1970’lerde ASALA adlı örgüt Türk diplomatlarına karşı seri suikastlara başlayıncaya kadar, ne Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî tarihinde ne de rejimin radikal muhalifi akımların “alternatif tarih” anlatılarında, 1915-21 döneminde değil bir Ermeni katliamının, bir tehcirin yaşanmış olduğundan bahsedilmesi bile gayet enderdi. Gerçi Orta Anadolu’nun vaktiyle yoğun Ermeni nüfus barındırmış şehirlerinde yaşlılar merak edenlerin ısrarı karşısında çekinerek ve alçak sesle “Ermeni kırımı”na dair korkunç veya gözyaşartıcı hikâyeler anlatırlardı ama genel tutum konuşmamaktı. 1980’lere kadar Erzurum ve havalisi şehirlerin özellikle “kurtuluş gün”lerinde “işgalci Ermeni kuvvetlerinin yenilgisi”nin temsilî ritüeli televizyondan gösterilir, yerel hatiplerin “Ermeni mezalimi”ne ilişkin nutukları dinlenirdi ama, bu işgal ve mezalimi, o sıralarda duyulmaya başlanan “soykırım” tezlerine karşı kullanmak için ulusal çapta bir propaganda çabası da gösterilmezdi. Her ne kadar arada bir, örneğin bir ASALA suikastinin ertesinde bir resmî sözcü veya uzman, soykırım tezlerine bugün resmî ağızlardan verilen cevaplara benzer sözler ederdi ama gerek devletin gerekse Türkiye toplumunun genel tavrı, konuyu geçiştirmekten çok, “unutmaya, unutturmaya çalışmak” gibi özetlenebilirdi.
1990’lara doğru ve özellikle 1990’larda bu tavrı sürdürmek imkânsızlaştı. Soykırım tezi Ermeni diasporasının bir faaliyet konusu olmaktan çıkıp, bağımsızlığına kavuşan Ermenistan’ın resmî görüşü ve daha da önemlisi birçok devletin parlamentolarında tartışılan bir karar tasarısı, uluslararası platformlarda Türkiye’nin önüne getirilen bir sorun olmaya başladığında devlet ve kamuoyunda bir karşı tez oluşturmak ihtiyacı kaçınılmaz olarak kendini dayattı.
Şu anda gelinen nokta, bulunulan durum şöyle özetlenebilir: Konuyla -hangi amaç ve hesapla olursa olsun- ilgilenen uluslararası kamuoyunun ezici çoğunluğu, 1915-21 döneminde Türkiye toprakları üzerinde binlerce yıldır yaşamakta olan, bu toprakların otonktan halklarından biri olan Ermenilerin -soykırım değilse bile- büyük bir katliama uğratıldıklarını bir gerçek olarak kabul etmektedir. Tartışılan sadece 1923’te kurulmuş TC devletinin ve toplumunun bu gerçeklik karşısında tutumunun ne olması gerektiği konusu. Bu bakımdan Ermenistan ve diaspora artık soykırım tezinin kanıtlanmasına çalışmak yerine, uluslararası kamuoyu ve ilişki platformlarının bu gerçeği Türkiye’ye kabul ettirmesi için yapılacak diplomatik girişimlere ağırlık vermekte. Türkiye’de ise en azından “yetkililer” ve konuyla ilgili uzmanlar, bu durumun farkında ve bu saatten sonra uluslararası kamuoyunu “arşivleri açıp birlikte inceleyelim”, “konuyu önce tarihçilere bırakalım” gibi önerilerle “soykırım olmadı” tezine ikna etmelerinin söz konusu olamayacağını bilmektedirler. “Ermeni tarafı”nın onyıllardır konuyla ilgili bütün devletlerin arşivlerinde yaptıkları çalışmalar, derlenen tanıklıklar, dönem analizleri ve yorumlarla oluşturduğu, büyük kısmıyla başlıca bütün dillere çevrilmiş Ermeni soykırımı literatürünün karşısına aksi tezi savunacak ağırlıkta bir literatürü koyabilmenin hem çok geç hem de sonuçsuz olacağını zımnen kabul ederek uluslararası siyaset, hukuk ve diplomasi alanında bu konunun en az sorun çıkaracak biçimde nasıl bir formüle bağlanacağını düşünmekteler. İç kamuoyuna yönelik propaganda ise, bu gibi durumlarda adet olduğu üzere “Türkiye aleyhine bir tertip”le karşı karşıya olunduğu teması üzerine oturtularak, “soykırım”ın kabulü dayatmasıyla kimlerin -“dış düşman”ların- hangi hesabı güttüklerini açıklamak ve böylece konuyu bir “milli savunma” meselesi olarak algılamayı sağlamak amacıyla yürütülmekte. Dolayısıyla Türkiye içinde tartışma, 1915-1921’de gerçekte ne oldu sorusunu aydınlatmak için değil, olanı “biz”i -Türkleri, TC devletini- haklı, en azından mazur gösterecek biçimde formüle edebilir, açıklayabiliriz sorusuna cevap bulmak veya verilmiş cevapları ve argümanları topluma benimsettirmek için sürdürülmekte. Bu konuda tartışılan “milli görüş” önerileri de “ağır zayiat, belki suç var ama soykırım niyeti asla”dan tutun “asıl soykırımı Ermeniler yaptı”ya kadar uzanan bir yelpazede sıralanıyor ve henüz resmî tez tam belirlenebilmiş değil.
Bu yazının amacı, 1915-21 döneminde olup bitenlere ilişkin tezleri tartışmak, hangisinin doğru sayılması gerektiğine dair argümanlar sıralamak veya benzer yeni bir tez ortaya atmak değil. Önce olayı üzerindeki Türk, Kürt, Ermeni sıfatlarından temizleyerek insanlar, insan toplulukları arasında cereyan etmiş bir olay, bir insanlık sorunu olarak ele almak, burada tanımlamak ardından da insanların bu olayı üzerlerindeki millet sıfatlarıyla, zihinlerindeki milli kimliklerle, düşünüş tarzlarındaki milliyetçiliklerle icra etmiş, kurban veya fail olmuş olmalarıyla olayın vehamet derecesi arasında nasıl bir ilişki kurulabileceğini göstermek istiyoruz. Bunun ardından da, Türkiye toplumunun bu olaya ilişkin elli yılı aşkındır sürdürdüğü “konuşmama, unutmaya çalışma” şeklinde özetlenebilecek genel tutumunun bu açıdan bir yorumunu deneyeceğiz.
1915-21 dönemindeki olayın adı kim tarafından nasıl konuluyor olursa olsun, herhalde tartışılmaz olan gerçek şudur ki; olayın “taraf”larını yönlendiren düşünüş ve davranış biçimlerinin belirleyici unsuru, kısmen dinî fanatizmin de eklemlendiği milliyetçiliktir. Bunu söylemek şüphesiz bir keşif değildir, ama eğer ele aldığımız olay sadece kurban sayısının akıl durdurucu çokluğu -toplam milyonu aşkın ölü ki zamanın Anadolu nüfusunun onda biri demektir bu- ile değil, vahşetin kuralsızlığı, içerdiği ve yol açtığı nefret, öfke yükünün aşırılığı, duygu ve idrak karmaşasının içinden çıkılmazlığı vb. özellikleri ile en azından Anadolu-Ön Asya tarihinde benzersiz bir olay gibi görünüyorsa, ona bu özellikleri “kazandıran”ın olduğunu bilhassa belirtmek gerekir.
Bunu belirtmek aynı zamanda olayın her iki taraf milliyetçilikleri tarafından toplumlarına empoze edilmiş açıklama biçiminin, gösterilen gerekçe ve nedenlerin meşruiyetini ve niteliğini esastan sorgulamak gerektiğine işaret etmektir.
Çünkü tehcir/soykırım dediğimiz olay, son analizde bir devlet ile ona isyan eden bir kısım tebaa arasındaki olay olup devletlerin tarihinde sıkça karşılaşılan bir olgudur. Milliyetçilikler, milli devletler çağına gelinceye kadar bu tür olayların en şiddetlilerinde bile tarafların ender olarak ihlal ettiği bir takım mücadele/savaş kuralları vardır. Ve bunların en önemlilerinden biri, çok özel durumlar haricinde eli silah tutmayanlara dokunmamaktır. Savaş veya bastırma önlemleri, savaşçılar ve onlara birinci dereceden yardım eden, destek veren kişilere karşıdır.
Kapitalizm/milliyetçilik çağı öncesinin devletler arası savaşlarında da büyük ölçüde riayet edilen bir savaş/savaşçı etiği vardır. Genel kural olarak devletlerin yönetenleri ve silahlı güçleri arasında cereyan eden ve her iki devlet halkının da kendilerini taraf saymadığı savaşlardır bunlar. Mağlup devletin halkının yağmalandığı durumlar oldukça sıktır, ama bu da süreli ve kendince kurallıdır. Savaşan devletlerin rakip devlet halkına nefretle bakılmasını, onların da savaşılacak düşman gibi gösterilmesini sadece dinî vasfı belirgin olan savaşlarda görebiliriz. Bunun dışında savaşçıların dahi birbirlerini düşman olarak ve nefretle görmeleri savaş durumu ve dönemi ile sınırlıdır denebilir.
Oysa kapitalizm ve milliyetçilikle birlikte bütün bu “manzara” kökten ve tamamen değişmeye başlar. Savaş, devletlerin silahlı güçleri arasında olmaktan çıkıp, devletlerin temsil ettiği milletler arasında, onların birbirlerine karşı kin ve nefret duygularını körükleyen ve süreklileştiren kampanyalar eşliğinde yürütülen, savaş hedefi sayılmalarını ve katılmalarını gerektiren “topyekün savaş”lara dönüşür. Savaşlara ve “barış” zamanlarında da canlı tutulan “savaş ihtimali”ne teksif edilen bu kin ve nefret, “topyekün savaş” mantığı, tarafların her ikisini de bir var olma-yok olma ikileminin kıskacına alır. Ve dolayısıyla savaşlar, herhangi bir “savaş etiği”ni istisnalaştıran, vicdansızlaştıran ve her yol, her yöntem ve aracı mübah sayan bir anlayışla yürütülür hale gelir.
Savaş, kapitalizm/milliyetçilik çağından önce de zaten insanı, insan olmakla bir yaban hayvan olmanın sınırlarına iten bir durum iken, bu çağla birlikte “insanlıktan çıkış” haline dönüşür.
Tehcir/soykırım olayı, olaylar örgüsü, kurban sayısının aşırı yüksekliğinin yanısıra tüyler ürpertici “insanlıktan çıkış” sahneleriyle yüklü ise asli neden budur. Bu olaylar sırasında insanlar, “savaş meydanları”nda değil, kasaba çıkışlarında, vadiden geçen yolların kenarlarında, ırmak veya uçurum boylarında, kaçıp saklandıkları koyakların çalılıklarında, köylerinin cami veya kiliselerine tıkılıp yakılmak suretiyle ve sadece ateşli silah ve bıçaklarla değil, balta, orak veya taşlarla, kadın çocuk ve yaşlı olduklarına bakılmaksızın öldürüldüler.
Olayın kronolojisine bakan herkes teslim edecektir ki; Müslüman-Türk ve Ermeni cemaatleri arasındaki sorunların biriktirdiği gerilimin milliyetçilik(ler)in rotasına yönlendirilir olduğu 1890’larla birlikte 1915-21 döneminin, yaygın bir ırza geçme, ırzına geçilmiş kadınların çoğunun öldürülmesi ile de “bezenmiş” bu katliamlar serisini başlatan İttihat-Terakki kadrosu, onun örgütlediği “Teşkilat-ı Mahsusa” ile icazet verdiği Hamidiye Alayı artığı Kürt aşiretler ile Muş ovasına iskan edilmiş Kafkas kökenli obaların silahlı güçleri, yani “devlet”tir. Ermeni milliyetçilerinin önayak olduğu Kars-Erzurum ve Bayburt havalisindeki intikam katliamları, “Ermeni mezalimi” bunun ardından gelecektir. İttihat-Terakki yönetiminin katliama dönüşen bu “tehcir” kararını sadece Doğu Cephesi’nin geri emniyetini sağlamak için değil, bu bahaneyle bir dünya savaşının kaosundan yararlanıp, asıl olarak Anadolu’yu -Müslüman- Türkleştirmek stratejisini uygulamak amacıyla verdiğinin -başka türlü yorumlanması çok zor- karinelerine az sonra kısaca değineceğiz.
Amacın sadece tehcir olduğunu varsaydığımızda bile, bunun tarihi savaşlarla dolu olan Osmanlı devleti için tam bir “yenilik” olduğu belirtilmelidir. Hiç de gerilere gitmeye gerek yok, en yakın büyük savaşında, 1877-1878’de, Rus Ordusu’nun Yeşilköy’e kadar ilerlediği ve galibiyeti halinde isyan halinde olan Bulgarlara “bağımsızlığı”nı kazandıracağının belli olduğu savaşta, Osmanlı devleti Tuna boyundaki ordunun gerisindeki Bulgar halkını tehcir etmeyi aklına bile getirmemiştir. Daha ileri tarihlere gidelim. Anadolu toprakları üzerinde verilmiş en hayatî savaşta, “Kurtuluş Savaşı”nda Batı cephesinin gerisinde Aznavur, Bolu, Yozgat isyanları olmuşken niçin tehcir gibi bir “önlem” söz konusu olmamıştır?
Tehcir kararı, Osmanlı devlet geleneğinden -Ön Asya imparatorluklarının devlet geleneğinin uzanımından- bir “sapma” oluşu, bu geleneğin yerini milliyetçiliğin devlet mantığının almasının ürünüdür. Gelenekten bu kopuş ise Ermeni isyanlarının varlığı veya ihtimalinden çok daha fazla, asıl olarak Rumeli’nin kaybının genelde Anadolu-Trakya Müslüman-Türk nüfusta, özel olarak ise yönetici elitte yarattığı şokla ilişkilidir. Balkan Savaşının hemen akabinde, ünlü Babı-Ali baskınıyla iktidara el koyan İttihat-Terakki Cuntası, İmparatorluğu, gayrımüslim halklarına Müslüman-Türk (millet-i hakime) ile eşit hukuki haklara sahip kılıp, böylece bir “Osmanlı milleti” yaratabilme konusunda ayak sürüyerek dağılma noktasına getirmiş Osmanlı ricalinin bu hayati hatasını telafi etmeyi değil, tam aksine daha da katı ve şiddetli biçimde sürdürmeyi yeğlemiştir. Oysa bunu yapmayıp, Ön Asyada bin yıllardır farklı etnik-dinî-mezhebi toplulukları -şüphesiz aralarında bir hiyerarşi kurarak, bir “milllet-i hakime’nin varlığında- birarada yaşatmayı başarabilmiş imparatorlukların devlet geleneğini bir eşitlik hukuku ile gerçekten yenilemiş ve böylece sürdürmeyi denemiş olsaydı... Başarılı olur muydu bilemeyiz ama bu yolun Osmanlı etnik-dinî mozayiği içinde kendi etnik-dinî topluluklarının milliyetçi milli-devletçi akımlarına karşı direnen ve o topluluklar içinde hatırı sayılır desteklere sahip olan kesimleri, kadroları kapsayan güçlü bir akım, hareket olarak süreci büyük ölçüde belirleyebileceğini pekâlâ öne sürebiliriz.
Osmanlı son dönemine “milli önyargılardan uzak bir bakış şunu gösterir ki; böyle bir yolun ve anlayışın izlenmesinin önündeki en ciddi engel, gayrımüslim halkların tutumu değil, bizatihi “millet-i hakime”nin eşit hukuki haklara dayalı bir düzene karşı gösterdiği dirençtir. Osmanlı modernleşmesinin, modernizmi gerçekten ilerici kılan bu “eşit haklar, eşit yurttaşlar’a dayalı toplum” nosyonunu sindirememiş oluşu, bu siyasal yeniliği-modernleşmeyi-devlet aygıt ve organizasyonunun formel olarak Batılı hale getirilmesinden ibaret sayıp olabildiği kadar bununla yetinmeye çalışması, modernleşme -eşit haklar- rüzgarına haliyle daha açık ve istekli olan gayrımüslim halkların ayrılma eğilimini elbette körükleyecekti. Dikkate alınmalıdır ki, Osmanlı son döneminin belli başlı “modernleşme reformları”nın tümünde de gayrımüslim halkların bunları büyük çoğunlukları ile coşku halinde karşılamalarına mukabil, millet-i hakime’nin ancak belirli bir kesimi desteklemiş, çoğunluk bu reformları kendi imtiyazlı konumlarından verilmiş tavizler olarak görmüş ve reformlara kitlesel muhalefet ve direnç Müslüman-Türk ahaliden gelmiştir.
Kritik tarih olan 1877-78’in hemen arefesinde olanların bu açıdan simgesel bir önemi vardır. Bilindiği üzre savaşın üç ay kadar öncesinde Mithat Paşa sadrazamlıktan Abdülhamit tarafından azledilir. O Mithat Paşa ki; 1850’lerin sonlarından 1870’lere (1868) kadar Rumeli’de son derece başarılı bir valilik yaparak temayüz etmiş, reformları hakkıyla ve kapsamlı biçimde hayata geçirmeye çalışarak Rumeli’de (İmparatorluğun bu en hayati bölgesindeki) tüm halkların sevgisini kazanmış bir kişiydi. Memalik-i Osmaniye Mazisi ve İstikbali adlı bir risalede açıkladığı görüşlerinden ve valiliği sırasındaki uygulamalarından anlaşılacağı üzere geleneksel millet-i hakime imtiyazlarına dayalı düzenin sürmesinden yana olmadığı görülür. II. Abdülhamit’in onu azletmesinin ve ardından boğdurarak ortadan kaldırmasının asli nedeni, aralarındaki uyuşmazlığın kaynağı bu noktada aranmalıdır.
1908’de 2. Meşrutiyetin ilanı, ardından II. Abdülhamitin tahttan indirilmesi esnasında, başta Ermeni hareketi olmak üzere bütün gayrımüslim tebaanın siyasal temsilcileri ile birarada yürüyen İttihat ve Terakki’nin, Mithat Paşa’nın çizgisini kaldığı yerden devam ettireceği umulabilirdi. Belki artık çok geçti veya İttihat ve Terakki’nin iktidarı ellerine verdiği Osmanlı ricali 1908-1912 dönemini boşa harcadı vs. Sonuçta ağır Balkan Savaşı yenilgisinin ve Rumeli’yi kaybetmenin derin şokuyla iktidara hamle eden İttihat ve Terakki’nin, II. Abdülhamit’in Müslüman halkları millet-i hakime sayan-İslamcı-geleneksel devlet politikasını, millet-i hakimeyi Müslüman-Türk’le sınırlayan bir revizyonla devam ettirdiği söylenebilir. Milliyetçiliğe, milli devlet akımlarına Ön Asya ve Balkanların siyasal-toplumsal kültürüne yaslanarak bir panzehir, bir alternatif oluşturabilecek -eşit haklar temelli- bir Osmanlılık kimliği ve devleti oluşturma şansı böylece yitirilmiş olunca kapı, milliyetçiliğin bu topraklarda tüm hızıyla esmesi için ardına kadar açılmış oldu.
Milliyetçiliğin ve milli devletlerin oluşum sürecinin, bunların anavatanı olan Batı-Orta Avrupa’da Balkanlar ve Ön Asya’da olduğu kadar kanlı, katliamlarla, karşılıklı nefretlerle yüklü olmamasının nedeni, orada böyle bir ortak yaşama, içiçe geçme kültürü ve halinin olmayışıdır. Bu tarihsel birikim ve onun oluşturduğu set bir noktaya kadar milliyetçiliği sınırlamış, gemlemiş ama o nokta aşıldıktan sonra milliyetçilik bunca gemlenmiş olmasının hınç ve enerjisini, mantığını en uç noktalara götürerek boşaltmıştır.
Milliyetçilik fırtınalarının bu bölgede hâlâ dinmemiş olmasının bir nedeni, o hınç ve nefret boşalımı dönemlerinin korkunç sahnelerinin ve anılarının unutulmaz izleri ise bir diğer -bilinçaltı- nedeni ise yıkıp dağıttıkları ortak yaşam kültürünün acısını hâlâ duyabiliyor olmalarını, bu belli belirsiz iç sesi bastırma telaşıdır.
1915 Baharında başlatılan “tehcir”in göze alınan korkunç sonuçlarına tamamen varamaması, birçok Ermeninin kaçmayı başarabilmesi kadar, tehcirden kaçan veya katılmayan on binlerce Ermeninin sığındıkları Müslüman komşu tanıdık veya meslekdaşları tarafından can bahasına korunmuş olmaları yüzündendir. Din değiştirererk, evlatlık veya gelin alınarak ya da korunup fırtına dindikten sonra milletdaşlarının olduğu emin yerlere, yurtdışına gitmelerine yardım edilerek hayatı kurtarılmış, bir kısmı da Müslüman komşularınca saklandıktan sonra yeniden Ermeni kimliğiyle memleketinde yaşamış işini gücünü devam ettirmiş Ermenilerle ilgili yüzlerce hikâye anlatılır Orta-Batı ve Güneydoğu Anadolu’da. Milliyetçiliğin akıl ve vicdanlarını karartmasına, çarpıtmasına izin vermemiş bu Türk, Kürt, Çerkez, Lazlar ve Suriye çölünde “tehcir” artığı Ermenilerin imdadına koşmuş Araplar, bu millet-i hakime mensupları,* bu tutumları ile, sadece “tehcir” kararıyla kendilerine empoze edilmek istenen “insanlıktan çıkma” hallerine katılmayı reddetmekle kalmamış; bu coğrafyanın asırlardır içinde yaşadığı ortak kültürün, -“devlet”in berhava etmeye karar verdiği- bu özgün tarihsel-toplumsal birikimin, “habitus”un en zor zamanlarda bile yaşayabildiğini kanıtlamış, bu mirasa sahip çıkmışlardır.
1915-21 döneminde Anadolu-Suriye sahnesinde, katliamların, sayısız ırza geçme ve talan vakasının yanında ve hatta bunlarla içiçe, gözyaşartan insanlık örneklerinin, komşuluk hukuku, hak, vicdan ve insaf gibi geleneksel değerleri koruma azmi ve inancının kanıtlandığı olayların da cereyan ediyor oluşu; Müslüman-Türk toplumun düşünüş/davranış dünyasında bir yarılmanın olduğuna işaret eder. Bir yanda hükümetin “tehcir” kararı ve mantığını paylaşan, bunu kendi etnik-dinî yaklaşımına veya -Ermeni mallarını gasbetme gibi- çıkar hesaplarına uygun bularak bilfiil destekleyen ve katılanlar, öte yanda bu uygulamayı ağır bir haksızlık, zulüm olarak değerlendiren ama elinden bir şey gelmeyen ya da Ermenileri saklayarak bir biçimde yardımcı olmaya çalışan geniş bir kesim vardır. Bu, bir “bölünme”dir; ama çatışmaya dönüşmemiş olmakla birlikte Anadolu’nun Müslüman-Türk halkının düşünüş dünyasına ve vicdanına bir “kılıç yarası” gibi oturmuştur.
Şüphesiz, 1910-20’lerin, birbirleriyle yoğun teması olmayan, sosyo-ekonomik özellikleri ile farklı bölgeler toplamı gibi bir manzaraya sahip Anadolu-Trakya’sında bu “bölünme”nin taraflarının oranı her bölgede olay, kendi yaşadıkları çerçevesinde algılandığı için bölgelere göre değişmekte; fakat konu/sorun her bölge içinde bile açıkça konuşulmadığı, tartışılmadığı için ne olayın tamamına ilişkin görüşler billurlaşmakta ne de ibrenin hangisinden yana olduğu bilinmektedir.
1900’lerin başından 1920’lerin ortalarına kadar sadece “tehcir”i değil, birbiri ardına gelen ve herbiri başlıbaşına ağır ve sarsıcı olan bir seri savaşı, Balkan göçünü, başka kitlesel iç göçleri, işgal ve “mübadele”yi yaşamış bir toplumun, bütün bu felaketlerden derece derece ama toplam olarak fazlasıyla payını almış bireyleriyle, bütün bu yaşadıklarını bir de konuşmak sorgulamak istememesi, bu aşırı yıpranmışlık yorgunluk hali, Türkiye toplumunun 1920’lerden sonra da süren suskunluk halinin şüphesiz önemli bir faktörüdür.
Öte yandan bu toplum, asırlardan, bu topraklar üzerinde var olduğundan beri karşılaşmadığı, bulunmadığı bir durumdadır. Şimdi Anadolu-Trakya’da “%99”luk bir çoğunluk teşkil etmekte olan nüfusun çok büyük bir kısmı (Rumeli’den göç ve mübadeleyle gelenler de dahil) neredeyse bin yıldır gayrimüslim topluluklarla -statü farklılıklarını bir yana bırakırsak birarada olmanın da ötesinde- adeta sembiyotik diyebileceğimiz bir ilişki içinde olmuş, din farklılıklarının olduğu diğer ülkelerde pek -belki de hiç- görülmemiş biçimde bir içiçe yaşama kültürü, büyük ölçüde ortak bir gündelik hayat pratiği oluşturmuş ve bütün bunlar da onların kimlik bilgi ve bilinçlerinin -en azından- toplumsal boyutunu belirlemiştir. Gayrimüslimleri özellikle de bunların içinde Müslüman topluluklarla en yoğun ve yakın ilişkide olan Ermenilerin korkunç bir süreçten sonra toplumsal “bünye”den sökülüp atılmış olmaları -toplumun, özellikle de belirli bölgelerin ekonomi/üretim, bilhassa zanaat düzeninde yarattığı derin çöküntü bir yana- Müslüman çoğunluk için bir tür kimlik boşalması anlamına gelmekteydi. Bu boşalma, bu boşluk ya boşalana eşdeğer bir unsurla telafi edilecek -ki 1920-30’ların içe, otarşiye dönük Türkiye’sinde bu mümkün değildi- veya kimliğin geride kalmış unsuru -Müslümanlık- birarada yaşamayı mümkün kılmış çeper genişlemesinin altındaki boşluğu büzüşerek kapatma yolunu seçecekti. Veya o boşluk, imparatorluk asırlarının oluşturduğu kimlik bilgi ve bilinçlerinde sıradan bir unsur, bir sıfat olagelmiş etnik özellikleri bu boşluğu doldurmaya yönelik biçimde seferber edecektir ki, bu da yeni TC devletinin Türk milliyetçiliği politikası ile “% 99’u Müslüman” toplumun tamamına şamil olmak üzere kararlaştırdığı yoldur.
Türkiye toplumu, 1920-30’ların ötesinde, 1970’li yıllara kadar da geçerli olan bu ideolojik atmosfer içinde “tehcir” sorunu ile yüzleşmek isteseydi bile, bunu yapmak için yerleşebileceği ideolojik-etik konumlar düşünüldüğünde o yüzleşmenin sağlıklı herhangi bir sonuca varması mümkün değildi. Milliyetçilik zaten doğası gereği, resmî Türk milliyetçiliği ise “devletin bekası”na kilitlenmişliği ile, “tehcir”i hukuk, vicdan ve insanlık değerleri adına bir evrim gibi gösterecek her yaklaşımı, “milli çıkar” veya “devleti savunma”nın gerekçeleri karşısında hükümsüz saymasa bile tali addetmeye koşulludur. Din-İslam-ise, asırlardır imparatorluk siyasetlerinin meşrulaştırıcısı olarak şekillenen yönüyle elbette gayrimüslim tebaaya gösterilen bu “aşırı şiddet”i eleştirmeye yatkın olmakla birlikte; o tebaanın eşit hak veya Müslüman tebaa egemenliğinden sıyrılma gayretleriyle geçmiş son yarım yüzyılda bu girişime karşı gösterdiği direnç nedeniyle o aşırı şiddet eleştirisini fazla ileriye götürecek durumda değildir. Gerçi “tehcir” döneminde Ermenilere reva görülen muameleye açıkça karşı çıkanların, kaçmalarına, saklanmalarına yardım edenlerin büyük çoğunluğu çevrelerinde “dini bütün” olarak tanımlanan kişi ve topluluklardır ama bu tutumları “devletin bekası”, -Müslüman- milletin çıkarı ve egemenliği argümanlarını reddetmelerine bağlı değil; vicdanı ve geleneksel değerleri bunlara feda etmemelerinin sonucudur.
Ancak, öte yandan “tehcir”in dehşeti, talandan öldürme usullerine, kadar uygulanan şiddetin tüyler ürperticiliği ve utanç düzeyi, “tehcir”i esasta savunan veya mazur gösterenlerin de, bunu değil övünçle yapmak, yaptıklarını olabildiğince örtmek ihtiyacını duyurtacak derecededir.
Fakat, bir milletin veya belirli bir din-inanç sistematiğine bağlı topluluğun “çıkar”ları, egemen ve başkalarından üstte/üstün olma iddiaları veya en azından onlardan ayrı olma/durma, üzerine kurulu ideolojiler, onların kendilerine özgü değerleri veya değer hükümleri, belli tarihsel koşullar ve durumlar bağlamında geçerli ve belirleyici olabilirlerken; insanın özgün yanını, ve bunun olgunlaşmasını, insan varlığının tamamına şamil hale gelmesinin ezeli arayışını temsil eden evrensel değerler, vicdani ve etik normlar, belli bir tarihsel kesitle, bahsettiğimiz ideolojilerin empoze ettiği davranışların, düşünüş biçiminin altında kalsalar da yok olmazlar. Ve ne denli geriye itilmiş olsalar da onların kuşattığı bilme ve anlama ufkunu çatlatan, aralayan ve bir gün mutlaka o perdeleme üzerinden dallarını, yapraklarını uzatarak, onları izleyip gövdesinde geçmişte neyin ne olduğunu anlamamızı sağlayacak işaretleri bulacağımız tohumların, köklerin gücüne sahiptirler. Bizden, insan olduğunun bilincinde olanlardan, bunun hakkını layıkıyla vermeye çalışanlardan beklediği şey, çabalarımızın alın teriyle onları sulamaktır.
Türkiye toplumunda, en azından “tehcir” döneminin içimizi ısıtan tanıklıklarında, sonraki yılların kayıp Ermeni dostlarını, meslekdaşlarını derin bir nostalji ve yeisle yadeden sayısız konuşmalarda da varlık izlerini gördüğümüz o tohum ve kökler, elbette var ve büzülmüş de olsa canlılığını koruyabilmiştir. Bu gibi durumlarda olduğu gibi suç işleyenler adına suçluluk duygusunu taşımak da onlara düşüyor.
Özetle Türkiye toplumu, “tehcir” gibi sadece vicdanında değil, her bir unsurunun asırlar boyu oluşmuş -veya bu sürecin izlerini içselleştirmiş- kimlik, benlik, bilinçlerinde, yaşayageldiği toplumsal örgüde derin yaralar açmış bir “olay”dan duyduğu sorumluluk, acz ve suçlulukla içiçe, karmaşık ruh ve düşünüş halini sanki “zaman aşımı”na bırakmış bir suskunlukla aşmaya çalışıyor gibidir.
Ama artık bunun olabilirmiş gibi gözüktüğü iç ve dış koşullar, dönemler geride kalmıştır. 1980’lerden beri tüm dünyada üretici güçlerdeki köklü dönüşümler başta olmak üzere bir dizi faktörün, altüst oluşun dolaylı ama kaçınılmaz sonucu olarak, özellikle toplumların alt-orta sınıflarında, “dışlanan” kesimlerinde zuhur eden etnik-dinî kimliklere çekilme dalgası olsun, buna paralel olarak doğan kozmopolit oluşumlar olsun, farklı açı ve amaçlarla da olsa toplumların geçmişlerine, dolayısıyla etnik-dinî toplulukların birbirleriyle ilişkilerinin tarihine dönük ilgiyi ve sorunlaştırmaları gündemin ilk maddeleri arasına sokmuştur.
Bu geçmişle hesaplaşma kaçınılmazlığı karşısında eğer 1980 sonrasının mikro milliyetçilikleri, “kimlik hareketleri” ile başetmekte zorlanan, zorlandığı ölçüde entegre/assimile edebilme boyutunu terk ederek daralan ulus-devlet milliyetçiliklerinin baskın olduğu dönemlerin -örneğin “tehcir” gibi- konuları, yani zaten aktörleri bu milliyetçilikler olan sorunları; o milliyetçiliklerin yapmış olduğu formülasyonlar, açıklama kalıpları ve gerekçeleri zemininde ele alınmaya çalışılırsa, bunun “eski” sorunlardan kalma öfke ve hınç yükünü çoğaltmaktan, savunma mekanizmalarını bilemekten ve sorunu mikro milliyetçiliklerin daha küçük ama daha keskin dil ve ellerine teslim etmekten başka bir sonucu olamaz.
Bu tarihle hesaplaşmadan olumlu bir sonuç çıkabilmesinin olmazsa olmaz koşulu, sonuçta “mağdur etmiş” olan tarafın, bu zemine, kendi savunma gerekçelerini kuşanmış olarak değil, mağdur olanı -en azından- dinlemeye hazır, onun yıllardır büyüttüğü, biriktirdiği acıları dökmesini anlayışla karşılamaya kararlı olarak gelmesidir. Bu asgari koşulu, bir milliyetçiden beklemenin boşuna olduğunu günümüzdeki örnekler aşırı bir bollukla göstermektedir. Dünyada bugün toplam olarak nüfusu sekiz milyon civarında olup, “tehcir” döneminde neredeyse toplam nüfusunun üçte birini kaybetmiş, bir o kadarı badireler atlatarak tüyler ürpertici sahneler içinden geçip canını kurtarabilmiş bir halkın karşısında, yetmiş milyonluk bir ülke ve millet adına konuşurken; “tehcir” döneminde kendi milletinin -elbette- çekmiş olduğu acıları, ancak iki buçuk milyonunu zar zor yaşatan bir anavatana sahip milletin çektiği acılarla aynı terazinin kefesinde tartmaya, bu gerçekten “düşük” profile gönül ve zihin indirenlere ne denilebilir, ne beklenebilir ki?
Bunlar, kendi “beka” ve “güvenlik” kaygılarıyla gözleri kamaşmış/kapanmış olanlar, milliyetçiliğin bu kaçınılmaz gereği ve sonucuna bir yaradılış özelliği gibi alışmış olanlar, “Türk Müslüman Kimliği”nin oluşumundaki “tehcir”in payı ile, aynı olayın Ermeni kimliğindeki derin ve devasa yerinin oranlanamaz olduğundan bile etkilenecek değillerdir. Bunu anlamak için gösterecekleri en ufak bir çabanın bir taviz vermek olduğunu, ödenecek bir bedele kanıt, gerekçe olabileceğini düşünürler her şeyden önce. Ermeni milliyetçiliğinin de bütün bu özellikleri fiilen veya potansiyel olarak taşıyor olduğunu bilerek de söylüyoruz bunları.
Ermenilerin binlerce yıl yaşadıkları, bu anlamda anavatanları olmuş bu ülkede buradaki halklarla gerçekten barışmış olarak yaşayabilme imkanına yeniden kavuşmalarından başka nasıl bir “bedel” söz konusudur bilmeyiz ve aklımızda almaz. Ama eğer bu bir bedel ise, Anadolu-Ön Asya, son yüz-yüzelli yıldır milliyetçiliklerin enkaza çevirmek için uğraştığı, kesintiye uğrattığı kadim siyasal kültürünü, milliyetçiliklerin ve “öteki”lere egemen olma saplantılarının yol açtığı ağır felaketlerden, utanç yüklerinden aldığı büyük ders oranında yenileyerek, bölge halklarının mümkün en geniş birliğini, biraradalığını bu dersin ışığında sağlayabilecek bir çözüm üretebilirse; bunun uğruna o milliyetçilerin muhafazaya çalıştığı her şeyi gözümüzü kırpmadan feda edebilmeliyiz.
(*) “Tehcir” emrine uymadıkları uygulamayı reddettikleri için idam edilen, cezalandırılan yüzlerce devlet görevlisini de hiç şüphesiz bu şerefli insanlar listesinin en ön sıralarına koymalıyız.