Birikim’in 199. (Kasım) sayısındaki “AB ve Sosyalist Sol” başlıklı yazımda, AB’ye katılım bahsinde, Birgün gazetesinde ağırlıklı biçimde temsil edilen “hayır”a daha yatkın “havet”çi tutumun da dahil olduğu bir sosyalist sol yaklaşımı eleştirmiş idim. Birgün gazetesi, bu eleştiriye cevap niteliğinde bir yazıyı, bu eleştirinin doğrudan muhatabı olmayan gazete dışından bir köşe yazarının, Nuray Mert’in imzasıyla yayımladı. Gazete bu yadırgatıcı usulü kendine yakıştırabildiğine göre; aşağıda Nuray Mert’in yazdıkları hakkında söyleyeceklerimin ona da şamil olduğunu kabul etmek zorundadır.
Yine aynı nedenle, Nuray Mert’in yazısının giriş bölümünde sosyalist solun yakın dönemine, 1980’lerden bu yana içinde bulunduğu duruma ve düşünüş tarzına dair söyledikleri üzerinde durmuyorum. Birgün gazetesi bunları az sonra Birikim’den bahsedileceği, okurunu buna hazırlayacağı için pek beğenmiş olabilir, ama bizim açımızdan bunlar “sosyalist sol” sıfatı taşımayan, taşımaması da normal olan birinin söyleyebileceği gayet yüzeysel tespitler. Nuray Mert böylece kendince Birikim’i ve beni içine yerleştireceği bir çerçeve döşemiş oluyor ama, Birikim’in ve benim bütün o dönemde yazdıklarımı şöyle bir hatırlayıverecek okur, Mert’in orada söyleyiverdiği “sosyal adaletsizlikten, eşitsizlikten, köklü kapitalizm eleştirisinden ve emperyalizmden söz etmek neredeyse imkansız hale geldi” gibi ifadelerin, “hükmen mağlubiyet kompleksi” gibisinden teşhislerin, “tüm söylemini kimlik siyasetleri çerçevesinde Kürt siyasal söylemlerine koşulsuz destek ve .... AB sürecine yine koşulsuz destekle sınırlamak” gibi yargıların üzerinde durmaya değmez laflar olduğunu herhalde teslim edecektir.
Mert’in siyaseten ve düşünsel olarak durduğu yerden, Birikim’de yapılanları kavramasını, bunların künhüne varmasını bekleyemeyiz. Bu yüzden onun kendisini sosyalist sol içi bir tartışmada ahkâm kesecek biri gibi görmesini “anlayışla karşıladık” diyelim de; hiç değilse bunu yaparken bu denli savruk ve ne dediğini bilmez bir üslup tutturmasına ne diyeceğiz?
Şu yazdıklarına bir bakın örneğin: “Önce bir noktaya açıklık getirmekte fayda var” diye başlıyor söze Mert. Ve devam ediyor:
“AB karşıtlığının sağda ve solda milliyetçilik ana damarından besleniyor olması vakası bir şey, sol veya münhasıran sosyalist solun tarifinin, bunun karşısında bir yerde yani AB taraftarlığıyla tanımlanma çabası başka bir şey.” (abç)
Demek ki Mert’e göre ben sadece “AB taraftarlığı” yapmıyorum. Çok daha öteye giderek, “AB taraftarlığı”nı bizatihi solun, sosyalist solun kendi tarifinin ortasına yerleştiriyorum.
Mert bu tartışmada kendisini ciddiye almadığıma dua etmelidir. Eğer her okuduğunu böyle anlıyorsa, bırakın bu tartışmayı başka hiçbir tartışmaya da girmemelidir. “Önce açıklık getireyim” deyip ardından o saçmasapan cümleyi yazan biri sadece kendi idrak düzeyinin derecesini açıklamış olur çünkü.
Mert siyasal pozisyonu nedeniyle Birikim’in ve benim on yıllardır sosyalizmin, sosyalist solun yeniden tarif edilmesi konusu üzerinde nasıl hassasiyetle durduğumuzu ve Birikim’in kuruluş döneminden beri nasıl bir tarif zemini ve perspektifi inşa etmeye, bunun içeriğini örmeye ne denli çaba sarf ettiğimizi bilmiyor veya anlamıyor olabilir. Ama onun bu ipe sapa gelmez cümlelerini yayımlamakta hiçbir beis görmeyen Birgün gazetesinin yaptığı basit bir dikkatsizlik midir sizce? Eğer onlar da o cümlenin öylesine bir tespit-yargı cümlesi olduğunu sanıyorlarsa Mert ile birlikte şu kısa açıklamayı oturup dinlemelidirler.
Bir sosyaliste, sosyalizmin ya da sosyalist solun tarifini AB taraftarlığı veya karşıtlığı ekseninde yapıyor demek, saçmalığının, hakaret bile sayılmazlığının ötesinde, bizatihi sosyalizmi, sosyalist sol düşünüşü kendi idrak sığlığı düzeyine indirgemek demektir.
Mert, o cümlesinin ilk kısmında “sağda ve soldaki AB karşıtlığının milliyetçilik ana damarından, yani bir ideolojiden, AB olgusunun çok öncesinden beri var olan bir kaynaktan beslendiğini, yani özetle bir sonuç, bir vargı olduğunu söylüyor ki, doğrudur. Ama bize gelince “AB taraftarlığı” -ki bu lafın üzerinde de duracağız- bir sonuç, vargı olmaktan çıkıp, bizatihi kaynak bir ideoloji işlevi edinmiş oluyor ve bu yazara göre bu “kaynak”tan sosyalizmin ne olması gerektiğine, tarifine kadar gidebiliyoruz. Olmayan haddini bilmesi gereken Mert, bu tespitinden pek hoşnut ve şu sosyalist köyde değnek olmadığından da hayli emin olmalı ki, aynı ifadeyi yazısının sonlarında da tekrarlıyor ve bizim “sosyalist sol için AB olmazsa olmaz” dediğimizi iddia ediyor.
Birgün gazetesi ve Mert! Benim AB’ye katılıma ilişkin söylediklerimle sosyalizm tarifim arasında elbette bir bağ vardır. Ama bu bağ atı arabanın arkasına koymaktaki maharetiyle istediği kadar övünecek Mert’in cazgırca cümlesinin iddia ettiğinin tam tersinedir. Evet, bahsedilen yazıda ve konuyla ilgili diğer yazılarımda da, sosyalizmin ve sosyalistlerin öncelikle enternasyonalist oldukları için, yani sosyalizm tarifinin aslî bir unsuru olması dolayısıyla, buradan hareketle, bunun bir sonucu olarak Türkiye’nin AB’ye katılmasından yana olmaları gerektiğini söyledim.
Bu mantık, aynı tarifin, aynı aslî unsurun bir gereği olarak benim ve Birikim’in, örneğin konu AB değil de, onun gibi bir entegrasyon projesi olma özelliğini de taşıyan, diyelim bir Ortadoğu-Balkanlar Birliği projesi olsaydı ona da katılımdan yana olmamız sonucuna da dolaysızca götürürdü. Vardığım bu sonucu eleştirecek olanlar, eğer bu sonucu “sosyalizmin tarifi” ile ilişkilendirerek eleştirecekler ise; bunu, hem benim o tarifin aslî unsurundan hareketle yürüttüğüm mantığın yanlışlığını göstererek hem de -tam aksine bir sonucu, “hayır”ı savunuyorlarsa- bu vargıya sosyalizm tarifinin hangi aslî unsurlarına dayanarak eriştiklerini açıklayarak yapmalıdırlar. Nitekim ben aynı yazımda ve diğerlerinde de Türkiye’nin AB’ye katılımı konusunda menfi görüş belirten veya ikircikli bir tutum sergileyen sosyalist solcuların bu tavrının sosyalizm tariflerindeki hangi -bence- muhataralı noktalardan kaynaklanıyor olabileceğine dair görüşlerimi belirttim. Bunlara itiraz edilebilir tartışılabilir.
Ama, şu andaki tüm zaaflarına rağmen sosyalist sol içi bu tür tartışmalar, Nuray Mert gibi, her konuda hazır cevapları olan, ama sorunun ne olduğunu anlamak zahmetine katlanamayanlara bırakılamayacak kadar ciddi ve derinlikli olmak zorundadır. Bu “kural”a riayet edilmediğinde bir de onların bu kuyuya attığı taşları temizlemek gibi ek bir uğraş da gerekiyor çünkü.
Nitekim Nuray Mert Birgün’deki yazısında, o pek kendinden gayet emin havasıyla, bizim gibi sosyalist solculara “hep sorup bir türlü de cevabını alamadığı” birtakım soruları sıraladığında yapmamız gereken tam da böylesi bir iş.
Mert’in sorduğu o tür sorulara bizden cevap alamamasının gayet basit bir nedeni var. Bu da o soruların tartışılan konunun esası ile, özgün niteliği ile ilgisi olmaması. Kendi hesabımıza biz Birikim’de Türkiye’nin AB’ye katılımını, ne “AB’nin demokratik ve sosyal devlet geleneği ile ABD’nin başını çektiği vahşi kapitalist modele alternatif” olacağını düşündüğümüz için savunmaktayız ne de AB’de halen “içe kapanmacı” bir çizginin öne çıkması bizi bu kararımızı gözden geçirmeye itiyor. “AB sol partilerinin Türkiye’nin sol politikalarına dair zaaflarını bir kez dahi öne çıkarmamaları” ya da AB’deki emekçi sınıfların sağa veya refah şovenizmine kaymaları da kararımızı esastan etkileyecek faktörler değil bizim açımızdan. AB ülkelerindeki “demokrasi krizi”* de öyle.
Mert’in tanımlama tarzına takılmaksızın hemen belirtelim ki, bahsettiği konular gerçekten önemli sorunlara işaret etmekte. Ama tekrar belirtelim ki, konunun esası ile ilgili değiller. Yani AB ve ona katılım konusunda temel karar verilirken, en azından sosyalist, devrimci sol açısından dikkate alınacak noktalar bunlar değil. Bunlar ancak katılıma dair karar verildikten sonra izlenecek yol, yöntem ve araçlar belirlenirken mutlaka göz önünde tutulması gereken hususlar. Ki Mert zahmet ediverip Birikim’in daha AB’ye katılım gündemimizde bile değilkenki sayılarına baksa bu gerçekten düşündürücü sorunlar üzerinde herkesten daha fazla durulduğunu görebilir.
Esasa gelelim. Esas, AB’nin bir entegrasyon projesi oluşudur. 20. yüzyılın sonlarına kadar bir ulus-devletler toplamı olarak gelen Avrupa’nın, Kıta Avrupası’nın sınırlarını aşma perspektifini de içeren, bu geniş, genişleyecek alan içindeki halkların kaynaşmalarını da -en azından resmen- öngören bir projeyi yürürlüğe koymuş olmasıdır, AB olgusunun özgün niteliği. Bu bakımdan daha önceki dönemin devletler arası anlaşmalar, ittifaklar, paktlar biçiminde tezahür eden “dış politika-dış ilişkiler” alanının bildik olguları ile aynı kategoriye sokulamaz. O nedenle de AB henüz AET -Ortak Pazar- safhasında iken söylenebilecek şeylerin epeyce bir kısmı, en azından yeniden formüle edilmek ve söz konusu “kaynaşma”, ulus-devlet toplumları ötesine geçiş imkanları ışığında değerlendirilmek zorundadır. Şüphesiz AB’nin özgün/esas yönünü oluşturan bu imkan “kanalı”, AB ülkelerindeki egemen burjuvazinin, genelde kapitalizmin çıkar hesapları, kendini koruma ve derinleştirme sratejileri ile kuşatılmış olduğu gibi, Avrupa halklarına da büyük ölçüde sirayet etmiş olan “üstünlük” önyargılarıyla, refah şovenisti tutumlarla da daraltılmaya açıktır.
Ama, daha da sıralayabileceğimiz bir dizi “aleyhte” faktöre rağmen, ortada böyle bir imkân da vardır. O halde sorun, bu aleyhte faktörleri esas alıp söz konusu imkana sırt çevirmenin mi yoksa bu faktörleri göğüslemeyi de göze alarak o imkanın serpilmesi, genişleyip derinleştirilmesine çalışmanın mı doğru, “sosyalistçe” olduğudur.
Biz Birikim’de sorunu bu özetlediğimiz içeriği ile özel olarak ve sadece sosyalist sol sıfatını taşıyanların önüne koyuyor ve soruyoruz: Bizi asıl ilgilendiren, ilgilendirmesi gereken nokta, bu olmalı değil midir? Bu enternasyonalist bir dünyaya, ufka ve onun teşvik edeceği eşitlikçi, eşdeğerliliği besleyen insani-toplumsal ilişkilere açılabilme ihtimali olan bir imkan ise; onun mevcut durum ve koşullar içinde güçlendirilmesinin zorluğu, yokmuşçasına davranmanın gerekçesi olabilir mi?
Ben AB konusu ile ilgili tüm yazdığım ve konuştuklarımda sosyalistlerin tutumlarına esas olacak noktanın bu olduğunu ısrarla vurgularken, bu konuyu es geçmeye çalışan veya bu yaklaşımın “doyurucu” olmadığını, “naif” olduğunu iddia eden sosyalist sıfatlıların bu tavırlarının nasıl bir düşünme tarzına tekabül ettiğini başka konulardaki tavırlarının bilgisi ve deneyimini de gözönünde tutarak açıklamaya çalıştım her defasında.
Mert, habersiz olduğu şeyin var da olmadığını sanan mutlu kişilerden biri olduğu için, benim o yazıda bunlar hakkında söylediklerim karşısında “kime söylüyor bunları bilemiyorum” diyebilir ve “celallenme” diye niteleyebilir. Ama onun bu yazısını özene bezene yayımlayan Birgün’deki ağırlıklı eğilim o söylediklerimin muhatabının kimler olduğunu gayet iyi biliyordur.
AB projesine özgün ve sosyalistler açısından esas alınacak boyutu yerleştirenlerin, bu projenin oluşumunda Avrupa büyük sermayesi ve orta sınıfa dayalı sağ partiler kadar belirleyici olmasa da ciddi bir pay sahibi olan Avrupa sol-sosyalist hareketi, kıtanın başka yerlerdekinden daha güçlü ve etkin olagelmiş anti-militer, anti-otoriter ve hümanist geleneği olduğunu biliyoruz. Bunların geçmişe göre zayıfladıkları, başlangıçta daha belirgin olan anti-kapitalizmlerinin silikleştiği şüphesiz öne sürülebilir, ama artık dikkate bile alınması gerekmeyen cılızlaşmış bir faktör oldukları da söylenemez. Ayrıca patenti itibariyle “sağcı” olan reel politik yaklaşım burada güçlü bir potansiyel olsa bile; tutumunu kurumlaşmış güçler ve güçlüler düzeyine bakarak, bu kategoriyi analiz ederek belirler. Onun için önemli olan devletler, hükümetler ve büyük sermaye-finans dünyasının ne yaptığı neler hesaplıyor olduğudur. “Tarihi yapanlar ve hep de yapacak olanlar” onlardır. Halklar ve insanlar düzeyi ise “son analiz”de o güç ve güçlüler düzeyi tarafından yönlendirilecek “yapım” nesneleridirler sadece.
O nedenle de Türkiye’de “sağ”ın şu anda ister AB’ye katılım yanlısı, isterse karşıtı olsun dikkatini bu “güç-güçlüler” düzeyine yöneltmesi, tavrını o düzeydeki durum ve gelişmelere göre belirlemesi, “ayarlaması” hatta çark etmesi gayet anlaşılır bir tutumdur. Bu yüzden örneğin Mert, yukarıda bahsettiğimiz sorularını da, “hadi bunları bir yana bırakalım” diyerek ilave ettiği “AB üyesi devletlerden bir kısmının Irak işgalinde ABD ile işbirliği yaptığı, CIA’in Avrupa’da cirit attığı, Berlusconi’nin İtalya’da yaptıkları vs. gibi mevzuları, sağdaki “AB taraftarları”na anlatıp onları bu tutumlarından caydırmaya uğraşabilir. Mert’i, benimle ilgili söyledikleriyle başbaşa bırakmanın yeri de tam burası. Bundan sonra söyleyeceklerim sosyalist-enternasyonalist kavramlarını sahiplenen ve gerektiği gibi ciddiye alanlaradır ve “konu açılmışken” bir not daha düşmek içindir.
Tarihi yapacak ve yönünü değiştirecek dinamiği halklar, sıradan insanlar düzeyinde oluşturmayı, yaratmayı esas alan ve bundan dolayı da sosyalist sıfatını taşımanın yanısıra, ancak devrimci olmak zorunda olan sol ise, o sayılanlardan besbeter bir güçler-güçlüler devletler düzeyi manzarası çizilebilse dahi, bütün bu olumsuz koşullar altında bile var olabilen eşitliğe, eşdeğerliliğe, enternasyonalizme açık olma özelliği taşıyan bir “imkan” gördüğünde artık neye karar vereceğini biliyor demektir. Gerisi ne denli ciddi engel olursa olsun “teferruat”tır.
Mevcut konjonktürde, Avrupalı halklar, sıradan insanlar milliyetçiliğin, refah şovenizminin etkisine daha fazla kapılıyor görünürlerken önümüzde böyle bir “imkan”ın, oluşu, bir cayma nedeni olarak görülemeyeceği gibi, harekete geçmek için ortadan kalkması, etkisizleşmesi beklenecek bir koşul olarak da görülemez. Hele bu durumla Türkiyeli sosyalistler olarak ve Türkiye’nin katılımının gündeme geldiği bir bağlamda karşı karşıya isek. Avrupalı halkların milliyetçiliklerinin buna eşlik eden o “üstünlük” duygularının teşekkülünde bütün tarihiyle Türkiye’ye “Türkler”e atfedilen “öteki”lik işlevinin ne denli büyük yer tuttuğunun bilgisi ve bilincine sahipsek... Burada o Türkiye ve Türklerin bu dalgaya karşı -AB’nin içinde veya “kenarında” olmaları fark etmez- reaksiyoner bir milliyetçiliği kuşanarak değil, insanlığın ve dolayısıyla enternasyonalizmin değerlerini yansıtan bir tutumla tavır aldıkları görülebilse, bu en azından görmezden gelinemeyecek güç ve kararlılıkta bir kitlesellikle sergilenebilse, büyük bir güvenle ifade edebilirdik ki; böylesi bir karşılaşma Avrupa’daki milliyetçi dalgaya sarsıcı bir darbe olmasının yanısıra AB’nin mevcut sınırlarını da aşacak bir halklar arası kaynaşmanın da “tetikleyicisi” olabilirdi.
AB’ye katılım sorununu Türkiye’deki milliyetçiliklerle cepheden mücadele sorunuyla bu denli içiçe saymamızın nedeni de budur.
(*) Bu paragraftaki tüm tırnak içindeki ifadeler N. Mert’e aittir.