“Evlât acısı” diye bir şey var - deyimleşecek kadar ağır bir acı... Çocuğunu kaybeden insanın acısına -ölen ne yapmış olursa ve nasıl ölmüş olursa olsun-, kayıtsız kalmak zordur. Başka bir acıyla kıyas edilmez. Hiçbir acı birbiriyle kıyas edilmez, ölçülmez tartılmaz gerçi.
Ama evlât acısı özellikle kıyıcıdır; sırasız ölümdür, insana bahtsızlık gibi değil de zulüm gibi, haksızlık gibi gelir. Bu düşünüldüğünde, Abdullah Öcalan’ın yargılanma sürecinin sabit fon resmine dönüşerek neredeyse “Adalet Mülkün Temelidir” yazısının yerini alan şehit yakınlarının feverânını anlamamak mümkün değil - evlât acısı çeken insanlar onlar...
Büyük çaplı politik ve toplumsal meselelere, davalara, malolduğu canlar açısından bakmak, politik analizlerin, stratejik hesapların her zaman gözden kaçırttığı insanî acıları hatırlatır. Evlât acısı çekenler, yüksek politikanın ya da “kamuoyu” denen şekilsiz mahlûğun kolayca unutuverdiği ölü canları hiç unutmayanlardır, şahıslaşmış vicdan azabı gibi, hep hatırlatanlardır. Çünkü onlar, kaybettiklerini, can kaybı istatistiklerinde birtakım rakamlar olarak değil, somut insanlar, hatıralar, çocuklar olarak bilirler. Acıyı doğrudan yaşayanlarla, yas tutanlarla, mağdurlarla yüzleşmek, o acılara sebebiyet veren makro meseleler üzerine akıl yürütürken insanları biraz kendi içlerine bakmaya, itidale, teenniye yöneltebilir - yöneltmesi, yöneltebilmesi umulur. Böyle düşününce, “Kürt meselesi”nin muhakemesinde şehit yakınlarının öne çıkması bize bir umut ışığı yakabilirdi, yakabilmeliydi: politik ayrılıklara, çözüm formüllerine, muhakkak bu acıların, bu müşahhas kayıpların gölgesinin vuracağını umabilirdik. Her “büyük lâf”ın, her esip üfürmenin, her nevi hamâsetin, o acıları, o kayıpları hatırlatan bakışlar karşısında duraksamasını, belki de nutkunun tutulmasını bekleyebilirdik. Kısacası, istatistikler ve ölü canlar üzerinden siyaset yapan, politikayı insansızlaştıran “stratejik” (ki harp sanatı demektir) akla bir nebze ket vurmasını ümit edebilirdik, edebilmeliydik. Birkaç senedir, ara sıra, bazı şehit yakınlarının bazı sözleri, bu umut kıvılcımını bir an olsun yakabilmişti nitekim.
Fakat, ne yazık, orta yerdeki şehit yakınlarının yüzleştiğimiz hali, böyle bir umudu var etmiyor. Evlât acısı -ya da çok yakınlarının, en yakınlarındakilerin acısını- çektiklerini bilmek, görmek, bakışlarımızı yere çeviriyor yine, kararıyoruz; ama o umudun sönmesinden ötürü de kararıyoruz, kasavet basıyor.
Her şey bir yana, evlât acısının “öteki” yakasının görmezden gelinmesi söndürüyor bu umudu. Bazılarının evlât acısının hiçe sayılması, bu umudu söndürüyor. Tekrarlayalım: ölenin kimliği, neden ve niçin öldüğünden bağımsız olarak, evlât acısı, karşısında kayıtsız kalınamayacak bir acıdır ve bu kayıtsızlık “başarılabiliyorsa”, orada meselelerin insanî yanına bakma yeteneği dumura uğramış demektir. Çatışmalarda ölen PKK’lı -ya da PKK’lı olduğu iddia edilen- insanların annelerinin de var olduğu, onların da acı çektiği hiç hesaba katılmıyorsa, onlar yokmuş gibi davranılmasının nasıl incitici olacağı hiç hesaba katılmıyorsa; hem bu devlet, bu “kamuoyu”, “PKK’yla ‘Kürt kökenli vatandaşlarımızı birbirine karıştırmama” şiarını kendisi ciddiye almıyor demektir, hem “suçlu” sayılanların efrâdını da otomatik olarak lânetleyen bir hukuksuzluk olağanlaşmış demektir - hem de çok daha ağırı, “evlât acısı”na hürmet, acılı insana hürmet gibi bir değer kalmamış demektir. Şu son bir-iki ayda sadece Perihan Mağden Radikal gazetesindeki köşesinde birkaç Kürt annenin bu durumdan yakınan sözlerini aktardı, o kadar. Yoksa, “kamuoyu” ve medya açısından, bu insanlar yoklar. Bu insanları yok sayan bir ‘kamu vicdanı’, artık ne ‘kamu’ ne de ‘vicdan’ mefhumları üzerinde hak iddia edebilir.
Türkiye’de, “yeter, insanlar ölmesin” çığlığının naifliğiyle, ‘sahihliğiyle’, “stratejik” olmaktan çıkmış, demokratik rüşde sahip bir politik akıl arasında kurulmuş bir köprü yok. O kadarla da kalmıyor. “Kamuoyu baskısı” olarak bildiği âlet millî linç seferberlikleri yaratmak olan, kör öfkeyi okşayarak millî teyakkuzu ayakta tutmaya koşullanmış bir siyaset ve idare var. Dolayısıyla şehit yakınlarından duyduğumuz acılı çığlıkların, aynı nefeste, naiflikleri çiğneniyor, ‘sahihlikleri’ bozuluyor, sahiplerinin acıları, kederleri, o “insanî yan” bile istatistiğe çevriliyor, harp yığınağına dönüştürülüyor.
Şehit yakınlarının acılarını bir standart demeç formatında dillendirmelerine alıştırılmış olmamız, bizzat şehit anne-babalarının evlât acılarını bir standart demeç formatında dillendirmeye ‘alıştırılmış’ olmaları, bizzat bu trajedinin kanıksanmaması gereken bir alâmeti değil mi?
Şehit yakınlarının birçoğunun konuşmasında, bir git-geli, bir iki yanlılığı görebiliyoruz. Evlât acısının yalınlığı, “artık kimse ağlamasın” feryadı, kolaylıkla, intikam ve ölüm isteğine ulanabiliyor. Nadire Mater’in Mehmedin Kitabı’nda konuşan, Güneydoğu’da çarpışmış, kimisi yaralanmış, sakatlanmış askerlerin konuşmalarındaki git-gelde de aynısını görebiliriz: “Kürt Sorunu”nun tenkil yoluyla ‘nihâî çözüm’ünden bahseden bir cümlenin peşisıra, “onlar da çok çekiyor”, “onlar da haklı” meâlinde bir cümle... “Yine giderim, feda olsun” diye kahramanca bir çıkışın iki cümle peşinden, “bu savaşın birilerinin işine geldiği, tepedekilere, onların çocuklarına bir şey olmadığı” yakınması... Hem o, hem o.
Mağdurlar açısından, bu, doğal bir kafa ve ruh karışıklığıdır. Toplumda barışçı, yara saran, insanları ve toplulukları mânen güçlendirmek, mağdurların empatik bir hassasiyet göstermesinin kendilerinin de mânen güçlenmesini sağlayacağını telkin eden bir iradenin yokluğunda; dahası, o kafa ve ruh karışıklığını intikamcı bir öfkeyi körükleyerek ‘gidermeye’ çalışan bir iradenin varlığında, tabiî kafalar, gönüller, diller gayet ‘berrak’ hale geliyor. İnsanların ‘gerçek’ hisleri o demeç kalıplarına sıkışırken, buna mukabil o öfkenin gaddarca intikam fantezilerine varacak ölçüde serbestçe dışavurumu teşvik ediliyor.
Türkiye’de devletin şehit aileleri ile ilgili bir politikası var ve bu politikanın hatt-ı harekâtı tam tamına budur: ailelerin acılarını, kederlerini araçsallaştırmak, istimal ve istismar etmek. Örneğin şu haberin yoruma ihtiyacı var mı?: İçişleri Bakanlığı Halkla İlişkiler Daire Başkanlığı’nın “1997 yılında PKK faaliyetlerine karşı alınacak önlemler” talimatından: “Uluslararası kuruluşlardan, bölücü terör örgütü lehine veya bölücü terör örgütü konusundaki uygulamaları eleştirici tarzda Türkiye aleyhinde bir karar çıkması veya açıklama yapılması halinde; dernek, kişi ve kuruluşlar vasıtasıyla mektup, telefon, telgraf, faksla protesto kampanyaları düzenlenmesi, şehit aileleri, şehit aileleriyle ilgili vakıf ve kuruluşların bu kampanyaya katılmaları...” (Gazeteler, 3 Ocak 1997) Yorumsuz bir başka örnek: “İtalya’ya şehit yakını çıkarması - Türkiye, İtalya’ya Apo’nun 30 bin kişinin katili olduğunu İçişleri Bakanlığı, 80 il valiliğine gönderdiği genelge ile her ilden konuşma kabiliyeti iyi olan bir şehit yakınının ismini acil olarak bildirmelerini istedi. Tüm valilikler tespit ettikleri şehit yakınlarını İçişleri Bakanlığı’na bildirdiler. Sayıları en az 80 olacak şehit yakınları, kapsamlı bir program çerçevesinde İtalya’ya götürülerek PKK’nın kanlı terör örgütü olduğunu hem İtalya’ya hem de Avrupa’ya anlatacaklar. Müsteşar Yardımcısı Sami Sönmez imzası ile gönderilen genelgede, şehit yakınlarına pasaport çıkarma işinde yardımcı olunması da isteniyor.” (Zaman, 28 Aralık 1998) Şehit yakınları, bu politika açısından, bir ‘yardımcı kuvvet’ bile değil, bir teşhir nesnesinden ibarettir.
Şehit yakınlarının ve onların acılarının bir psikolojik harp aracı yapılmasının, onların kendi seslerine kulak verilmemesinin bir sonucu da, linçci öfkeyi haykıran, mütemadiyen bayrak teşhir eden onanmış şehit yakını portresine sığmayan insanların kamu önünden uzaklaştırılması olmuştur. Bu konudaki gelişmeleri izleyenler, birkaç yıl önce İzmir ve Denizli’deki azıcık sıradışı şehit yakını derneklerinin ‘kapanmak durumunda bırakıldığını’ aktarıyorlar. Bu acılı insanların tamamının bayraklaşmış intikam arzusuna dönüşmediğini biliyoruz. Ayrıca, bahşedilen şehit yakını pâyesinin berisinde, bu insanların da toplumsal dayanışmanın ve sosyal devletin yıl be yıl aşınmasından muzdarip olduğunu biliyoruz. Örneğin Manisa Yurt Savunma Gaziler Derneği Şube Başkanı Dilaver Girgin’in 26 Mart 1997’de Demokrasi’de yayımlanan açıklamasına bakın: “Asker aileleri, anne ve babalar şehit maaşı alabilmek için Manisa’da ve Türkiye’nin birçok yerinde boşanarak imam nikâhıyla yaşamaya başladılar. Boşanan annelere şehit maaşı bağlandı. Boşanmayan ailelere ise şehit maaşı ödenmemektedir. Şehit askerin anne ve babalarının toplu taşıt araçlarından ücretsiz yararlanma hakları iptal edilmiştir. Boşanmayan şehit anne ve babalarına ödenen şehit aylıkları Emekli Sandığı’nca icra yoluyla geri alınmıştır.” Unutmamalı ki, bu insanların kâhir ekseriyeti yoksul insanlardır. Alttan alta herkesin bildiği bu gerçeğin üstü hâlâ, dünya kadar ağır bir sınıfsal körlükle ya da sınıfsal dışlamayla ve ana-babaları şehitliğin herkese nasip olmayacak bir mertebe olduğu söyleyerek ‘onore’ eden devletlû sesin yankılarıyla örtülü.
“ŞEHİTLER ÖLMEZ”..?
“Şehit” mefhumunun, galiba dünyanın her yerinde, her ideolojisinde, dinî-lâdinî, sol-sağ, ölümü güzelleyen bir yanı var. Bir bakıma kalanlar için acıya tahammül etmeyi, “hem tahammül hem sefer” diyebilmeyi, başını dik tutup kederini bir güce, enerjiye dönüştürmeyi sağlıyor (“gözyaşı göstermeden ağlayacaksın/gece gelen telgraflara...”). Ölümün nafile olmadığını, bir anlamı, uğruna ölünen değerlerden aldığı bir kutsiyeti olduğunu düşündürüyor. Olağandışı, sırasız ölümlerin olağanlaştığı topluluklarda, şehitlik kültürü, şehit mitolojisi, bu durumla başetmeyi sağlıyor. Ama unutmamalı: aynı zamanda bu durumla birlikte yaşamayı, alışmayı, içine sindirmeyi sağlıyor. Alışılmayacak, içe sindirilemeyecek şeyleri hazmetmeyi sağlıyor.
Hele şehitlik kültürü, şehit mitolojisi, şehitlik söylemi, bir ölüm güzellemesine dönüştüğünde; bir yanda acı, kaybedilen, keder ile diğer yanda başını dik tutma, gurur, tahammül arasındaki gergin denge ikinci hal ve tavır silsilesi lehine bozulduğunda, taşınması da zor, ilişki kurulması da zor bir ruh hali, bir akıl tutulması çıkıyor ortaya. Yiten somut insan, çocuk, bir soyut değere, hamâset aldatmasın, eninde sonunda istatistikî veriye dönüşüyor. Türk Cumhuriyetinin 75 yıldır hep istediği gibi, ferdiyeti topyekûn silen bir millî varlık, her şeyi yutuyor - varlıklarını onun varlığına kurban eden insanlar, evlâtlarını, yakınlarını, kendilerini yitiren insanlar, bu kaybın, bu yoksunluğun kutlandığı müsâmerelerde sahne alıyorlar. Bir süredir vaaz edilen “şehitlik her aileye nasip olmaz” düsturunun manâsı, budur. Bunu bazı şehit ailelerinden işittik. (Dikkat edin, belki gözden kaçırdığım bir iki istisna vardır, anneler değil de hep babalardan işittik, tıpkı “üç oğlum var, üçü de feda olsun” diyenlerin çoğunlukla anneler değil de babalar olması gibi. Kadınları “anne” olarak sembolleştirerek yüceltmek, ama onlara söz ve kulak vermemek, milliyetçiliğin itiyâdı değil midir zaten?) Lâkin yanılmıyorsam bu telkini daha evvel “devletin valisi”nden işitmiştik: “Ankara Valisi Erdoğan Şahinoğlu, şehit ailelerine seslenerek ‘sizleri tebrik ediyorum, şehitlik her aileye nasip olmaz...’ şeklinde konuştu.” (Zaman, 3 Mart 1997) Bu şekilde konuşulduğunda, artık sözün bir anlamı kalıyor mu? Mağdurları, mazlumları, mağduriyet hallerini giderecek gerçek bir değişikliği konu dışı bırakarak o mağdur halleriyle güzellemek, ululamak kadar, insanları, insanlığı küçültücü bir ‘siyaset’ olabilir mi?
MAĞDURİYET... “İNSAN HAKLARI”...
Kuşkusuz bu şehit yakını siyasetine icabet eden anne-babaların da katkısıyla, evlât acısı çekenlerin mağduriyetinin, mukabeleci, intikamcı ve mütekabiliyet (karşılıklılık) esasına dayalı bir “insan hakları” söyleminin yaygınlaşmasına dayanak yapıldığını görüyoruz. İnsan haklarını, mağduriyetin özgül ağırlığına, ‘kıymetine’ göre izâfileştiren; acıları, mağduriyetleri terfi ve tenzile tabi tutan bir anlayış... Birikim’de daha önce K. Kerim Özkonur’un üstünde durduğu gibi (bkz. sayı 119, s. 57 vd.), “onların insan hakları yok mu, onların insan hakları ne olacak?” şantajıyla, bir acıyı, bir mağduriyeti, başka acıların, başka mağduriyetlerin sesini boğmak için seferber eden bir demagoji... Mağduriyetin derinliğinin, trajikliğinin, intikam mantığını meşrûlaştırır hale gelmesi ve intikam mantığının hukuku ikame etmesi...
Hissiyatla, hissiyat üzerine bu kadar oynanan, hissiyatın bu kadar pervâsızca manipüle edildiği ve teslim etmek gerek, oynanmaya, manipülasyona amâde olduğu bir toplumun hissizleşeceği açık değil mi? Bu kadar çok acının, bu kadar çok yasın üzerine bir müşterek kamu vicdanı bina edememek, bu toplum ve bu ülke adına büyük bir kayıp -belki en büyük kayıplarımızdan biri- değil mi?
TANIL BORA