında Yıldırım Yavuz şunları söylemektedir: “Köşelerinde kuleleri olan ... ancak bir tarafında da bir Roma tapınağının cephesi ile karıştırılan apartman yapıları izleyiciye karmaşık bir Ortaçağ şatosu görüntüsü vermektedirler.” Ankara Nereye? Panel, (Ankara: Ankara Enstitüsü Vakfı, 1997), s. 20.
[9] Kurtboğazı Barajı çevresindeki köylerde tek tük yükselen göl manzaralı betonarme binalar da benzer bir görüntü arzediyor.
[10] Malik Şat, Nevzat Dağlı ve İdris Yılmaz, Batıkent’te Evimiz Var: SBF-BYYO Çalışanları Yapı Kooperatifi Öyküsü, (Ankara: Kent-Koop Yayınları, 1985).
[11] Işık, a.g.y. s. 786. Sıralamada pek çok Güneydoğu Anadolu il merkezi üst sıralarda yer alıyor. Bölgedeki askerî durum ve göç hareketleri dikkate alındığında bu görüntüyü normal karşılamak güçleşmektedir.
[12] A.g.y. s. 801.
[13] A.g.y. s. 801.
[14] Bu soruların net yanıtlarını alabilmek için Murat Güvenç’in 3 numaralı dipnotta andığım toplantıda sözünü ettiği, beş büyük şehir “haritasını” yayımlamasını beklememiz gerekiyor sanırım..