1. Dünya Savaşı’nın ölülerini gömmede, Anadolu, Avrupa’dan ve geri kalan Yakın Doğu’dan bile geri kalmıştır. Çünkü burada 1. Dünya Savaşı, doğrudan doğruya, dikişsiz-teğelsiz, Anadolu için verilen milliyetçi mücadelelere dönüştü; tarihle uğraşmak, başından itibaren, yaşayanların ve ölülerin hizmet etmek zorunda olduğu bir mücadelenin parçası oldu. İdeolojik seferberliği ötesinde, insanî, insaniyetçi bir yasın tutulması, mümkün olamadı. Sadece etno-dinsel dayanışmalar içinde “ilksel/aslî durum”lar kutlandı ve dışa karşı seküler milliyetçi olarak sunuldu. Avrupa’da 1945, tarih anlayışına ilişkin derinlemesine sonuçlar doğuran bir eşik olmuştu, Türkiye’de ve post-Osmanlı dünyada böyle bir durak olmadı. Bu dünya, bazı bakımlardan, bir önceki çağın, Avrupa’nın kendi içinde yıkıcı bir nizaya düştüğü ve Yakın Doğu’nun çöktüğü çağın etkisinde kalmayı sürdürdü.
İki dünya savaşı arası dönemde, yeni kurulan devletlerde milliyetçiler, “hükümran” oldukları toprak parçasında kendi tarih tasavvurlarını dayattılar. Politik ve askerî olarak zafer kazanmış olmak, onlara yetmiyordu. Milliyetçi zihniyet, durmaksızın, sükûn bulmaksızın, tuttuğu yolun sembolik ve historiografik [tarihyazımsal] teyidi peşindeydi. Böylelikle, Anadolu kadim ve ilksel Türk yurdu olarak tanımlanmalıydı - binlerce yıllık kültürlerin çoketnili varisi olarak değil. Oradan kaybolmuş olan Ermeniler, sembolik olarak da hüküm giymiş olmalıydı: kendi suçlarından ötürü göç ettirilmiş ve öldürülmüş olmalıydılar, çünkü hain ve evet, asalak olmuş olmalıydılar. Başından itibaren, Anadoluluların bu daha zayıf ve daha yaşlı kardeşlerinin kaybı için yas tutma imkânı tanınmadı.
İki savaş arası dönemdeki Türk tarih tezi, prehistorik dogmanın yanında yakın tarihin kanonlaştırılmasını da içeriyordu. Her ikisi de dönemlerinin etkileyici tanıklarıdır. O zamanlar söz ve hüküm sahibi olanların düşünce ve öz-algılarına, özlem ve korkularına, bastırdıkları duygularına ve komplekslerine mahrem bir bakış sağlarlar. Bu tanıklığın bilgisi, -her otantik çağ tanıklığı gibi-, ciddiye alınmalıdır. Fakat yön gösterici bir ilke olarak işe yaramaz - hele, daha sonraki zamanlarda. Hele, bu zihniyet dünyasındaki kör nokta gözardı ediliyor, fark edilmeden kalıyorsa: Dünya Savaşı’nın, daha doğrusu 1912-22 arasındaki “millî kuruluş döneminin” ölüleridir bu kör nokta. Daha da doğrusu: o dönemde insanî ilişkilerin, bir uçurumdan yuvarlanmışçasına tahrip olmasıdır.
Kanonlaştırılmış yakın tarih ve prehistorik tarih tezi, anayurt Anadolu’daki kardeş kaybını, genel olarak Küçük Asya Hıristiyanlarının ve özellikle Ermenilerin kaybedilmiş olmasını bastırdılar. Bu tarihsel yaklaşımlar, yine de mutlaka Avrupa’ya ait ve dahil olmaya -hem ırksal hem kültürel açıdan- dönük, tuhaf, umutsuz, spekülatif ve fazlasıyla çarpıtılmış bir antropolojik denemeydi. Dahil olunmak istenen Garp kültürünün ülkedeki en gayretli ve çalışkan öğrencileri, birkaç yıl önce çöle yollanmıştı... Eğitim, sağlık, sanayi ve örgütlenme alanlarında yerel Müslümanların çok ilerisinde olan Ermeniler, Balkanlar’ın travmatik kaybından sonra Anadolu üzerinde bölünmemiş bir Türk egemenliğini talep eden bir elitin politik hırslarının önünde bir tehdit oluştururdu gerçekten de. Hele, bir müddet, son noktaya kadar birbirine çok yakın durmuşken -İttihat Terakki ve Taşnaksütyun olarak-, zamanın -Avrupalı- ruhunu birlikte soluyup içine çekmiş, geçici bir süre eşit haklı bir ortak geleceğe bakmış, ama çok geçmeden bakışlarını beraberce sosyal-Darwinist etno-milliyetçiliklerin baş döndürücü uçurumlarına çevirmişken. Zamanın bu ruhunun onaylanması, barajın çökmesine yol açtı ve öncesinde çok zaman sevgi dolu olan yakınlığı, ideolojiyle kutsanmış “meşru” nefrete döndürdü - özellikle de genç elitler arasında.
1914-1945 döneminde Türk aktörlerin bilincinde olduğundan çok daha derin bir kriz içinde bulunan Avrupa da doğru düzgün gömmemişti 1. Dünya Savaşı’nın ölülerini. Öncelikle Almanya hiç bu noktaya gelemedi ve bunda galip güçlerin 1919/20’de Paris’te yapılan barış görüşmelerindeki dar görüşlü tutumunun sorumluluk payı az değildi. Ağır sonuçları oldu bunun. Almanya, behemahal, ikinci kez milyonlarca oğlunu bir dünya savaşının “Holocaust”una (G. Kennan) yollamaya hazır olmakla kalmadı; dahası, kendini radikalleştirdiği için, tümüyle kolektifleri, kendi ruh hastalarını, peşinden Yahudileri, yokoluşa gönderdi. Tıpkı Enver’in 1914’teki Pan-Türkist imparatorluk illüzyonu gibi, 1939’da Hitler Doğu’ya Pan-Cermen bir düzen vermenin ve Doğu’daki “kardeş millî halkları imparatorluk yurduna geri alma”nın peşine düştü. Her ikisinin de elde ettikleri başarı acınası düzeydeydi, buna karşılık nefret dolu tatminsiz fatihlerin tebâsı için korkunç sonuçlar doğurdu. “Biz iç düşmanlarımızı halledebiliriz. Siz Almanya’da bunu yapamazsınız. Bu bakımdan biz sizden güçlüyüz.” Enver, 10 Ağustos 1915’te konuştuğu bir Alman’a böyle söylemişti, Ermenilerle ilgili olarak. 26 yıl sonra Almanya, “iç düşmanlarını”, “yabancı organlar” sayarak kollektif olarak yol etmeye amâde idi ve bu korkunç eyleminde eski müttefikinden çok daha ileri gitti. Önemli aktörlerin -bunlar arasında Erzurum Konsolosu ve Hitler’in ilk dönemlerdeki Parti arkadaşı Scheubner-Richter de vardır- ayrıntılı bir tahlili, 1. Dünya Savaşı’ndaki müttefiklerin cinayetlerine gösterilen tahammülün, Almanya’nın politik bilincinde derin zararlara yol açtığını ve sonradan vuku bulabilenlerin çok sayıdaki köklerinden birini teşkil ettiğini gösterir.
Bu Almanya 1945’te bu fecaate bir son verdi. Amerika’nın yönlendirdiği yeniden inşa girişimi ve kararlı reeducation [yeniden eğitim] süreci, gerçi birçok zaafı bulunan fakat demokratik nitelikli olan ve dirençlere rağmen tarihini adım adım yeniden ele almaya başlayan bir devletin temellerini attı. Bununla yakından bağlantılı bir şey şuydu: Almanya, Fransa’yla birlikte, politik anlam ve önemi gerçi başta pragmatik iktisadî ilişkilerin arkasında saklansa da, yenilikçi bir projenin motoru olma yeteneğini kazandı. Fakat, onyıllarca evvel politik düşünürlerce üzerinde durulmuş olmakla beraber emperyalist ve ırkçı-milliyetçi cinnetlerin anaforunda horlanan bir demokratik, federalist Avrupa birliği projesi, artık Almanya’nın ve Avrupa’nın gündemini belirlemeye başladı. “Alman Meselesi”, sonu gelmez bir korku kaynağı olmaktan çıktı böylece.
Bugüne ve geleceğe ilişkin yeni politik perspektif, dıştan gelen karşı konulmaz bir baskı ve içteki sinerjiler, kendi geçmişine dair yeni, yani post-emperyalist, post-ırkçı ve post-milliyetçi algılamalara imkân açtı. İnsan olmak için, demokrasinin ve insan haklarının temellenmesi için merkezî önem taşıyan bir tutum olan, başka tarih perspektiflerini, özellikle de kendi millî tarihinin kurbanlarının bakış açısını algılayabilmeye açıklık, bununla doğrudan bağlantılıydı. Basitçe, her türlü etiğin temel ilkesini oluşturan bir ilkenin devreye sokulmasından başka bir şey söz konusu değildir aslında burada: Sana yapılmasını istemediğini, başkalarına yapma. Banal egoizmin ve milliyetçiliğin reçeteleriyle çelişki içinde bulunan bu kuralı emredici bir konuma getirmek, çoğu kez acı veren ve asla sona ermeyen bir süreçtir. Fakat bu altın kuralın devreye sokulması, başlangıçta maalesef sadece geçmişe dönük olsa bile, sağlam temellere sahip bir hukuk devletinin kaçınılmaz bedelidir - ve karşılığına değen bir bedeldir.
Türkiye için de geçerli bu. Daha önce bastırılan kurban bakış açılarının dikkate alınması, merkezî önemdedir. Gerçi Türkiye bir ulus-devlet olarak Jön Türk savaş rejiminin emperyalizminden çok erken bir aşamada kurtulmuştu. Buna karşılık, bugüne dek hâlâ, milliyetçi düşman imgelerinden, İslâmın araçsallaştırılmasından ve kuruluş ilâ erken inşa döneminin (1913-1938) ırkçı-milliyetçi sapmalarından kopmuş değildir. Linççi bir milliyetçiliğin bugün hâlâ yükselebilmesi, bundandır: Tamamen yanlış anlaşılan bir anavatan sevgisi adına bir güruh, gûyâ milletin düşmanlarına karşı canice arzularla ayaklanabilmekte; ve politik sınıf ülke çapında buna karşı tavizsiz bir ortak kararlılıkla tavır almamakta, hukuk devletinin -ve insanlığın- onurunu kurtaracak böyle bir tavırdan geri durmaktadır. Oysa linççi milliyetçiliğe karşı ortak kararlılık, politik özsaygının asgarî koşuludur.
Bu tarz milliyetçiliğe -belli ki hayli zor olan- veda etmenin denek taşı, Ermenilerdir; yani tarihte ve bugün Ermenilere yaklaşımın yeni, yenilikçi bir tarzıdır. Bir devlet ve bir toplum, şovenist cinayet reflekslerine nasıl ket vuracaktır, şayet kolektif hafızasında bunu halletmediyse? Kemiksiz bir dille, Geç Osmanlı’nın kardeş katlini geçiştirebiliyorsa? Her türlü sorumluluktan imtina edebiliyor, evet o kitlesel kırımı zorunlu ve dolayısıyla da tekrar edilebilir olarak konumlandırıyorsa? Tarihi son derece titizlikle yeniden ele alarak, vicdanları sorgulayarak, ortak değerleri berraklaştırarak ve kahraman putlarını yıkarak bedelini ödemeksizin, işlevsel, itimat edilir bir hukuk devleti de olmayacaktır.
Mesele sadece 1915 değildir. Linççi milliyetçilik veya linççi İslamcılık için çok daha manidar bir örnek, 1895 Sonbaharıdır. O zaman olup bitenler, sadece kendi başına bir vaka olarak değil, Türk tarihinde asla kaale alınmaması ve sorgulanmamasıyla da, dolayısıyla “politik kültürde” potansiyeli itibarıyla kesintiye uğramadan devam eden bir etkiye işaret etmesiyle de, özellikle vurgulanmayı hak eder. Berlin Anlaşması’nın 61. maddesine dayanarak Avrupa’dan yapılan baskılar, 17 Ekim 1895’te Sultan II. Abdülhamid’in somut reformlara cevaz vermesini sağlamıştı. Hedef: Şark Vilayetlerindeki kısmen felâket boyutlarındaki asayiş durumunun düzeltilmesiydi. Bu durum, silahsız oldukları için, en zayıf unsur konumundaki Hıristiyanların mağduriyetine yol açıyordu çoğunlukla. Ayrıca Hıristiyanların eğitim alanındaki başarılı çabaları ve iktisadî hareketlilikleri, kendilerini Osmanlı reformlarının kaybedeni olarak hisseden kimi Müslümanların kıskançlığını tahrik ediyor; bunun yanında genç Ermenilerin küçük bir kesimi, militan örgütler aracılığıyla devrimci baskı yoluyla eşit haklar talep etmeye başlıyordu. Bir örgüt, Hınçak, bağımsız, sosyalist bir Ermenistan tasarlayacak kadar ileri gitmişti.
17 Ekim 1895’i izleyen haftalarda olanlar, ziyadesiyle belgelenmiştir: Şark Vilayetlerinde iç ve dış gâvurların Millet-i Muhammediye’nin egemenliği üzerinde teşkil ettiği tehdide karşı bir cinayet orjisidir bu. Yaklaşık yüzbin Ermeni, öncelikle erkekler, katledilmiştir. Failler: Camilerden çıkarak -kısmen güvenlik güçlerinin hoşgörüsü hatta teşvikiyle- eyleme geçen yerel Sünnî erkekler ve bölgesel çetelerdir. (Ancak 1994’te Ruanda’da yaşanan jenosid, bir seferberlik ve örgütlenme varsa, gayet ilkel araçların bir kitlesel kırım için yeterli olduğunu dünya kamuoyuna tekrar hatırlatmıştır!) 1895’te faillerin saikleri, yanlış bilgilenme, korku, sosyal kıskançlık, dinî renge boyanarak üstü örtülmüş cinâî arzular ve hepsinden önemlisi, kadınların da etkin biçimde iştirak ettiği, yağma fırsatıydı. Bu vakada açıklığa kavuşturulmamış tek nokta, -Anadolu Ermeni cemaatinin 1915/16’da merkezî olarak yönlendirilmiş tenkilinden farklı olarak-, merkezî hükümetin bağlantılarıdır.
Ama bu noktayı bilimsel açıdan temellendirmekten daha önemlisi, Osmanlı ve Türk politikasının -1908’deki kısa ömürlü bir Jön Türk ara nağmesi dışında- hiçbir zaman bu cinayetlere ve bölgesel düzeyde gayet iyi vakıf olunan 1895 cinayetlerine mesafe alma cesaretini gösterememesi nedeniyle politik bilinçte oluşan uzun erimli tahribattır. Böylece failler cezalandırılmamış, onların tüyler ürpertici eylemlerinin üzerine gidilmemiştir. Oysa, kurban bilançosu itibarıyla o zamanki Çarlık’ta vuku bulan Yahudi pogromlarını katlayan cinayetler söz konusudur. Hâlâ hiçbir yerde, yerel ve ulusal düzeyde, böyle bir şeyin bir daha vuku bulmayacağı hissiyle bu olayları hatırlatan bir nişâne yoktur, anmayı, içe bakışı, yası simgeleyen manevî veya taştan bir anıt yoktur - ki her türlü müstakbel politik söylemin kaçınılmaz bir eşiği olmalıdır bu.
Bugünkü mesele, gayrımüslim kurbanların bakış açısına alan açmak, gına getiresiye malûm olan milliyetçi refleksleri bir kenara bırakmak ve artık “yabancı” kurbanlara karşı “kendi” kurbanlarını koz olarak oynamamaktır. Ülkenin “kendi”, Müslüman kurbanları bugüne dek bu biçimde araçsallaştırıldıkları içindir ki, aslında onlar da bugüne dek lâyıkı veçhile gömülemediler. Bir mahsuplaşma işleminin nesneleri olarak istismar edilmişlerdir, insan olarak bulacakları son huzur henüz esirgenmiştir onlardan. Zira aslında [bir ‘tarafın’] “kendi” kurbanlarının onuru “yabancılarınınkine” kopmaz bir biçimde bağlıdır; ve bu ikisi arasındaki sınır kaybolur insanlığın ve ebediyetin çehresinde - zaten ancak oraya, insanlığa ve ebediyete iade edildiklerinde, onurla sükûn bulacaklardır. Hiçbir şehit anıtı, hiçbir millî kahraman pantheon’u, hiçbir millî Valhalla veya lânetlenmiş gâvurun yukardan seyrine bakılan hiçbir cennet, ebedî istirahatgâh olamaz. (Aynı şey, tersine, anti-Türklük veya anti-Müslümanlık üzerinden kendini yüceltmeye dönük birtakım mekânlar için de söz konusudur.) Anadolu’nun bütün çocukları, bu toprak parçasının tarihinin eleştirel bir onurlandırmasına eşit ölçüde hak sahibidirler. Ayrıca nihayetinde huzur içinde bırakılmak ve kimsenin kendini son hükmü vermeye yetkili saymaması da hakkıdır onların. Ancak bu hak, sondan bir evvelki hükmü vermek için son derece titiz, ter döktürücü bir gayretten sonra kazanılır. Sondan bir evvelki hüküm, gerçekle ilgili kimseye ve kendine de borçlanmayan, keza kendi yurttaşlarına karşı işlenmiş kitlesel cinayetlerin sorumluluğu hakkında can sıkıcı, azap verici bir araştırmadan da geri durmayan bir tarihyazımına çabasını ve bunun kamusal düzlemde işlenmesini gerektirir.
İnsan hakları, entellektüel namus ve sorumluluk ehliyeti gibi millet-üstü tutamak noktalarına ihtimamla ipini bağlamış olarak Türkiye, yaklaşık bir yüzyıl kadar sonra, kendinden zayıf ama birçok yönden daha ilerlemiş olan kardeşini, bir zamanların zimmi’sini, imparatorluğun millet-i sadıkasını ittiği uçurumdan aşağı inmelidir bugün - bu davranışını, veya Jön Türk büyük büyükdedelerinin davranışını şimdiye kadar meşrulaştırdığına inandığı bin tane sebep ne olursa olsun, yapmalıdır bunu. Vicdanî sorgulamayı, tarihi ve politik özeleştiriyi birleştiren bu “aşağı tırmanışta”, ülkenin ve toplumun gayet iyi idrak edilmiş kendi temel çıkarları söz konusudur. Ciddi kastediyorum bunu; habire istismar edilen “millî yararlar” kavramına geçerken ironik bir darbe vuruyor değilim: Politik kültür söz konusudur burada, temel değerler söz konusudur, toplumun kendisi hakkındaki tasavvuru söz konusudur, bunlarla birlikte toplumsal ortak yaşamın inanılır, güvenilir bir inşasının temelleri söz konusudur. Bunun için, er veya geç, -geç olup da daha fazla zarara yol açacağına en iyisi erkenden, politika/politikacılar rengini belli etmelidir bu konuda. Politika, kendisini enfeksiyonlardan uzak tutan bir tutumla tarihçilere havale edemez tarihi; hele şimdiye dek hep tersini yaptıysa, yani baskıcı bir tarih politikası güttüyse, bunu asla yapamaz. Tarihçiliğin yeni bilgi ve bulgularını tanımalı, inkâr etmemeli ve bunları gündelik politik dile aktarmalıdır.
Daha şimdiden, uluslararası araştırmalarda, keza jenosid tarihçileri arasında da, “Ermeni-Türk Sorunu” bağlamında birçok veçheye ilişkin sağlam bir mutabaka oluştu. Sadece bu mutabakat bile, politikada makas değişiklikleri için yeteri ağırlığı olacaktır. Dünya savaşı politikasından ve insan kardeşlerinin, yurttaşlarının toplu takibatından sorumlu olanların yerleri heykellerin kaideleri ya da caddelerin isim levhaları olmamalı. Buna karşılık, o zamanlar milliyetçi cinnete ve Devlet Aklı adına caniyâne önlemlere başvurulmasına karşı çıkan çok sayıda cesur Osmanlı vardı, kimileri canlarıyla ödediler bunu. Kendi değerlerinin ne olması gerektiğini yeniden derinlemesine düşünmüş bir toplumun kamusal alanında görünmeyi hak eden insanlar onlardır. Ama her şeyden önce kitlesel cinayetlerin kurbanları, yani Ermeniler hak eder bunu. Onların acıları, 1. Dünya Savaşı’nda Anadolu’yu sınayan insanlıkdışı felâketlerin oluşturduğu buzdağının global düzeyde -haklı olarak- algılanan uç noktasını oluşturur.
Peki “ötekiler”, kendi tarihlerine ilişkin duygu ve düşüncelerinin eleştirel tahlilini geride bıraktılar mı? Birçok ulus-devlet, geçmiş onyıllarda, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve onun kurumlarına kıyasla özeleştirel tarihçiliğe sahiden çok daha fazla katkıda bulundu ve buna imkân tanıdı. Fakat soruyu böyle sormak yanlıştır. Varsın, ötekiler bunu yapmamış olsun -ki gerçekten dünyanın bir çok yerinde bu konuda daha yapacak çok şey vardır ve sürekli yapacak çok şey çıkmaktadır, kimse bu meydan okumayı tam anlamıyla geride bırakamaz-... O zaman da geçerlidir bu meydan okuma, o zaman da sığınılacak bir bahane yoktur, şayet şu hedefi tanıyorsanız: Ölüler, insan onuruna lâyık biçimde gömülmeli; güncel politikanın aracı, yükü veya tuzakları olarak oradan oraya sürüklenmemelidir. Ölüler, ancak Anadolu’nun, yurtlarının tarihinde ve kamusal alanında kendilerine lâyık olan mevkii elde ettikleri zaman ve böylelikle eski kardeşlerin torunları arasında yeni, kurucu ilişkilere nihayet alan açıldığı zaman gömülmüş olacaklardır.
Bu ölülerin mezarı, Türkiye’de politik düşünce için ve insanlık için, geçmişte yaşananların bir daha asla yaşanmayacağını, yaşanmaması gerektiğini duyurarak geleceğe yön veren bir nişâne olarak kalacaktır.