“Biz kendi iç düşmanlarımızla başa çıkabiliyoruz. Almanya’dakiler ise bunu başaramıyor. Onun için biz daha güçlüyüz.”
Enver Paşa’ya atfen Lapsius’tan aktaran H.L. Kieser[1]
Türkiye’de Ermeni sorunun miladı, İttihat ve Terakki hükümetinin 1915 ilkbaharında aldığı tehcir kararı değildir. Bu kararın uygulanmasından önce başlayan zorunlu göç ettirme ve ürküterek kaçırtma operasyonları ve tehcir kararının uygulanmasıyla zirve noktasına çıkan kitlesel katliamlar, 19. yüzyıl başında Yunan isyanıyla başlayan bir sürecin içinde yer alır ve bu sürecin en trajik anıdır. Böyle bir tarihselleştirme, Ermenilerin kitlesel olarak zorunlu göçe tâbi tutulmalarının ve önemli bir bölümünün bu sırada öldürülmesinin istisnai vahametini azaltmaz. Kadim dönemden beri yaşadıkları topraklardan, köylerinden, mahallelerinden, evlerinden birden bire koparılan, ölen ya da öldürülen, kocasız, anasız-babasız bırakılan yüzbinlerce insanın yaşadığı bu insanlık dramı, Osmanlı İmparatorluğunun tarih sahnesini terk etmesine giden dönemde yaşanan şiddet olaylarıyla hem bir süreklilik gösterir, hem de vahameti onlarla kıyaslanmayacak farklı bir boyutta yer alır.
1915 tehcir kararı, Nazilerin nihai çözüme başvurmaya karar vermeleri gibi, Nazi tahayyül dünyasının karabasanlarının ürünü olan sui generis bir karar değildir. Ne de Ruanda’da yaşanan türden, bir etnik topluluğun üyelerinin diğer etnik topluluğun üyelerini toplu biçimde katletmeleri girişimi de değildir. Buna karşılık, kadın ve çocukların kenara ayrılıp, öldürülmediği, 8.000 Müslüman erkeğin katledildiği “Srebrenica soykırımı” ile kıyas edilmesi mümkün olmayacak derecede ağır ve vahimdir. 1915 Ermeni kıyımını uygulamaya koyanların amacı, tehcir ve kıyıma maruz kalanların Osmanlı Ermeni nüfusunun bütün hepsini olmasa da, ezici çoğunluğunu oluşturdukları ve bunun dar bir zaman dilimi içinde planlı ve örgütlü biçimde hayata geçirildiği dikkate alındığında, olaylar bir mükatele, karşılıklı çatışma, bir savaş olarak değerlendirilemez. Toplumda çoğunluğu temsil eden veya ettiğine inanan, devlet yetkisini ve olanaklarını elinde tutan bir çevrenin, dinî/etnik özellikleri nedeniyle bir insan topluluğunu bir coğrafyadan silme ve bu grubun önemli bir bölümünü yok etme girişimidir. Niyet seviyesinde kalmamış, fiilen uygulanmış ve başarıya ulaşmış bir girişimdir bu. Osmanlı Ermenilerinin sadece Rus sınırına yakın olanlarını değil, İstanbul ve İzmir’i büyük ölçüde bunun dışında bırakarak, Anadolu’nun hemen her yerinden bunları zorunlu göçe tâbi tutmak, bunu erkek, kadın, çocuk ve yaşlı gözetmeden uygulamak, kararların uygulanıp uygulanmadığını ısrarla takip etmek, mallara el konmasını örgütlemek ve denetlemek, üzerinden aylar geçtikten sonra tehcir kervanından kurtulmuş “kılıç artıklarını” araştırmak, etnik bir çatışma sırasında karşı tarafı yok etmekten bütünüyle farklı, amaç ve araçları itibariyle çok daha ağır bir eylemdir.
Bütün bunlara rağmen, sadece “ne oldu?” sorusunu yanıtlamak için değil, “neden oldu?” sorusunu da aynı zamanda yanıtlayabilmek ve yapılanları, yaşananları bu iki sorunun aynı zamanda yanıtlanmasının ışığında ortaya çıkan bilgi çerçevesinde değerlendirebilmek için, Ermeni tehciri ve toplu kıyımını tarihsel perspektifine oturtmak gerekir. Bu yapıldığında ise, alınan kararın ve ona bağlı olarak yapılan, yaptırtılan ve yapılmasına göz yumulanların, hiçbir tartışmaya yer vermeyecek biçimde kapsamlı ve kanlı bir etnik temizlik operasyonu olduğu görülür. Bu bağlamda, 1915 ilkbaharıyla 1915 sonbaharı arasında İttihat ve Terakki hükümeti ve İttihat ve Terakki teşkilatları aracılığıyla Ermeni sorununun radikal biçimde çözülmesi kararının uygulanmaya başlanması, insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur.
Katliamların devlet gücünü elinde tutanlar ve bunların gölgesinde hareket edenler tarafından yapılmış olmasıyla, sivil halkın silahlanarak, milisler oluşturarak katliamlara girişmesi farklıdır. Bu nedenle, devlet yetkilerini elinde tutan bir grubun, yönetimi altındaki başka bir grubun varlığına saldırmasıyla, Ermeni çetelerinin veya Kürt aşiretlerinin yaptıkları katiamlar aynı seviyede ele alınamaz. Ermeni çetelerinin, Kürt aşiretlerinin veya diğer silahlı grupların katliamlarıyla İttihat ve Terakki teşkilatının doğrudan organize ettiği veya gerçekleşmesinde teşvik edici ve yol gösterici rol oynadığı katliamlar arasında, devlet yetki ve gücünü kullanıyor olmanın getirdiği çok önemli fark vardır. Bu nedenle, 1915 Ermeni tehcirine karar verenler, bu kararın uygulanmasını Ermeni kıyımı vesilesi yapanlar, sadece Ermenilere karşı değil, insanlığa karşı ağır bir suç işlemişlerdir. Ama bu yargı, “neden oldu?” sorusunu sormaya devam etme gereğini ortadan kaldırmaz.
Osmanlı Ermenilerinin başlarına gelen büyük felaketi iki aşamada ele alabiliriz. Birincisi, 1894-1895 ve 1909 pogromlarının zirve noktasını oluşturduğu, çoğu zaman sivil Müslüman halkın katıldığı, karşılıklı çatışmaların yaşandığı ama sonuçta insan ve mal olarak esas bedeli Ermeni nüfusun ödediği kanlı olaylardır. Bu olaylar, bazı durumlarda ayaklanma, bazı durumlarda düzenli askerî güçlere, milislere veya çetelere karşı silahlı direnme, bazı durumlarda ise Müslüman sivil halkla çatışma biçiminde tezahür etti.
Gerginliğin kaynağı 93 harbi yenilgisi ve onu izleyen Berlin Antlaşması’nda yatar. Hıristiyan nüfusa siyasal ve kültürel eşitlik hakları sağlayacak reformlar konusunda verilen güvencenin, zaman içinde, Rusya, İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı devletinin içişlerine müdahale etme aracı haline gelmesi Osmanlı yönetici sınıfında yarattığı tepki, devlet yetkilileri tarafından gerçekleştirilmediği durumlarda bile, Ermenilerin maruz kaldıkları katliamların devlet makamları tarafından göreli bir müsamaha ile karşılanmasına yol açtı. Osmanlı coğrafyasında Ermeni nüfusun azalması fikri II. Meşrutiyet öncesinde yönetim çevrelerinde güçlü biçimde yerleşmişti.[2]
Bir siyasal araç olarak şiddet yöntemlerine baş vurulmasının neredeyse doğal olarak karşılandığı 19. yüzyıl sonunda, şiddeti asli mücadele yöntemi olarak benimsemiş ihtilalci-nihilist akımların Osmanlı siyasal sahnesinde boy göstermesiyle, karşılıklı şiddet kullanımında çok ciddi bir tırmanış yaşandı. Ermeni komitelerinin Sultan Abdülhamid’e karşı denetimli bir şiddet kullanmaları, diğer komitenin yani İttihat ve Terakki’nin yer yer teşvik ettiği bir eylem tarzıydı. Aynı dönemde, imparatorluğun Sünnî Müslüman unsurlarının da hakim millet konumlarının sarsılmasına karşı duydukları tepki, şiddet yöntemlerini benimseyen siyasallaşmış dar Ermeni gruplarının eylemlerinin Osmanlı Ermeni milletinin tüm üyelerine şamil kılınarak, Ermeni unsurunun başat bir tehdit olarak algılanmaya başlamasına yol açtı. Bunda, 19. yüzyılın ilk dört çeyreğinde kaybedilen Balkan topraklarının ardından başlayan Sırp, Karadağ, Bosna isyanları, Girit isyanı gibi isyanların başarıyla sonuçlanmasını yarattığı travma ışığında algılanmaya başlanan yeni tehdit, yani Ermeni nüfusun 19. yüzyılın sonuna doğru “anavatan” olarak tanımlanıp, anılmaya başlanan Anadolu’da yaşıyor olması etkili oldu.
Boşnaklar, daha sonra Arnavutlar ve Araplar, “hain din kardeşleriydiler” ama artık anavatan olarak anılan topraklarda bir talepleri yoktu. Sırplar ve Bulgarlar, bir biçimde ulusal farklılığı kabul edilmiş topraklarda yaşıyorlardı. Ermeniler ise, yeni anavatanın içinde ve büyük ölçüde merkezinde yaşıyorlardı. Ermeni komiteleri, Mora’da, Girit’te, Bulgaristan veya Arnavutluk’da değil, İstanbul’da, “payitahtın göbeğinde” eylem yapıyorlardı. Bu ise, o zamana kadar en yakın “öteki” konumunda olan Ermenilerin, tam da bu nedenle en tehlikeli öteki konuma geçmelerine yol açtı. 1890-95 arasında zaptiye nazırı olan Hüseyin Nazım Paşa’nın Ermeni patriğine hitabındaki ifadelerin yansıttığı ruh hali, kısa zamanda kuvveden fiile döndü:
“Bu yapılan rezaletler, cinayetler nedir? Bir devletin ve onun istinat ettiği milleti hâkimenin sabrı bu derece suistimal edilmemelidir. Netice şüphe yok ki vahim olacak ve hâdiselerden patrikhane mes’ul tutulacaktır.”[3]
Burada yatan açık tehdit, milleti hakimenin sabrının taşmasının ardından gelecek olan misillemelerdir. Nitekim, bunu izleyen günlerde, Hüseyin Nazım Paşa’nın tabiriyle, “Müslüman halktan ayranı kabaranlar” bu kez toplu halde İstanbul’da Ermeni mahallelerine saldırdı. Saldıranların ayranlarının kabarmasının, sabırlarının taşmasının çok farklı mikro nedenleri vardı muhakkak. Ama esas neden, Ermenilerin “tehlikeli öteki” olarak algılanmaya başlamalarıydı. Millet-i hakime Ermenileri artık millet-i sadıka olarak görmüyordu.
Hüseyin Nazım Paşa, Ermeni patriğine hitap ederken, sorunun önemli bir kaynağına da istemeden işaret ediyordu. Devletin dayandığı bir millet-i hakime vardı ve onun sabrı taşırılmamalıydı. Bu, Osmanlı İmparatorluğunu oluşturan unsurların hepsinin bildiği bir olgudur ama Islahat Fermanı sonrasında “kafalar biraz karışmış” ve diğer Osmanlı milletleri millet-i hakime ile aynı hakları elde etme sevdasına düşmüşlerdi. Ermeni sorununun toplumsal kaynaklarından biri, belki en önemlisi burada yatar. Millet-i hakime konumunu kaybederek, eşitlik temelinde kurulmuş bir Osmanlılık üzerine inşa edilebilecek yeni kimlik, sabık millet-i hakime üyelerinde cılız bir taraftar kitlesi buldu. Büyük çoğunluk için, hakim millet mertebesinde olmayan unsurların eşitlik talepleri, bir küstahlık, kendini bilmezlik ve sonuçları itibariyle, son tahlilde, hiyanetti. Dolayısıyla bu “kendini bilmezlere” karşı yürütülen sivil ve resmî şiddet müsamaha ile karşılandı. Yapılanlardan üzüntü duymayı engellemeyen bu müsamaha, aynı zamanda karşı tarafta yer alanların saldırı, katliam ve benzeri şiddet yöntemlerine başvuran unsurlarını organik bir bütünün parçası olarak, yani Ermenilerin saldırıları olarak değerlendirdi. Buna denk düşen simetrik değerlendirme ise, kanlı eylemlerin “barbar Türklere” genel olarak atfedilmesiydi. Bu aşamaya gelindiğinde, ihtilafların toplu bir varlık yokluk meselesi olarak algılanmaya başlaması kaçınılmazdı. Nitekim sadece dönemin İttihat ve Terakki kadroları değil, günümüzde Türkiye’de yaşayan Müslümanların çoğu, Ermenilere karşı geçmişte uygulanan şiddeti, “var olabilmek için başvurulması gerekli olan, esef verici ama kaçınılmaz” bir eylem olarak değerlendirmeye devam ediyor.
Doğu vilayetini kapsayan alanda genel olarak özerklik, zaman zaman da bağımsızlık talep eden ihtilalci Ermeni teşkilatlanması açısından ise, millet-i hakimenin ve ona dayanan devletin sabrının taşması ve bunların şiddete başvurmaları, Avrupa devletlerinin Ermeni ihtilalci komitelerinin talepleri yönünde müdahalesini sağlayacağı için, neredeyse arzulanan bir tepki tarzıydı. İhtilalci-nihilist Ermeni komiteleri bombalama eylemlerini bir siyasal vasıta olarak kullanıyor, kendi milletinin ögelerine karşı da yoğun bir şiddet uyguluyordu.
Vergi vermeme, askere alınmayı reddetme, merkezî otoritenin gücünü pekiştirme girişimlerine karşı direnme, Sünni Kürt aşiretlerine karşı kendini savunmak için silahlanma ve bunlara karşı direnmeye başlama gibi yerel nedenlerle, artan bir sıklıkta ortaya çıkan çatışmaları da dikkate aldığımızda, 1914 öncesinde Ermeni nüfusun maruz kaldığı ve ölü sayısının yüzbinle ifade edildiği katliamların bir etnik temizlik girişimi olarak ele alınamayacağı görülür. Osmanlı devlet yöneticilerinin bazen doğrudan sorumlu oldukları, bazen ise olayların denetimini bütünüyle elden kaçırdıkları etnik çatışmalar söz konusudur. Ama bunlar programlı bir etnik temizliğe dönüşmediler.
Bu çatışmalar, zaman zaman uygulanan fütursuz şiddet, ne kadar büyük olursa olsun, Osmanlı milletleri için yeni bir şey değildi. Ama elbette karşılıklı ihtilafların derinleştiği, araya kan davalarının girdiği, dolayısıyla karşılıklı düşmanlığın derinleşip, pekiştiği eşiklerdiler. 1890’lardan sonra, Osmanlı toprakları üzerinde Ermeniler ve Müslüman Türklerin birbirlerine “yabancılaşmaları”, ivmesi giderek artan bir süreç oldu. Yıllardır vaat edilen ama hiçbir zaman gerçekten ve kapsamlı biçimde uygulanmasına geçilmeyen reformlar, zaten sunî biçimde hayatta kalan Osmanlı Birliği fikrinin inandırıcılığını bütünüyle ortadan kaldırdı. Bu nedenle, sadece hakim millet içinde değil, her unsurun kendi homojen ulusal yapısı içinde yer alması arzusunun ağır bastığı diğer Osmanlı milletlerinin üyeleri arasında da Osmanlıcılığın güçlü bir savunucusu ortaya çıkamadı. Hem uluslaşma idealinin o dönemdeki çok güçlü cazibesinin etkisiyle hem de hakim milletin böyle bir gelişmeye hiçbir zaman izin vermeyeceği inancıyla, Osmanlılık fikri güçlü bir siyasal-toplumsal çekim merkezi oluşturamadı.
Ne hakim milletin üyelerinin ne de diğer milletlerin inançlı ve kararlı biçimde benimseyemedikleri Osmanlılık fikrinden somut olarak geriye, Türklük şemsiyesi altında Anadolu Müslümanlarının birliği fikri kaldı...[4]
Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldıkları mezalimde ikinci ve radikal eşik, 1908’den itibaren, özellikle İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde ve etrafında yoğunlaşan yeni değerlendirme ışığında, devletin dış müdahalelerin “bölücü etkilerine” karşı korunması için “anavatan toprakları” üzerinde etnik/dinî açıdan homojen bir nüfus kütlesi yaratmanın olmazsa olmaz gerekliliğine inancın yerleşmesiyle aşıldı. İttihat ve Terakki merkez komitesi, birinci Balkan Savaşı sonrasında Edirne’den Halep’e uzanan alanda etnik/dinî anlamda homojen bir nüfus yaratmak kararı almıştı. Osmanlı Ermenilerinin yaşadıkları dramın, katıksız bir etnik temizlik hareketi olarak tezahür etmesi bu eşiğin aşılmasından sonra başladı. Tehcir fikri ve uygulaması bir ilk değildi. Edirne mebusu Mehmet Akif Bey’in 1918’de Meclis toplantısında, “Biz tehciri komşularımızdan öğrendik” demesi,[5] bir gerçeği ifade ediyordu.[6] İttihat ve Terakki ilk önce, yeni kurulmuş Bulgar devletinin Müslüman nüfusun “kendi arzusuyla” kaçmasını sağlamak için başvurduğu, çetelerin ahaliyi yıldırmasına göz yumup, “anavatanlarına” kaçmalarını sağlamak yönteminden esinlendi.
Yönetimin merkezinde yer alan birisi olan Halil Menteşe bu yöntemi açık biçimde tarif eder:
“Talât Bey, Balkan Harbi’ndeki hıyanetleri tebarüz eden anâsırdan memleketi temizlemeyi ön safa almıştı. İstanbul Muahedesile Edirne, Kırkkilise ve civarındaki Bulgarlar, Bulgaristan’a sevk edilmişlerdi. Sıra Trakya’daki Rumlara gelmişti. Fakat bu çok ihtiyat isteyen bir işti. Zira yeni harbi doğurabilirdi. Alınan tedbir şu oldu: Valiler ve diğer memurin resmen işe müdahale eder görünmeyecek, Cemiyet’in teşkilâtı işi idare edecek. Bir vak’a ihdas edilmeyerek, yalnız Rumlar ürkütülecek. Bu talimat dahilinde hareket başladı. Balkan Harbi’ndeki hıyanetlerinin tepkisile maneviyatı bozulmuş Rum halkı gitmek üzere ayaklandı. 100.000’e yakın Rum, kimsenin burnu kanamaksızın Yunanistan’a çekilip gittiler. Bundan sonra aynı tarzda İzmir, Bergama, Dikili ve Menemen Rumları da ayaklandılar (...) İzmir civarından da 200.000’e yakın Rum Yunanistan’a gitti.”[7]
“Cemiyet’in teşkilatı yani Teşkilat-ı Mahsusa, İzmir ve yöresindeki “gönüllü tehciri” de örgütledi. Bu sefer işin başında İzmir valisi Rahmi ve İttihat ve Terakki Cemiyeti Kâtib-i Mesulü Celal Bayar vardı. Aynı yöntem Karadeniz’de, özellikle Trabzon’da da uygulandı. Bu işlerde Sünni Müslümanlardan oluşan çeteler kullanıldı. Doğu’da bu iş için Sünni Kürt aşiretleri görevlendirildi veya yaptıklarına göz yumuldu. Orta ve Batı Anadolu’da ise, Teşkilat-ı Mahsusa’nın örgütlediği çeteler. Adi suçtan hüküm giymiş mahpuslar, hapishanelerden çıkarılıp, Yakup Cemil gibi Teşkilat-ı Mahsusa fedailerinin emri altında çeteler oluşturuldu. Osmanlı jandarması da bu etnik temizlik operasyonlarında aktif biçimde rol aldı. Bunlar sadece Talât Paşa’nın aklında çıkmış önlemler değildi. Babıali baskını sonrası İttihat ve Terakki kadrolarında, demografik mühendislik girişimlerinin gereğine olan inanç bir biçimde paylaşılıyordu. Bunun derecesi ve yöntemleri konusunda belki arada görüş farklılıkları vardı. Buna karşılık idare içinde, bu sistemli etnik temizlik operasyonlarına karşı çıkanlar da azımsanmayacak sayıdaydı. Bunların bir kısmı ya görevden uzaklaştırılıp ya tutuklanıp ya da öldürülüp, tasfiye edildiler.
Etnik temizlik, elde kalan vatan topraklarından Müslüman olmayan nüfusun temizlenmesini veya bu nüfusun tehlikeli görülen coğrafi yoğunluğunun dağıtılmasını amaçlıyordu. Ne var ki, Osmanlı Ermenilerinin, Bulgarlar veya Rumlar gibi gönderilecekleri veya kaçırılacakları bir yer, bir ulusal toprak, bir vatan yoktu. Dolayısıyla Ermeni sorununun, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında, hem ülkelerarası ihtilafın ana konularından biri olan, aynı zamanda ihtilaflı devletlerin hemen hepsinin sonuçta başvurdukları “ılımlı” demografik mühendislik yöntemleriyle çözülmesi mümkün değildi. Benzer bir durum, farklı boyutlarda olmakla beraber, Kürt sorunu için de geçerliydi.
Bu nedenle, Rum, Bulgar ve Hıristiyan Araplardan farklı olarak, Ermenilere karşı girişilen etnik temizlik operasyonu Ermeni nüfusun kısmen yok edilmesi, kısmen de dış güçlerin müdahalesi açısından tehlike arz etmeyen yerlere zorla göç ettirilmesini gündeme getirdi. Bu girişimi düzenleyenlerin kafasındaki temel meşruiyet ögesi, devletin bekasını sağlamak için anavatanın iç düşmanlardan temizlenmesi gereğiydi.
1914 başında İttihat ve Terakki hükümetinin imzalamak zorunda kaldığı ama hiçbir biçimde uygulamaya niyeti olmadığı, Osmanlı Ermenilerinin durumunun iyileştirilmesi adı altında, esas olarak altı doğu vilayetinde özerk bir bölge oluşturulmasını içeren Yeniköy Antlaşmasının ardından, sadece Hınçak ve Taşnak komitelerine bağlı Ermeniler değil, silahlı direnişe katılan Ermeniler değil, tüm Ermeniler artık iç düşman olarak algılanmaya başlandılar. Osmanlı Rumları da “iç düşmandılar” ama onların korkutulup, kaçırılacakları bir “vatanları” vardı. Dolayısıyla onlara karşı etnik temizliğin fiziki yok etme boyutlarında gerçekleşmesi gerekmiyordu veya bu sadece çok kısmî kalabilirdi. Ayrıca Yunanistan’la bu nedenden dolayı yeniden harbe girme tehlikesi de vardı. Ermenilere karşı, 1915 tehcir kararının yürürlüğe girmesini beklemeden, 1914’ün ikinci yarısından itibaren tedrici olarak başlatılan etnik temizlik operasyonu, bu açıdan, daha önceki dönemden farklı olarak, yönetimin ve milleti hakimenin üyelerinin önemli bir bölümünün artık “iç düşman” olarak gördükleri bir dinî/etnik grubun tüm unsurlarının yaşadıkları topraklardan kovulup atılması ve bunun da ötesinde, bu etnik grubun varlığının yok edilmesi amacını taşıyordu. Ayrıca zaten savaşa girilmiş olduğu için de, dış güç müdahalesi gibi endişelerden arınmış olarak davranılabilirdi. Söz konusu olan, sadece eli silah tutabilecek olan erkeklerin değil, kadınların, çocukların ve yaşlıların, ayrım gözetilmeksizin ve sadece Rus nüfuzu açısından hassas bölgelerden değil, “anavatan topraklarının” çok büyük bir bölümünden temizlenmesi girişimiydi. Fiilen veya bilkuvve “iç düşman” olarak algılanan unsurlardan arınma operasyonuydu bu. Gitmeleri teşvik edilebilecek bir “vatanları” olmayan ama Çarlık Rusyası gibi yakın ve güçlü bir tehlike arz eden bir hamileri olan Ermenilerin[8] maruz kaldığı etnik temizlik bu nedenle Rumlara uygulanankinden farklı bir yöntem izledi. Bu ikinci eşik, “iç düşmandan” anavatan toprağını arındırma operasyonu olarak, kovma, korkutup kaçırma değil, eksiksiz bir etnik temizlik operasyonuydu. Ermeniler, ırk olarak, özcü biçimde “iç düşman” olarak algılanmıyorlardı. Bu nedenle, din değiştirenler, Müslüman ailelerin yanlarına aldıkları çocuklar, Müslüman erkeklerin zevceliğe aldıkları kadınlar, fiziki olarak bu coğrafyadan kazınmaktan kurtuldular. Ama gene de etnik-kültürel temizlik operasyonunun mağduru oldular çünkü artık yaşadıkları topraklarda Ermeni olarak varlık göstermiyorlardı. Müslüman olarak hayatta kalmış olan Ermeni sayısı göreli yüksek olsa dahi, bu olgu onların da maruz kaldıklarının bir etnik-kültürel temizlik operasyonu olduğu gerçeğini değiştirmez.
1908 sonrasında Osmanlı Sünni-Türk yönetici sınıfının kafasında iç düşman kavramı kalıcı biçimde bu ortamda şekillendi ve siyasal tahayyül dünyasında canlı ve etkin bir aktör olarak yerini aldı. İttihat ve Terakki dar merkez kadrosunun, aldıkları tehcir kararının kitlesel katliama dönüşme potansiyelini bilmemeleri mümkün değildi. Ayrıca Teşkilat-ı Mahsusa’nın fedaileri de zaten iş üzerindeydiler. Hepsi, yaptıklarının bir insanlık suçu olduğunu bilecek durumdaydılar. Devleti ve onun artık yeni meşruiyet söylemi olan vatanı ve Türk miletini kurtarmak adına bu işe girişmiş olmaları, kendilerini kendi vicdanlarında aklamak için yeterli meşruiyeti sağlıyordu. Onlara göre, iç düşmanlara karşı yürütülen mücadele, cephede dış düşmanlara karşı yürütülen savaşı tamamlayan bir ölüm kalım mücadelesiydi. Makedonya ve Arnavutluk’un kaybından sonra, bu mücadelenin demokratik reformlar aracılığıyla sürdürülmesinin nafile olduğu inancı İttihat ve Terakki kadroları arasında güçlü biçimde yerleşti. Dava, “milli” varoluş davasına dönüştü.
Ayrıca İttihat ve Terakki kadrolarına hakim olan düşünce tarzı ve benimsedikleri siyaset geleneği, doğası itibariyle, bütüncüldü. Kendi tasavvur dünyalarına ve politikalarına aykırı düşen her şeyi hainlik ve satılmışlık olarak algılıyordu.[9] Bu bütüncül siyasal-toplumsal tahayyül dünyası için iç düşmanların tespit edilmesi, deşifre edilmesi ve bunların yok veya def edilmeleri, sadece somut bir hedef değil, aynı zamanda bir siyasal varoluş tarzıydı. İttihat ve Terakki geleneğinin siyasal-toplumsal asabiyyesini besleyen önemli damarlardan biriydi. İttihat ve Terakki geleneğinden Cumhuriyete devrolan mirasın içinde, bu siyasal tahayyül tarzı önemli bir yer işgal eder. Günümüzde de toplumsal etkisini ve bununla bağlı olan siyasal mobilizasyon gücünü koruyan iç düşman kavramında yaşanan süreklilik, iç düşman olarak tanımlanan grupların zaman içinde değişmesi veya çeşitlenmesiyle sağlandı. İç düşman gömleği, dinî azınlıklar, ardından etnik azınlıklar ve daha sonra siyasal olarak aykırı olanların üzerine giydirildi. Giydirilmeye devam ediyor.
İç düşman kavramı, toplumu homojen bir bütün halinde tasarlayan düşünce sisteminin doğal bir ürünüdür. “İç düşmanlar” elbette hep bir dış düşmanla ilişkilidir ama dış düşman ogusundan farklı olarak, toplumsal bünyenin içindeki bir aykırılığın, bu konuda sık kullanılan bir benzetmeyle, bir “hastalığın” tezahürüdür. Bu “hastalığın” tezahürlerinin küçük bile olsalar her durumda toplumsal bünye için ölümcül olduğu kabul edilir. Çünkü tasarlanan bünye, ancak homojenliği içinde hayatta kalabilecek bir yapıdadır. İç düşmanlar, bu bünyeyi sürekli kemirdikleri, beklenmedik anlarda onu zaafa uğrattıkları için dış düşmanlardan daha da tehlikelidirler. Bu denli tehlikeli oldukları için, homojen toplum tasarımı aracılığıyla toplumda hakimiyet kurmak isteyenlerin, gerçek ya da tasarlanmış varlığına ihtiyaç duydukları bir “hastalıktır.” Bu sayede kendi etraflarında tartışmasız ve sürekli bir toplumsal mobilizasyon yaratıp, iktidar koşullarını teyakkuz ortamında yeniden üretmeye devam edebilirler. İç düşman tehlikesi üzerine toplumsal mobilizasyonunu canlı tutan rejimlerde, herkesin içinde bilkuvve taşıdığı, hiç beklenmedik yerde ve beklenmedik bir kişi veya grup tarafından her an fiile dönüştürülebilecek bir tehlike vardır ve toplumsal bünyenin kendi kendinden korunması gerekir. Bu yüzden bu tür rejimlerin devrevi arınma seanslarına ihtiyacı vardır.
Modern anlamda iç düşman kavramı, “total Cumhuriyet” fikrinin ilk kez ifade edildiği Fransız devrimiyle ortaya çıktı. Jakobenizm, toplumsal bünyenin safiyetini bozan unsurlar olarak iç düşman kategorisini yaygın biçimde kullanılmasının ve bunu siyasal mobilizasyonda aktif bir kategori haline dönüşmesinin modern dönem tarihine girdiği anı temsil eder. Cemaatin somut bir düzeyde kendini ifade eden homojenliği değil, toplumun soyut ilkeler etrafında oluşan homojenliğidir söz konusu olan. Bu ilkeler soyut oldukları ölçüde, homojenleşmesi hedeflenen toplumsal bünyenin içinde bu homojenleşmeye aykırı düşen, engel olduğu kabul edilen veya gerçekten engel olan “iç düşman” unsurları daha fazla kolay bulunurlar. Homojenlik ilkesinin soyutluğu, iç düşman kategorisine büyük bir esneklik getirir. Bu nedenle herkes, yeri geldiğinde, iç düşman olarak algılanabilir.
1908 sonrası Türkiye yönetici kadrolarının kafasında şekillenen inanç, elde kalan Anadolu toprakları üzerinde devleti kalıcı biçimde var edebilmenin olmazsa olmaz koşulunun milli özellikleri itibariyle homojen olan bir toplum yaratılması olduğuydu. Bu amacın gerçekleşmesine ayakbağı olan unsurlar, bilkuvve veya fiilen iç düşman olarak algılandılar. Devletin kurtarılması endişesinin ana kaynağı, yavaş yavaş ama engellenemez biçimde dağılan bir İmparatorlukta elde kalan anavatan olarak korumak çabası oldu. Bu açıdan bakıldığında, bağımsızlık veya özerklik talep etmese de, özerk kimliğinin tanınmasını talep eden her unsur nesnel bir iç düşmandır. İlk önce Berlin Antlaşması’nın “dış düşmanlara” verdiği geniş bir içişlerine karışma yetkisinin, ardından Trablusgarp ve Balkan savaşlarının sonuçlarının yarattığı travma içinde, bağımsızlığını elde ederek iç düşman olmaktan çıkmış unsurlara karşı çekilen çaresizliğin bedelini elde kalan “gayrimilli unsurlar” ödedi.
Buna bağlı olarak, geleneksel Osmanlı rejiminde milleti hakime konumunda olan Sünni Müslümanların, büyük ölçüde kerhen kabul etmeye zorlandıkları reformların kendi üstün konumlarını kaybetme endişesi içinde gösterdikleri büyük tepkinin araçlaştırılması da, iç düşman kavramına devlet yöneticilerinin tahayyül dünyaları ötesinde, bir toplumsal boyut ve bir siyasal araç işlevi kazandırdı. Örneğin bugün dahi, nüfusları toplumun geri kalanına oranla yok denecek kadar az da olsalar, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı Ermeniler ve Rumlar, aynı zihniyet tarafından, “içimizdeki yabancılar” veya “yerli yabancılar” olarak, kısacası potansiyel veya fiili iç düşmanlar olarak görülmeye devam ediliyor.
1895 ve 1909 pogromları sırasında veya hemen sonrasında kaçan Ermenilerin topraklarına el konulması, özellikle Doğu vilayetlerinde sonradan sürekli canlı kalacak bir mülkiyet ihtilafı yaratmıştı. 1910’lu yılların başında, Doğu vilayetlerinde ve Kilikya’da yaşanan cemaatler arası gerginliğin artmasında bunun da önemli bir rolü vardı. Hatta II. Meşrutiyet sonrası Osmanlı Mebusan Meclisinde malların asıl sahiplerine iade edilmesi yönünde karar alınmasına teşebbüs edilmiş, ama bu girişim ilgili bölgelerin Sünni Türk ve Kürt milletvekillerinin büyük tepkisini çektiği için, sonuçlanmamıştı. Aynı etmen, çok daha büyük boyutlarda Ermeni tehciri sonrasında devreye girdi.
Cemal Paşa’nın Suriye’de bulunduğu sıralarda İttihat ve Terakki Triumvirasının fiili üçüncü ayağı olduğu bazı tarihçiler tarafından iddia edilen Halil Menteşe, mütareke sonrası, kendi ifadesiyle, “Şark vilayetlerinde Ermenileri temizleyenlerin taktil ve yağmagerlik cürümleriyle” yargılanmalarına başlanması nedeniyle tutuklandığı Bekirağa bölüğüne çağırdığı Miralay Sadık Bey’e, tehcirle doğrudan veya dolaylı menfaat ilişkisi içine girmiş kesimin yaygınlığını ve bunun sorun yapılmasının daha yeni yeni oluşan toplumsal birliği tehlikeye atma tehlikesini açıklıkla ifade ettiğini, hatıralarında tekrarlamakta bir beis görmez:
“[Miralay Sadık Beyi] hapishaneye davet ettim. Geldi. ‘Bir harp olmuş, memleket mağlubiyet ıstırabına düşmüş, buna karar verenlerin bazıları hariçte bulunuyor, buradakiler de elinizde. Divanıharp de kurdunuz, icap ederse onları asıp kurtulursunuz. Fakat İttihad ve Terakki hâdimlerinden diyerek harp karariyle münasebetleri olmayan bir sürü aile babalarını yakalayıp hapishaneleri dolduruyorsunuz. Bu tehcir işiyle alâkadar olmayan Türk Anadolu’da pek azdır. Bu suretle tethiş ederek bir sürü halkı dağlara çıkaracaksınız, bu müthiş vaziyette ancak birlik ve beraberlikle memleket korunabilir’ dedim” (a.b.ç).[10]
Söz konusu olan, sadece Doğu’daki Sünni Kürt aşiretlerinin Ermeni topraklarına 1890’lardan itibaren her fırsatta el koymalarıyla sınırlı olmayan, genel olarak Misak-ı Milli sınırları içinde yer alan Ermeni varlığının bulunduğu tüm bölgelerde gerçekleşmiş, çok büyük boyutlu bir servet el değişimi operasyonudur. Bu yöntemle hakim milletin önde gelenlerinin bir bölümü hem dolaylı biçimde suç ortağı kılındı hem de “milli birlik ve beraberliğin” harcı bu suç ortaklığıyla güçlendirildi. Elbette el konulan malların bir kısmı, Balkan savaşlarıyla yerinden yurdundan olmuş Müslümanlara dağıtıldı ama önemli bir bölümü de yerli eşraf arasında bölüşüldü veya İttihat ve Terakki kasasına savaş ganimeti olarak yazıldı ve bütçe dışı kaynak olarak kullanıldı. Emval-i Metruke İdare Komisyonu eliyle gerçekleştirilen servet paylaşımının yanında, doğrudan gerçekleştirilen el koymalar da bir o kadar önemliydiler. Tehcirin geçici bir önlem olarak tasarlanmamış olmasının önemli ipuçlarından birisi, sürgün edilen kişilerin hükümet tarafından hemen ölü kabul edilmesi ve bu kişilerin malları üzerinde tasarruf hakkının olası mirasçılara değil, Komisyona geçmesidir. Zaten, olası mirasçı kalmamasına da ayrıca özen gösteriliyordu. Bu kişiler düşman olduklarına göre, mallarının hemen müsaderesi ve ganimet olarak paylaşılması mübahtır. İç düşmanın tasfiyesinin sadece bir etnik temizlik operasyonu olmaması, bunun aynı zamanda kapsamlı bir servet el değiştirmesi operasyonuyla tamamlanması evrensel olarak nitelendirilebilecek bir olgudur. Yağmanın paylaştırılması, cemaat bünyesinde dayanışma hissini pekiştirir. Cumhuriyetin kuruluşundaki asabiyyede bu yağma paylaşımı da güçlü bir etmen olarak işlev görecektir. Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldıkları katliamları neredeyse bütünüyle inkâr edenlerin seslerinin bugün toplumda geniş bir yankı bulmasının nedenlerinden biri, aksi takdirde tazminat ödenmesi gereğinin hasıl olacak olması korkusu değil midir?
Yukarıda kısaca ifade edilmeye çalışılan nedenler dolayısıyla tehcir, Talât Paşa başta olmak üzere, İttihat ve Terakki sorumlularının iddia ettiği gibi, “vicdansız ve karaktersiz insanların elinde bir facia şeklini almış olan, esas olarak askerî bir önlem” değildir.[11] Belli bir nüfusun bir bölgeden diğerine zorla ve geçici olarak göç ettirilmesi niyetiyle de sınırlı değildir. Anavatan dışında yollanacak bir vatanı olmayan bir etnik/dinî grubun büyük ölçüde yok edilmesinin yanında, servetinin yağmalanması ve paylaşılması operasyonudur. Tehcir vesilesiyle yapılan cürümleri taktil, yani çok sayıda insan öldürme ve yağmacılık olarak tanımlayan Osmanlı Divan-ı Örfi Harbi’sinin bu değerlendirmesi, aslında işlenen suçun hemen hemen tüm boyutlarını açıklıkla gözler önüne sermektedir. Sermektedir ama Cumhuriyet’in resmî tarihi için, bu mahkemenin hakim ve savcıları hain, dış düşmanlara satılmış kişiler, yani iç düşmanlardır, Mahkemenin suçluluklarına hükmedip cezalandırdığı kişiler ise, bugün dahi ulusal kahramandırlar! Türkiye’de Cumhuriyet rejimi, yurttaşlık bağına resmen vurgu yapmasına rağmen, bazı tür yurttaşlarının potansiyel iç düşman olduğuna inanmaya devam etmektedir.
1915’te Ermenilerin yaşadıkları trajedinin, insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak diğer Müslüman veya gayrimüslim halkların yaşadıkları mezalimlerden önemli bir farkı olduğunu günümüz Türkiye toplumunun ezici çoğunluğu bugün duyabilecek durumda değildir. Üstelik, bu sorun karşısında yakın zamana kadar toplumun büyük çoğunluğunun korumakta inat ettiği suskunluğun, son zamanlarda, “iç düşman” ideolojisini araçlaştırmada mahir çevreler tarafından artan bir inkârcılığa evrilmesi için önemli bir çaba sarf ediliyor. Ermeni sorunuyla, bunun bu topraklarda yaşanmış olan dramlara benzeyen ama bunları aşan yönleriyle Türkiye toplumunun yüzleşmesi, sadece bir vicdan muhasebesinin gereği değildir. Bu, aynı zamanda, Türkiye Cumhuriyeti içinde rejimin efendilerinin sürekli olarak ve çok büyük bir rahatlıkla iç düşmanlar tespit ederek, bunlara karşı toplu mobilizasyon yöntemiyle kendi hükümran konumlarını üretmek kolaylığına neden sahip oldukları sorusunu tarihsel derinliği içinde aydınlatmamızı sağlayacaktır. Türkiye toplumunun bilinçaltında, ne kadar reddetmeye çalışsa da işleyen önemli birkaç yaradan biridir bu. Çok farklı saiklerle, farklı çevreler tarafından gündeme getirilen soykırım iddiası karşısında eli ayağı tutulmadan ne de taşkın bir inkarcılığa kendini koyvermeden yapılacak iş, soğukkanlılıkla Ermeni sorunuyla yüzleşmek ve bu işi “karşılıklı ölü hesabı” pazarlığına dönüştürmeden, Ermeni tehcirinin yol açtığı mezalim kadar, bu kararın alınması ve uygulanmasına yol açan zihniyetin diğer kapsamlı şiddet pratikleriyle arasında olan indirgenemez ve affedilemez farkı görebilmektir. Bu farkla yüzleşmek, bugün dahi “iç düşmanların” varlığını gençlere, geleceğin yöneticilerine öğretiyor olmakla övünen kurumların, yeri geldiğinde vatandaşının sahteliğinden dem vurabilen devlet zihniyetinin ayaklarının altındaki tarihsel meşruiyet zeminini sarsmak demektir. Ama bütün bu ikincil amaçlar da olmasa, Ermenilerin bu topraklarda maruz kaldıkları şiddetin sadece Ermenilere karşı değil, insanlığa karşı işlenmiş bir suç olduğunu kabul etmemiz, karabasanlarıyla boğuşan toplumsal bilincimizin yaralarının sarılması için gerekli bir adımdır. Böyle bir kabul, bazı Müslümanların ve Türklerin yaşadıkları zulmü, maruz kaldıkları tehciri unutmayı veya inkâr etmeyi gerektirmez. Ama nasıl Nazilerin Yahudilere karşı uyguladıkları Holocaust’un diğer soykırımlara göre indirgenemez bir farkı varsa, Osmanlı topraklarında Ermenilerin 1915’te maruz kaldıkları cürümle, aynı dönemlerde ve aynı topraklarda başka etnik/dinî gruplara karşı işlenmiş cürümler arasında benzerlikler olsa da, indirgenemez bir fark vardır. Bu farkı ortaya çıkaran nesnel ve öznel nedenleri izah edebiliriz ama insanlığa karşı işlenmiş olan bu suçu, işlenmiş diğer suçları bahane ederek hiçbir biçimde mazur göremeyiz.
[1] Hans-Lukas Kieser, Iskalanmış Barış, İletişim Yay., 2005, s. 723.
[2] “Abdülhamid zamanında Ermenilerin mevcudiyetlerini inkâr etmek için, onların nüfusunu azalttığımız gibi, -Ermenistan bir coğrafya tabiridir- düsturunu da icat etmiştik.” Hüseyin Kâzım Kadri, 10 Temmuz İnkılâbı ve Netayici, Türkiye İnkırazının Sâikleri: Makedonya, Ermenistan ve Suriye Meseleleri, İstanbul, 1920; yeni baskısı için bkz. Pınar yayınları, 1992, s.126.
[3] Hüseyin Nazım Paşa, Hatıralarım, Selis Kitaplar, İstanbul, 2003, s.24.
[4] Bu fikir, erken Cumhuriyet yöneticileri arasında güçlü bir yankı yaratmaya devam etti. Bunun bir ifadesini İsmet İnönü’nün Halil Menteşe’ye yazdığı 25 Mayıs 1925 tarihli mektupta buluruz: “Türk Cumhuriyeti’nin, saf ve açık Türk milliyetperverliğinin iktisadî esasat, lâik esasat üzerinde inkişaf edebileceği mütalâasındayız. Türkiye’deki bütün Müslüman milletlerin ancak maddi ve manevî refah ve itibarını Türk Milliyetine kaynamakta aramalarını gayrikabil-i içtinap bir mecburiyet haline koymak azmindeyiz. Vesait harsî, iktisadî, idarî ve cebrî olmak üzere bütün şümuliyle ve bir hedefe müteveccih kuvvetler gibi mütemerkiz olarak istimal olunacaktır”, Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe’nin Anıları, Hürriyet Vakfı yayınları, 1986, s. 248. Burada da Türklüğün etnik vurgusu dil, hars ve tarih olarak öne çıktığı gibi, Müslümanlığın da Sünni/Hanefi yorumu egemen oldu. Kısa bir zaman diliminde, Müslüman olmayan unsurlarından “kurtulmuş” bir vatan devralan ve bu durumu zorunlu mübadele ile pekiştiren genç Cumhuriyet yöneticileri için, bundan sonra esas olarak etnik farklılık ve resmî islam anlayışına muhalefet, tasarlanan homojen bünyeyi bozucu olgular olarak algılandı.
[5] Fuat Dündar, İttihat ve Terakki’nin Müslümanları İskân Politikası (1913-1918), İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 250.
[6] Bkz. Türkiye’de Etnik Çatışma, (der. E. J. Zürher), İletişim yayınları, İstanbul, 2004.
[7] Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe’nin Anıları, s.166.
[8] Enver Paşa’nın önerdiği, Ermenilerin Rus sınırının arkasına yollanması fikrinin benimsenmemesi, büyük ihtimalle Rus işgali altındaki vilayetlerde Ermeni nüfus çoğunluğu yaratarak, burada Rus himayesi altında bir Ermenistan kurulmasını kolaylaştırmamaktı.
[9] Ahmet Bedevî Kuran, şahsen şahit olduğu bu zihniyetin erken bir ifadesini, daha 1915’e gelmeden, II. Meşrutiyeti hemen izleyen yıllar için şöyle tarif ediyor: “Merkezi Umumî [İttihat ve Terakki] nazarında Bulgarlar, Sırblar, Rumlar ve Ermeniler memleket düşmanı, Arab, Arnavud ve Kürtler vatan haini idiler. Muhalefet eden Türkler ise para ile satılmış birer metâdan başka birşey değillerdi. Vakıa bütün bunlar, modası geçmiş ve yersiz ithamlardı. Ama halk böyle aldatılıyordu.” Ahmed Bedevî Kuran, Osmanlı İmparatorluğunda İnkılâp Hareketleri ve Milli Mücadele, Baha Matbaası, İstanbul, 1956, s. 483.
[10] Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe’nin Anıları, s. 239.
[11] Talat Paşa’nın Anıları, Say Yayınları, İstanbul, 1986, s. 95.