Geçmiş, Türk-Ermeni ilişkilerinin algılanmasına hükmetmektedir. En azından böyle görünmekte. Hükmetmektedir, çünkü, Osmanlı İmparatorluğu döneminde trajik bir biçimde son bulmuştur ve bizler bu geçmişi birden fazla biçimde algıladık ve bu algılara çok yatırım yaptık. Mesele şudur: Tarihin bizleri şekillendirdiği gibi biz de onu yeniden şekillendirdiğimiz için sorumluluk alabilecek miyiz? Peki, tarihi aşma iradesi oluştuğunda, birbirinden farklı ve çoğu kez ihtilaflı iki tarih algısını ne yapmalı?
Ermeni tarafı için anlaşmazlık, ancak ve sadece, Jöntürk hükümeti tarafından 1. Dünya Savaşı’nda gerçekleştirilen soykırım Türk tarafınca kabul edildiği zaman ortadan kalkacaktır. Kurbanın bu beklentisi, kendi tarih algısının merkezine Büyük Güçler tarafından mağdur edilmesini koyan ve böylelikle Ermenilerin başına gelenleri inkar edilmesi gereken, önemsizleştirilen veya geçiştirilen ilgisiz bir detay, ya da sıkıntı kaynağı olarak gören Türk görüşü ile karşılanmaktadır. Hakim Türk pozisyonu üç yöntemi eş zamanlı olarak kullanmaktadır.
Pozisyonların uzunca bir süredir korunduğu ve tarafların kimliklerini bu pozisyonlara bağladıkları durumlarda anlaşmazlığı gidermek için esasen üç yol mevcuttur. Kimlik savaşlarının çıkar savaşlarından daha acımasız olduklarını biliyoruz. Birinci yol, geçmişi daha iyi anlamak ve karşı tarafın pozisyonunun gerekçelerini daha iyi anlamaktır. İkinci yol ise, tarihi müzakere etmektir. İlk yol ilim, entellektüel namus ve öğrenilenleri düşünce ve pozisyonla birleştirme cesareti gerektirmektedir. İkinci yol ise, diplomasi, işletme ve hukuk fakültelerinde öğretilen teknik becerilere ihtiyaç duymaktadır. İlki, zahmetli çabalara işaret ederken, hızlandırılabilir ama zorlanamaz. Sonucu yine de herkes tarafından kabul edilmeyebilir. İkincisi ise, kurumsal siyasi yapılar arasında imzalanacak diplomatik bir protokol, antlaşma veya resmî bir kararla özetlenebilir.
Bu iki yöntem kavramsal olarak ayrı süreçler olmakla beraber, pratikte, konunun önemine binaen, ayrı olmamışlardır. Hükümetler ve kurumsal yapılar politika oluşturup uyguladıklarından müzakere etmeye daha fazla eğilim gösterirler ve bunu da geçmişe başvurarak yaparlar. Öte yandan, akademik çalışmanın politika için net sonuçları vardır. Ayrıca, akademisyenler kendi kimlik ve çevrelerine karşı bağışıklığa sahip olmadıkları halde, politika yapıcılar akademisyenler tarafından ortaya konan gerçekleri kabul etmekte ayak diremektedirler. Politika uygulamakla yükümlü bir diplomatla tarih tartışmak kadar, dinamik bir keşif sürecinde bulunan bir akademisyenden politika önerilerinde bulunmasını beklemek de anlamsızdır.
ÜÇÜNCÜ YOL İSE TARİHTEN TAMAMEN KAÇINMAKTIR
Ermenistan’ın bağımsızlığını kazanmasından bu yana Türk-Ermeni ilişkilerinde yaşanan süreçler bu kafa karışıklığını yansıtmaktadır. Hükümetler tarihin avukatlığına soyunmuş, akademisyenler ise, zaman zaman, bilinçli ya da değil, tarihi, resmî politikaları destekleyecek şekilde şekillendirmekle meşguller.
Bu özel ihtilafın ayrıntıları gözönüne alındığında, iki sürecin de etkin olabilmesi için ayrılması şarttır. Bazı durumlarda ihtilafların çözümü için belirsizlik tercih edilse de, bu ihtilaf onlardan biri değildir. Politika ve akademi birbirlerine yardımcı olacaksa, bütünlüklerini korumak zorundadırlar.
Ermenistan ve Türkiye devletleri arasında 1991 sonrasındaki ilişkilerin gelişme(me)si konusunda detaya girmeyeceğim. Ermeni tarafının her iki devlet başkanı döneminde de soykırım gerçeğini ve Jöntürk hükümetinin buradaki sorumluluğunu müzakere etmeyi reddettiğini, ama iki ülke arasında ilişkilerin normalleştirilmesi için Türkiye’nin geçmişi tanımasını şart koşmadığını da eklemek yeterli olacaktır. Bağımsız Ermenistan’ın ilk devlet başkanı Levon Ter-Petrosyan’ın yönetimi, tarihsel ihtilafın çok derinlere gittiğini ve resmî düzeyde görüşmeler yoluyla çözülmek için fazla hassas olduğunu düşünürken, Robert Koçaryan yönetimi konuyu resmen ele almıştır.
Türk devletinin politikası, inkar hariç tutulduğunda, konudan kaçınmak ya da müzakere etmek olmuştur. Başbakan Erdoğan’ın yakın zamanda dile getirdiği, tarihî gerçekleri belirlemek için bağımsız uzmanlardan oluşan bir komisyon oluşturulması teklifi ileri bir adım olarak görünmekte. Türk yetkililerden “tarihi tarihçilere bırakmak” gerektiği yönünde çağrılar da gelmekte. Ama esasen, Türk devleti Türk tarihçileri için tarih yazmayı, hele de yeteneklerini resmî devlet politikalarını onaylamak için kullanacağından emin değilse, oldukça riskli bir iş haline getirdi. Kendi önerisine uyup tarihi tarihçilere bırakacağına, Türk devleti tarihi araştırma ve düşünme sürecini idare etmeye çalıştı. İhtilafı çözmek için bir uzmanlar komisyonu kabul edilebilir olsa da, sosyal bilimcilerin süregiden çalışmalarını ikame edemez. Böylesi bir komisyona yapılacak atamaların da yoğun müzakerelere konu olması ve politika önerileri olacak bir kararın kaleme alınmasında komisyonda yaşanacak olası tartışmalara giriş niteliği taşıyacağı aşikardır. Başbakanın önerisi şu garantileri vermesi halinde daha itibarlı ve yararlı olabilirdi: (1) komisyona atamalar devletler tarafından değil, mevcut çalışmalar hakkında bilgi sahibi bireyler tarafından yapılacaktır; (2) Türk devleti komisyonun çalışmalarına müdahale etmeyecektir; (3) Türk devleti komisyon çalışmasının sonuçları Türkiye’nin mevcut politikaları ile çelişse de bu sonuçları kabul edecektir; (4) Türk devleti ülkede konunun araştırılması ve tartışılmasının önündeki tüm yasal ve idari engelleri kaldıracaktır.
Bununla birlikte, Türkiye ile Ermenistan arasında diplomatik ilişki bulunmaması soykırımın tanınması meselesi ile değil, birincil olarak Dağlık Karabağ ihtilafı ve iç politik mülahazalarla ilgilidir.
RESMÎ ALANIN DIŞINDA FARKLI GELİŞMELER OLDUĞU AÇIKTIR
Devletlerarası ilişkilerdeki kilitlenme gözönünde bulundurulduğunda bunlar önem kazanmaktadır ve iş çevreleri bu bağlamda ilk öne çıkanlar olmaktadır. 1993 yılından başlayarak iki tarafın hükümetleri de işadamlarını işbirliği ve ticaret alanları bulmaya yönlendirmiştir. Bağımsızlığı takip eden ilk dönemde en yaratıcı teklif bir Türk sanayici ile Ermeni asıllı Amerikalı bir emlakçı-hayırseverden gelmekteydi, ki teklife göre, Trabzon limanı Ermenistan’a kapı görevi görmek üzere yeniden inşa edilecekti. Teklif, iki taraf arasında diplomatik ilişkilerin tesisi konusunda yürütülen müzakerelerin olumlu bir neticeye varmaması ve her iki kesimden de gürültülü itirazlar gelmesi üzerine ölü doğdu. Aynı çerçevede, Kars ve Gümrü yerel yönetimleri arasında, açık sınırların ve ticaretin karşılıklı faydalarını bilen yerel halkların da desteğiyle, temas kurulmuştu. Burada da ilişkilerin normalleşememesi yüzünden çabalar sonuçsuz kaldı. Yaşanan başarısızlıklara rağmen, iş çevreleri arasındaki ilişkiler sürdü ve bugüne kadar Gürcistan üzerinden yürütülen küçük çapta ticari faaliyetlerle sınırlı kaldı. Türk-Ermeni İş Konseyi ile resmiyete dökülen çabalar ticaret ve iş ilişkilerinin değerini vurgulamak suretiyle devam etti.
Bu örneklerde geçerli yaklaşım geçmişten kaçınarak bugüne odaklanmaktı.
Düzensiz de olsa karşılıklı ziyaret ve temaslarda bulunarak halkların birbirlerini daha iyi tanımasını -bir nevi karşılıklı yeniden insanileştirmeyi- sağlamaya çalışan ve ötekinin pozisyon ve sorunlarının daha iyi anlaşılmasına uğraşan gazeteci ve kamusal çıkar gruplarının durumu daha zordur. Gazeteciler taşlaşmış pozisyonlara karşı mücadele ederek okurlarına ulaşmaya çalışırlar. Tamamen kaçınılmadığı hallerde de, soykırım meselesinin etrafından dolaşmak söz konusudur. Genelde yararlı olan bu çabalar gazetecilerle kamuoyu hatta yetkililer arasında bir müzakere olarak nitelendirilebilir.
Kamusal alanda en iyi bilinen proje Türk-Ermeni Uzlaşma Komisyonu (TARC) oldu. TARC, 2001 yılında iki hükümetin de onayı ile ortak ilgiye mazhar tüm meselelerle, ki aralarında tarih algısındaki farklılıklar da mevcuttu, ilgilenmek üzere kurulan bağımsız bir gruptu. Ortak komisyon fikri gayrıresmi olarak ilk defa resmî müzakerelerin başlangıcı olan 1992’de teklif edilmiş ise de o dönem çok farklı bir görev tanımı ve komisyon oluşumu düşünülmüştü. TARC’ın görev tanımı daha genişti -mevcut karşılıklı çıkarlar temelinde uzlaşma hedeflemekteydi- ve daha az odaklanmıştı.
TARC’ın, dördü devletle yakın ilişkileri olan emekli diplomatlar, biri ise akademisyen olan beş Türk üyesi vardı. Grubun dört Ermeni üyesi arasında, bir dışişleri eski bakanı, akademik ünvana da sahip bir dışişleri bakan danışmanı, Ermeni asıllı bir Rus siyaset bilimci, ve cemaat işlerinde faal Ermeni asıllı Amerikalı bir hukukçu bulunmaktaydı. Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın da destek verdiği projenin oluşumu her iki ülkede ve diasporada farklı grupların tepkisini çekti. Buna rağmen komisyon birkaç defa toplandı ve iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesinin her iki tarafın da çıkarına olduğuna kanaat getirerek, kültürel, iktisadi ve diğer bağların teşvik edilmesini savundu. En zorlu sorun olan soykırım konusunda, TARC, 2002 yılında New York merkezli Uluslararası Daimi Adalet Merkezi’nden (ICTJ) iki konuda hukuki mütalaa talep etti: 1915-17 olayları, Birleşmiş Milletler’in Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşmesi ve diğer uluslararası belgeler uyarınca soykırım sayılır mı; ve bu ilk soruya verilecek cevap evet ise, bundan doğacak yükümlülükleri bugünkü Türkiye’nin üstlenmesi söz konusu mudur. ICTJ, konuyu bağımsız hukuk uzmanlarına havale etti ve araştırma kapsamında TARC’ın önde gelen üyelerinin de katıldığı oturumlardan sonra ilk soruya olumlu, ikincisine ise olumsuz cevap verdi. Zaten kavramsal ve yapısal birtakım sorunlarla boğuşmakta olan TARC, Türkiye ve Ermenistan’da belirli çevrelerin muhalefetinin de etkisiyle yolun sonuna geldi. 2004 yılında lağvedildi.[1]
Resmiyette hükümet-dışı bir birim olmakla beraber, TARC Amerika tarafından desteklenmekte ve üyelerini büyük ölçüde belirleyen Türk ve Ermeni hükümetlerinin icazetiyle faaliyet göstermekteydi. Amacı, ilişkilerin normalleşmesinin her iki tarafın da yararına olacağı vurgusunu yapmaktı. TARC’ın görev tanımı belirsizdi, bu da soykırım meselesinden kaçınmak, onunla yüzleşmek, ya da konuyu işlerken ana hedef olan ilişkilerin normalleşmesini özendirmeyi sürdürecek bir başka yöntem bulunması hususunda esnekliğe olanak vermekteydi. Kamuoyu üzerinde etkili olunacaksa, bunlardan ilki gerçekleştirilemezdi; üyeleri arasında konuyu ele alacak akademik ehliyet de mevcut değildi. TARC, tarihsel değil hukuki bir mütalaa talep etmek üzere anlaşarak üçüncü yolu tercih etti. (ICTJ kaynaklı) İki yönlü bir karar bile bu çabayı kurtarmaya yetmedi.
Fransa’da bugüne ve geleceğe odaklanarak kültürel faaliyetler yoluyla uzlaşmayı teşvik eden bir çaba ortaya kondu. Ermeniler ve Türkler arasında Yakınlaşma Forumu (FRAT) aralarında Türk, Ermeni ve Fransızların bulunduğu 12 iyi niyetli birey tarafından 2003 yılında kuruldu. Toplumdan gelen baskılar nedeniyle bu çaba somut bir faaliyete dönüşemeden boğuldu. İyiniyet yeterli olmamıştı.
Ermeni ve Türk Çalışmaları Atölyesi (WATS) çok farklı, daha az iddialı ve gayriresmi bir yaklaşım sergiledi.[2] O kadar gayriresmiydi ki, başlangıcından dört yıl sonrasına kadar bir isme dahi sahip olmadı.
WATS, 1915-1917 arasındaki söz konusu olayların tarihsel bir fenomen olarak görülebileceği ve mümkün olan en nesnel biçimde ele alınacabileceği ortak bir dil ve tarihsel çerçeve oluşturma imkanını araştırmak amacıyla 2000 yılında başlatılmıştı. Bu çaba, entellektüel namus ile akademik özeni etnik kökenlerinden daha önemli olan akademisyenler tarafından ortaya kondu. Proje hükümetlerden bağımsız olarak akademik kurum ve şahıslarca desteklenmektedir.
Atölye başlangıcından bugüne kadar üç defa toplandı ve bu makale yayımlandığında dördüncü atölye de gerçekleşmiş olacak. Bunlardan ilki, Chicago Üniversitesi’nde, ikincisi 2002’de Michigan Üniversitesi’nde, üçüncüsü ise, 2003 yılında Minnesota Üniversitesi’nde gerçekleşti. Başlarda bir düzine kadar Türk, Ermeni ve Batılı akademisyeni biraraya getiren süreç şimdilerde yaklaşık 200 kişinin katılımıyla ilerlemektedir. Her iki tarafta da ilk önceleri sürece muhalefet eden ya da katılma konusunda çekingen davranan insanlardan da katılım oldu. Türkler ve Ermeniler arasındaki bazı unsurlar projeye pozisyonlarının müzakereye açık olmadığını söyleyerek karşı çıktı.
WATS’ın önemi, herhangi bir katılımcının olayların nitelendirilmesi konusunda aldığı pozisyon gözönüne alınmaksızın, sürecin temaların araştırma ve keşfi üzerine dayandırılmasıdır. Atölye, herbirinin ardından tartışma bölümlerinin olduğu özel temalar altındaki formel bildirilerden oluşmaktadır. Bu temalar, Osmanlı’nın gerileme dönemi; 1. Dünya savaşı öncesi-sırası-sonrası Osmanlı-Ermeni ilişkileri ve karşılaştırmalı çalışmalar olarak belirlenmiştir.
Gerilimli başlangıcından bu yana atölye projesi, olayların nedenleri ve sonuçlarına odaklanmayı ve yeni araştırma konularına ilham veren sağlıklı bir görüş alışverişine doğru olgunlaşmıştır. Atölyenin, Türk-Ermeni ilişkileri tarihinin anlaşılması ve yorumlanması, sonuç olarak da Türkiye ve Ermenistan toplumlarında ve de Türk-Ermeni diasporalarındaki “geçmiş” algılayışlarında etkisi, yavaş ancak anlamlı olacaktır.
Uzlaşmanın bizatihi kendisi çabaya değer bir amaç olmakla birlikte WATS’ın önceliği, üzerinde dikkatli ve kapsamlı çalışılmış bir “geçmiş” anlayışının ortaya konabilmesidir. Aslında bu anlayış oluşturulmadan varılan uzlaşma ancak ya tarihten kaçınmak ya da müzakere yoluyla gerçekleşebilir. WATS’ın hedeflediği anlayış gerçekleri ve sayıları savaşların üzerinde tutar. WATS, iyi niyet, politika ve bilim arasındaki farklılıkların ayırdında hareket etmesi, alçak gönüllü hedefi ve entellektüel namus konusundaki net görüşleri nedeniyle bugüne kadar sadece varlığını sürdürmekle kalmadı, sesini de duyurabildi. Resmî endişelerden ilham alan ya da bu endişeleri hedefleyen birtakım projelerin aksine WATS’ın örgütleyicileri, hükümetlerin sürece yardım edecek en iyi politikalarının, projelerin kendilerinin belirledikleri mütevazı ancak sağlam temellendirilmiş amaçlarını başarabilmeleri için onlara tanıyacağı özgürlük olduğuna inanırlar. Yine, her iki tarafta belirli kesimlerden gelen ilk, refleksif reaksiyonların basıncı altında çöken projelere benzemeyen biçimde, WATS sürecinde yer alan insanlar çabalarını sürdürmeyi ve genişletmeyi başardılar. Bunun nedeni, geçmişe, şimdiye ve geleceğe farklı biçimde ilgi duyan akademisyenlerin moral cesareti ve sürdürülen düşünsel netlikti.
Problem bir projenin bilimsel olup olmaması değildir. Birkaç yıl önce Türk ve Ermeni akademisyenlerce başlatılan Viyana Yuvarlakmasası aynı çabayı hak eden bir projeydi. Biri soykırımı diğeri ise bunun haksız bir suçlama olduğunu öne süren iki grubun, pozisyonlarını kanıtlamak için kendilerinin belirleyip sağlayacakları dokümanların değişimi yoluyla geliştirilecek bir diyaloğu amaçlıyordu. Dokümanlar ne denli değerli olurlarsa olsunlar, bir diyalog için belirlenmiş böylesi bir temel yine de müzakere olarak tanımlanmalıdır. Tarih belirlenmiş sayıda dokümandan, özellikle “taraf”larca seçilmiş dokümanlardan çok daha fazlasını gerektirir. Proje akademik bakış açısından geçerli olabilir ancak resmî ve politize edilmiş duruşları desteklemek için tasarlandığında entellelktüel açıdan iflas eder.
Her iki toplumdan azımsanmayacak bir nüfusun ve hükümetlerin paylaştıkları genel eğilim olan “iyi niyet” çabaların hiçbirisi için yeterli olmadı. Hatta, her iki taraftan bazıları için iyi niyet ifadesi ihanetle eş tutuldu.
Tarihin yeni imgelemi, daha geniş tarihsel süreçlerin ortak kavranışını gerektirir: Her iki tarafın içinde hareket ettikleri çevrenin; farklılıkları çatışmaya döndüren nedenlerin temellerinin; ve bir rejimin, üyelerinin çoğunluğunun yok edilmesi yoluyla diğer tarafın sürgün olmasına neden olan kararları neden aldığının anlaşılması gerekir. Şüphesiz entellektüel namus üzerine temellenen bilimsel süreç, iki taraf arasındaki temasların yegane yolu değildir. Ve yine WATS tarafından benimsenen yaklaşım, çatışmaların altında yatan süreçlerle entellektüel bağlamda başetmenin tek yolu da değildir. WATS’ın kendisi, ortaya attığı varsayımları ve sürecin gelişimini test etmek için çok sayıda mini-proje üretmek eğiliminde. Çok daha fazlasının gerçekleşmesine ihtiyaç var, çok şey de yapıldı. Başarısız olan çabalar bile sivil diyaloğun meşru bir girişim olarak kabulüne ve en azından bu bağlamda uzlaşmanın resmî bir sözleşme olmadığı anlayışına katkıda bulundular.
Açıktır ki, uygun entellektüel temeller ile akademik seviyede yoğun emeğin ve politikaları özgür ve tekelci olmayan yaklaşımlardan ayıran düşünsel berraklığın yokluğunda, iki halkın samimi uzlaşmasına ulaşmamız pek olası değildir. Halbuki böylesi bir uzlaşma iki halkı da bir çok zaaflarından özgür kılabilecektir.
Nisan 2005
[1] Bkz. David E. Phillips, Unsilencing the Past: Track Two Diplomacy and Turkish-Armenian Reconciliation, 2005.
[2] Profesör Fatma Müge Göçek, University of Michigan, ve Profesör Ronald G. Suny, University of Chicago/University of Michigan, tarafından başlatılan ve örgütlenen atölyeye 2002 yılında bu makalenin yazarı da dahil olmuştur.