Batı toplumlarındaki toplu konut sitelerindeki yaşam bunalımının sorumlusu, modern şehirciliğin babalarından sayılan Le Corbusier’in izinden giden mimar ve şehirciler mi? Her an patlamaya hazır biçimde için için yanan bu sitelerdeki rahatsızlığın tüm sorumluluğunu şehircilere veya belli bir şehircilik ve mimari anlayışına yüklemek elbette yetersizdir. Sürekli işsizlik, yeni toplumsal katmanları refah toplumuna entegre etmekte zorlanan yeni iktisadî büyüme dinamiği, merkezkaç toplumsal dinamiklerin yıprattığı geleneksel toplumsallaşma araçlarının çaresizliği, önemli bir kesimin potansiyel tüketim olanaklarıyla gerçek tüketim gücü arasındaki uçurumun giderek büyümesi gibi nedenler, bugün Batı toplumlarında çok ciddi bir banliyö/varoş sorununu gündemde tutuyor. Bütün bunlara rağmen, toplu konut sitelerinin patlamaya hazır bir saatli bombaya dönüşmesinin sorumluları arasında, Le Corbusier’nin mimari öğretisi de yer alıyor.
Bu mimari öğretinin önerdiği mekân ve konut düzeni, “yeni insanın” standartlaşmış örnek ihtiyaçlarının karşılanmasına dayanıyordu. Standartlara uygun adamın ihtiyaçları, özgül hiçbir işaretin, küçücük de olsa dışarıdan farklılaştırmayı sağlayacak hiçbir simgenin bulunmadığı, mutlak tarafsız ve mutlak şahsiyetsiz bir dış mekân içinde yerine getirilmeliydi. Bu “yeni adamın” özel alanı da benzer bir tek tip standartlaşmaya tâbi olmalıydı. Bu özel alanı gerçek insanların domestike edebilmelerinin sınırı çok dardı. İktisadî verimlilik gereği zaten daralan iç mekân, ses izolasyonunun da yetersizliği yüzünden, herkesin gözü önünde cereyan eden bir özel hayatı da yanında getiriyordu. Bir yandan bireycilik yükselip, özel hayat kutsanırken, diğer yandan özel hayatın gerçek yaşam alanları gizliliklerini kaybediyorlardı.
Bir tür katı eşitlikçilik zihniyeti bu mimari anlayışa egemendi. Dış alanlar, en fazla hava, güneş ve doğanın dolaşımını sağlamak için, mümkün olduğu kadar fazla akışkanlık olanakları yoktu. “Yeni insanlar” da mutlak dolaşım içinde olmalıydılar. “Yüksek binalar ve bunların arasındaki yeşil alanlar, özel kullanıma yönelik küçük elemanlar tarafından işgâl edilmemeli, sadece ortak faaliyetlerin gelişmesine hasredilmeliydi.” Gerçekte ise, kalıplaşmış, dondurulmuş bu “rekreasyon alanları”, kimsenin sahiplenemediği, benimseyemediği, site sakinlerinin toplu girişimlerini hayata geçiremedikleri, boş alanlar olarak kaldılar. İyi kötü peyzaj çizimi yapılmış, bir hayat işareti olmayan ve beton yığınları arasına serpiştirilmiş mostralık, standart yeşil alanların esas işlevi, proje içinde yeşil alan kotasını doldurmaktı. Bu ruhsuz, cansız yeşil alanlar, daha doğru deyişle boş alanlar, dışlananların işgâl edecekleri ideal alanlardı. Site sakinlerinin korkulu bakışlarla ve hızlı adımlarla geçtikleri yeşil ve boş alanlar, terk edilmiş spor alanları ve loş otoparklar, kısa zamanda toplu konut sitelerinin alameti farikası oldu.
Somut insanların inisyatiflerine alan bırakmayan, standart her ihtiyacın önceden düşünüldüğü bu toplu konut siteleri, kentlerde sosyal yaşamın eti kemiği olan, özel yaşam alanlarını neredeyse bütünüyle yok ediyordu. Özel yaşam arayışı, komşusunu tanımamayı; uzun koridorlarda her gün karşılaştığı insanlara yabancı muamelesi yapmayı; kapısına mümkün olduğu kadar fazla kilit takıp, dış dünyanın içeriye girmesini engellemeye çalışmayı getirdi. Aynı mekânda yaşayan ama birbirlerine yabancı ve kısmen şizofren binlerce insandan oluşan sitelerdi bu “temiz, düzenli, rasyonel ve ucuz” siteler. Yerli “aşağı sınıflar” buralarda modern topluma bir biçimde entegre oldular. Onların boşalttıkları yerleri, yabancı “aşağı sınıflar” doldurmaya başlayınca, bu siteler gerçek gettolara dönüştü.
Giderek artan sayıda şehirci, bu toplu konut sitelerinin tek rehabilitasyon yönteminin, bunları yıkmak olduğunu açıkça söylüyor. Son yıllarda, böyle birkaç site patlayıcı maddelerle yıkıldı. Göğe yükselen toz bulutu, uzun yıllar toplum mühendisliğiyle sosyalist olmayı eşanlamlı kabul eden anlayışın heyecanla benimsediği şehircilik ve mimari ekolünün de miyadının dolduğuna işaret ediyordu. Bunu Esenyurt-Esenkent çelişkisi bağlamında, Asu Aksoy ve Kevin Robins, iflas edenin “kent planlamacıları(nın), kendi kent tasarımlarını kentte yaşayan herkes tarafından kabul edilmesi gerektiğini düşün(meleri) ve kendi fikirlerinin aydın vizyonu olduğuna inan(maları)” olduğunu söylüyorlar.
Türkiye toplu konut siteleri konusunda, Batı ülkeleriyle benzer durumda değil. Belki, tedbirli davranıp, henüz değil demek, daha doğru. Ayşe Öncü’nün yazısında dikkatli biçimde vurguladığı gibi, şehrin dışında toplu konut sitelerinde yaşayanlar, hayatlarından memnunlar. Bu mekânlar onların ideal ev imajına halen uyuyor. Türkiye toplu konut siteleri konusunda, ilk kuşağın cicim aylarını mı yaşıyor sorusu hemen akla geliyor. Ama bunda yalnız bir kuşak farkının değil, Türk orta sınıfının ideallerinin de rolü olduğu hızla ortaya çıkıyor. Apartmanın standart olmaktan gelen cazibesi, buna denk düşen düzen tutkusu ve kişiliksizlik, steril mekân ve yaşam saplantısı ve yaşanılan çevrede homojenlik arayışı, toplu konut sitelerini Türk orta sınıfı için hâlâ cazip kılıyor. Ayşe Öncü, apartman dairesinin ideal ev imajının standart tüketim mamûllerini de kapsayabilme yeteneği açısından üstünlüğüne dikkat çekiyor. Genelde standart eksikliğinden muzdarip olan üretim yapısı içinde, apartman dairesi, birçok bakımdan standartlaşmanın da taşıyıcılığını yapıyor. Bu sadece zevklerin değil, üretimin de standartlaşması ve kitlesel üretime geçmenin önündeki önemli engellerden birinin kalkması demek.
Toplu konut sitelerini pazarlayanlar, bu mekânları dağınık çevreye karşı intizamın simgesi olarak tanıtıyorlar. İntizamlı, temiz, steril ve homojen bir dış dünya arayışı, benzer özelliklerdeki bir iç dünyaya mı tekabül ediyor? Yoksa, daha sosyo-psikolojik bir açıdan ele alıp, bunun şiddetle bastırılmak istenen bir karşı iç itilimin varlığına mı işaret ettiğini söylemeli?
Şimdilik bu mekânlar, sosyal patlamaların değil, tersine, patlayan dış dünyanın, kara kalabalıkların, barbarların ulaşamadıkları sur içi kentleri gibi algılanıyorlar. Tekdüze mekânlarda, tekdüze yaşamları içinde insanların birbirlerine yabancılaşmaları ve uç durumlarda, insanlığa yabancılaşmaları, belki Türk toplu konut sitelerinde daha tam anlamıyla etkisini hissettiren bir gelişme değil. Ama bu gelişmenin ön belirtilerinin de bu site sakinlerini hiç rahatsız etmedikleri söylenemez. Örneğin, toplu konut sitelerinin üst-orta sınıflar için yavaş yavaş bir ideal olmaktan çıkıp, “konak” veya villa-apartman sitelerine doğru bir yöneliş görülüyor. Dışa karşı daha korumalı, her türlü “sosyal” ihtiyacın bu duvarların içinde karşılandığı, sosyal olarak tamamen homojen siteler bunlar. El yordamıyla gelişen bir ayrışma değil, son derece bilinçli ve organize bir toplumsal ayrımcılığın tezahürleri. Rıfat Bali’nin yazısında çizdiği tablo, bir ırk olarak değil, ama bir toplumsal tabaka ve sosyo-kültürel çevre olarak İstanbul’da mekânsal dağılımın nasıl hızla mutlak bir ayrımcılık üzerine kurulduğunu gösteriyor. Yazıda ele alınan, Kemer Country’nin kurucularının “kasaba yurttaşlığı” tanımı, yeni elitizmin ayrımcı özleminin şiddetini tüm çıplaklığıyla tasvir ediyor.
Bir yanda apartman semtleri, korumalı site “kasabaları” gelişirken, diğer yanda ise gecekondu mahalleleri büyümelerini sürdürüyor. Oğuz Işık ve Melih Pınarcıoğlu’nun önerdikleri “nöbetleşe yoksulluk” kavramı, bu mekânlarda giderek zayıflamakla beraber hâlâ egemen olan devinimin can damarını en iyi tanımlayan kavram. Enformel kesimin yaratıcı gücünün hayata geçirildiği, apartman semtlerini tanımlayan bütün sıfatların tam tersinin geçerli olduğu bir tür cangıl dünyası. Himaye ve güven unsurlarının kısmen insanileştirip, sürdürülebilir kıldığı bir ara mekân. Kaçınılmaz olarak durağanlaşacak olan ve durağanlaştıkça, bugüne kadar yönlendirdiği hareketliliğin başka yönlere doğru akmaya başlayacağı bu gecekondu mahalleleri, toplumsal früstrasyonların yoğunlaşma merkezleri. Sınıf atlama hülyalarının giderek hüsrana uğramasının getirdiği tepkileri, küçük boyutlarda da olsalar, bugünden ölçmek mümkün. Mahalle nostaljisini dile getiren Kemer Country sakinlerinin dehşetli bakışlar içinde, surlarının önüne bir de hendek kazdırtmalarını ve timsah yavruları ithal etmelerini görür gibi oluyoruz.
Halil Nalçaoğlu’nun kelimeleriyle İstanbul üzerine şu soruyu sormak artık kaçınılmaz: “İstanbul farklı yaşam olanakları sunan bir kent mi, birbirine duyarsız kutuplardan oluşmuş bir yapı, bütünsel kimlik idealini yitirmiş bir kent” mi? Bu bağlamda yeniden karşımıza çıkan İstanbul-Ankara ikilemi, Türkiye’nin yaşadığı iç gerilimi de aydınlatıyor. Bir yanda, postmodern tahayyülün mümtaz bir ürünü olma yolunda hızla ilerleyen, merkezî bir müzeye dönüşen bir metropol, İstanbul; diğer yanda, hâlâ geleneksel modernizmin temel yapılarını koruyan, “yarılmaya” karşı direnen, “ulusal birlik ve beraberliğin” kalesi bir başkent, Ankara. Tüm indirgemeci zaafiyetine rağmen, Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri süregelen bu İstanbul-Ankara kutuplaşmasıyla mekânsal ayrımcılık boyutunda da karşılaşmak şaşırtıcı değil. Ama İstanbul’un mekânsal cemaatçiliği, birlik ve beraberlik ideolojisinde mündemiç olan homojenlik saplantısının, ufalanmış, cemaatleşmiş bir türevi olmasın?
Nobel sahibi fizikçi İlya Prigogine, demokrasi için gerekli üç temel varsayım olduğunu iddia eder: Özgürlük, yaratıcılık ve sorumluluk. Bunlar demokrasi için yeterli değil ama, gereklidirler. Bu üç niteliğin gelişmesini boğmayan mekânsal oluşumlar neler olabilir? Yaşam alanlarımıza sahip çıkmaya çalışırken, herhalde bu soruyu da cevaplamaya çalışmalıyız.