Ünlü 141-142. ve 163. maddeleri yürürlükten kaldıran TCK’daki değişikliklerden sonra yetkililerimiz her ne kadar “Türkiye’de artık düşünce suçu yoktur” diye ilan ettilerse de; bu değişiklikle eş anlı çıkarılan Terörle Mücadele Yasası’nın bazı maddeleri ile devletimiz o gayet köklü yasaklama geleneğini terk etmeye hiç de niyetli olmadığını göstermişti.
Eleştirilerin ve AB’ye uyum zorlamalarının sonucu AKP hükümeti yeniden bir “TCK reformu” yaptığında aynı gelenek, yasak tehdidi bu kez 301. ve 305. maddelere bürünerek önümüze dikildi.
Gerçi, bütün bunlara rağmen, yine de düşünce suçu alanının adım adım da olsa daraldığını, yasaklama geleneğinin epeyce geriletildiğini söyleyebilirdik. Ama şu son gelinen durumda devreye giren “yeni” denilebilecek bir faktör, düşünce hayatımızın en azından önümüzdeki birkaç yıl boyunca, geçmiştekinden de zorlu bir dönemeçten geçeceğini gösteriyor.
Bu yeni faktör, düşünce yasaklarının tespit, takip ve icrasında bildik devlet kurumlarının yanısıra bazı “sivil toplum kuruluşları(!)”nın da devreye girmesidir. Bunlar çoğu kez düşünce suçu tespit ve takiple görevli resmî makamlardan çok daha düşmanca bir anlayışı sergilemekle kalmayıp, kuralları çiğneme, tanımama ve suistimal etme bahsinde onlara taş çıkartacak bir üslup ve tutum izlemektedirler. Üstelik sadece bu alanda değil, demokrasinin, demokratikleşme hamlelerinin temel dayanağı olan hemen her konuda aynı üslup ve yöntemlerle faaliyet göstermekte ve bir bütün olarak bakıldığında temel haklar, özgürlükler ve demokratik kurumlar alanının tümüne karşı adeta bir siper savaşı açmış görünmektedirler.
Dikkat çekici olan uygulanan yöntemdir. Devletin ilgili organlarını harekete geçmeye zorlayarak temel demokratik hak ve özgürlüklerini herhangi bir konuda kullanmak isteyenleri devlet gücü vasıtasıyla engellemek gibi bildik ve beylik yöntemin yanısıra, şimdi devreye sokulan usül, o hak ve özgürlükler adına kurulan ve çalışan dernek, enstitü vb. örgütlerin karşısına kontr-örgütler yerleştirmek ve bunları özel olarak ötekilerin faaliyetlerine engelleyici-müdahil olmak üzere kullanmaktır. Böylece her demokratik hak ve özgürlük kullanımı esnasında yapılan iş ve eylemi, bizzat yapılırken, yapıldığı yerde engellemeye, durdurmaya veya çığırından çıkarmaya çalışan bir “müdahil” unsur boy göstermektedir. Bunların yarattığı çatışma, kargaşa ve itiş kakış arasında yapılan iş ve eylemin içeriği amacı gölgelendiği gibi, “sessiz çoğunluk” denilen kesim de medyanın bu tür olayları yansıtış biçiminin de etkisiyle genel kanı ve düşünüşle aykırılıkları olan her gösteri ve hak kullanımını “huzur”u bozmaya, çatışmaya yol açacak bir girişim olarak algılamaya itilmektedir.
Hemen tamamı Türk milliyetçisi olduğunu vurgulayan bu güya “demokratik kitle örgütleri”nin kendi ilgi alanlarına dönük faaliyetten çok, o alanda çalışan karşıt eğilimdeki örgütlerin faaliyetlerine engel, “müdahil” olmaları, “yurttaş olarak biz de demokratik hakkımızı kullanıyor, o etkinliğe katılmak istiyor ve katılıyoruz” gerekçesiyle savunuluyor genellikle. Hatta bunu karşıt saydıklarının tertiplediği iç etkinliklere “karşıt görüşü savunanların” -yani kendilerinin- de davet edilmesini bir meşruiyet koşulu gibi öne sürmeye kadar vardırdıkları da oluyor. Örneğin o mahut “Ermeni Konferansı”nı yasaklama girişiminde mahkemeye verilen dilekçede sıralanan ve o mahkeme tarafından da kabul gören gerekçelerden biri de buydu.
Demokrasilerde karşıt görüş sahiplerinin aynı eylem-etkinlik içinde yer almaları karşılıklı rıza koşuluyla elbette mümkündür. Bu rıza-uzlaşma koşulunun sağlanamadığı hallerde -ki çoğunlukla olan budur- her farklı görüş grubunun kendi eylem ve etkinliğini ayrı ayrı yürütmesi ve kamuoyunun onları böylece görüp kanaatini oluşturması beklenir. Demokrasinin normal işleyişi böyledir. Her etkinliğin karşıt görüş veya tutumu temsil edenleri de işin içine katarak yapılması halinde meşru ya da yasal olacağını iddia etmek ve bunu “katılım hakkı”na dayandırmak, katılım ve hak kavramlarının istismarından hatta suistimalinden başka bir şey değildir.
Bu, son derece “hesaplı” bir genel istismar ve suistimal stratejisinin bir parçasıdır. Sözünü ettiğimiz ulusalcı-milliyetçi cenahın, insan hakları örgütlerine karşı “Türk insan hakları”, yasa ve hukuk ihlalleri ile uğraşmak işlevi de olan Barolar Birliği gibi kuruluşların içinde ve yönetiminde ağırlıklı olamadıkları için kurulan “Türk Hukukçular Birliği” türünden “sivil toplum kuruluşları”nın yaptığı iş tamı tamına budur. Bunların amaçları, tüm yurttaşlara tanınmış bir özgürlüğün, hakkın ya da işlevin belirli bir grup insan adına, onlar tarafından kullanılması, yerine getirilmesinden çok, başkalarının, karşıtlarının, “öteki”lerin bu hak ve özgürlüklerini kullanamamalarını sağlamaktır.
Geçmişte aynı milliyetçi kesimin aynı amaçla ve kaba kuvvetle, bombalı suikast ve saldırılarla yani dışarıdan ve şiddetli “müdahale” ile yaptığı şey bu kez, açık şiddet ve kaba güç dozu geriye çekilerek; katılma, görüş bildirme gibi normal yolları birer tahrik kanalı, engelleme ve saptırma aracı haline getirilerek, içeriden, “müdahil” olarak yapılmaktadır. Geçmişte o işler “devlete yardımcı olmak” adına ve devletin müdahale etmesine işaret etmek için yapılırken şimdi “millet” adına ve milletin -Trabzon’da, Bozöyük’te olduğu gibi- müdahale etmesine işaret vermek için yapılıyor. Geçmişte, soy milliyetçilik bunları yaparken, kendisi “vurucu güç”, silah ve şiddetle müdahale işlevini yerine getirir, bunlara yamanmış bir takım Sünni-dinî gruplar da bu eylemlerin Müslüman çoğunluk nezdinde meşru sayılması için çığırtkanlık yaparlardı. Bu kez soy milliyetçiliğe çığırtkanlık hizmeti “ulusalcı” denilenler tarafından verilmekte; bu iki kesim son aylarda iyice sıklaşan “içeriden müdahil” olma vak’alarının pek çoğunda, işaret ettiğimiz işbölümü dahilinde davranmaktadırlar.
Geçerken belirtelim ki; bu “içeriden müdahale” yöntemi o ulusalcı-milliyetçi ittifakının devlet aygıtı içindeki devamı veya yönlendiricisi diyebileceğimiz “derin devlet” tarafından da uygulanmaktadır. Hakkari yöresinde PKK’nın, tertiplediğini açıkça söylediği mayınlama, bombalama hadiselerinin arasına “müdahil” olarak “katılan” “derin devlet” ajanlarının yöredeki bir kısım bombalama olaylarının faili oldukları Şemdinli’de açığa çıktı. Burada söz konusu “müdahil” eylemlerinin “derin devlet”in kendince saptadığı bir “devletin menfaati” adına, devlet gücünü Hakkari yöresi ile de sınırlı olmayıp asıl Kuzey Irak’a “müdahale ettirtmek” için ortam hazırlamaya matuf olduğundan söz edilmişti. Onlarla aynı dönemde ulusalcı-milliyetçi kesimin, devlet ve yasaların güvencesi altında olması gereken toplantı ve gösterilere, bu kez “milletin menfaati ve hassasiyetleri” adına ve millete “müdahale etme” mesajı verecek biçimde “müdahil olmaları” hiç de tesadüfen örtüşüyor değildir.
“Derin devlet”le örtüşen milliyetçi ulusalcı cenah, zımnen hatta açıkça “millet-dışı”(hain) veya millete tabi olması (aksi halde...) gerekenler saydıklarını, haklarını kullanmalarına ve de hayatlarına bu şekilde “müdahil” olarak, ya sinme ya da o müdahaleleri tepkiyle defetme şıklarından birini seçmeye zorlamaktadır. Sinerlerse ülkenin dizginlerini yeniden ve tamamen ve de “iç temizliği” asla ihmal etmemek kaydıyla ele geçirmiş olacak; tepkiye yönelir ve özellikle de kitlesel çapta bir hak-özgürlük kullanımına yapılacak müdahaleye kuvvetle karşı durursa, bu kez de “millet”e bunun bir meydan okuma olduğu ilan edilerek -devleti de atlayarak- “temizleme”yi fiilen yapması için “öncülük” edilebilecektir.
AKP hükümetinin ve devlet aygıtının bu müdahaleci cenah karşısında -en hafif ifadeyle- gevşekliği, hatta kanıksanmış güvenlik gücü arkalamalarının yanısıra son zamanlarda kimi yargı aygıtı yetkililerinin -yasaların özüne aykırı- “desteği”nden yararlanmalarına göz yumulması hiç de hayra alamet değildir. AKP hükümetinin bu gayet hesaplı “müdahale” stratejisinin düşündüğü iki yolun hiçbirinde de ayakta kalamayacağını görmesi için aşırı ferasetli olması şart değildir. Ama öyle anlaşılıyor ki; AKP, merkeze oturmuş ama henüz yerleşememiş olmanın ve asıl olarak da şimdilik sadece bir seçimde toplayabildiği -ve gidişatın normal olması halinde ikinci defa toplayacak gözüktüğü- heterojen seçmen kitlesini büyük çoğunluğu ile istikrarlı bir dayanak haline getirememiş göründüğü için, “milli hassasiyet”ler üzerine oynanan o oyuna, bir hukuk devletinin normal görev ve sorumluluklarını yerine getirerek cevap vermemekte, en azından tereddüt etmektedir. Şemdinli olayında “müdahil” provokatörlerin üzerine gidecekmiş gibi yapıp, ardından “dengeleyici” laflar eden Başbakanı, yine “müdahil” çevrelerce kışkırtılan linç girişimi faillerini değil mağdurlarını gözaltına aldıran İçişleri Bakanı, Orhan Pamuk’un yargılanması sürecindeki tutumu ile sicilini bir kez daha doğrulayan Adalet Bakanı ile bu hükümet, ortalama bir hukuk devleti gibi davrandığında, “milli hassasiyet” rantiyelerinin seçmen tabanını kemireceklerinden korkmaktadır. İktidar dönemleri boyunca karşılaştıkları her krizde bocalayan, dolayısıyla “krizi yönetme” konusundaki beceri kıtlığını zaten sergilemiş ve sergilemekte olan bu AKP hükümeti; bu tutumuyla biraz daha “cesaretlendirmiş” olduğu o “müdahale” stratejisinin, 2006 yılında vehamet dozunu daha da arttıracağı atakları karşısında “silkinip kendine gelir” mi bilemeyiz ama bu yılın son derece kritik bir süreç olacağı şimdiden adeta besbellidir.