Mesut Yeğen, Devlet Söyleminde Kürt Sorunu isimli kitabında, Kürt sorununun, “bastırılanın geri dönüşü” olarak kavramsallaştırılmasının doğruluğunu kabul etmekle birlikte bir konuda bizleri uyarır: Geri dönen, her seferinde başka bir veçheyle, başka bir biçimde geri dönmektedir. Yani bastırıldıktan sonra geri dönen her seferinde “Kürt sorunu” olmasına ve etnik bir mahiyet taşımasına rağmen, kimi zaman dinsel içerikli bir ayaklanma, kimi zaman feodal bir kalkışma, kimi zaman ise Marksist-Leninist bir gerilla hareketi gibi farklı görünümler taşımakta, dolayısıyla farklı söylemler ve dolayımlar aracılığıyla kendini var etmekte ve böyle algılanmaktadır.
Bastırılanın farklılaşarak geri dönüşü argümanı, bir süreklilik ilişkisinin mevcudiyetinin daimliği akılda tutulmak kaydıyla, Kürt sorununun 1980’ler ve 90’lardaki görünümü ile bugünkü görünümü arasındaki farklılıkları anlamak açısından önemli görünüyor. PKK’nın 1984 yılındaki Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla başlattığı silahlı mücadelede, ’90’ların ortalarından itibaren devletin askerî üstünlüğü ele geçirmesiyle başlayan sürecin, 1999’da Abdullah Öcalan’ın Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye teslim edilişi ile birlikte taçlandırıldığı ve “son isyan”ın en azından askerî düzlemde bastırıldığı söylenebilir. Burada bastırılan, Marksist-Leninist ideolojiden etkilenmekle birlikte, milliyetçiliği ve anti-feodal karakteri baskın bir gerilla hareketidir.
1999-2005 yılları arasına yerleştirilebilecek olan, örgütün yeniden güç toparlamak ve “lider”in yakalanışının ardından yeni bir strateji geliştirebilmek için büyük ölçüde geri çekildiği geçiş döneminin ardından ise, Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’ı işgaliyle ve Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik sürecinin ivme kazanması ile birlikte Kürt sorunu, artık basitçe askerî güçle üstesinden gelinebilecek ya da kontrol altında tutulabilecek yerel ölçekli bir gerilla hareketi veçhesinden sıyrılıp başka bir veçheye bürünecek, yani farklı bir şekilde geri dönecektir.
GERİ DÖNENLE GELENLER: SİVİL TOPLUMCU MİLLİYETÇİLİK VE PAN-KÜRDİZM
Bu geri dönüşte bastırılandan farklı olan nedir? İlkin, Kürt hareketinin giderek bir “sivil toplum” hareketi görünümüne kavuşmasından söz edebiliriz. Artık söz konusu olan sadece 1980’ler ve 1990’larda olduğu gibi askerlerle gerillalar arasında sürüp giden bir çatışma ve diğer olayların hep bu çatışmanın belirleyiciliği altında gerçekleşmesi değildir. Bu dönemde, birkaç istisna dışında, yalnızca gerilla cenazeleri ve Newroz/Nevruzlarda ortaya çıkan kitlesel eylemler, bugün temel siyaset yapma biçimi halini almış ve kural haline gelmiştir. Siviller hem bölgede hem de büyük kentlerde kolaylıkla ve gayet örgütlü bir biçimde mobilize olabilmekte ve ortaya intifadayı hatırlatan görüntüler çıkabilmektedir.
Bu durumun ortaya çıkışı ise Avrupa Birliği süreci ile doğrudan ilgilidir. Ancak, burada söz konusu olan sadece Türkiye’nin bu süreçte yaptığı reformlarla, böylesi bir siyaset tarzının önünün açılması değildir. Kürt hareketinin hem legal hem de illegal kanatları için, Avrupa Birliği’nce muhatap kabul edilmek başlıca amaç haline gelmiştir. Bu açıdan bakıldığında, Avrupa Konseyi’nin bir önceki genişlemeden sorumlu üyesi Verheugen’in Diyarbakır ziyareti esnasında kentin AB bayraklarıyla ve “Hoş geldiniz yurttaş Verheugen” afişleriyle donatılması ya da Abdullah Öcalan’ın “öldüğümde mezarımda üç bayrak bulunsun, Avrupa Birliği bayrağı, Türk bayrağı ve Demokratik Konfederalizm bayrağı” minvalindeki sözleri hayli manidardır. Daha yakın bir örnek ise, 3 Ekim öncesi Diyarbakır’da yapılmak istenen ancak izin verilmeyen “AB’ye Evet ve Kürt Sorununa Demokratik Çözüm” isimli mitingdir. Artık Kürt hareketi açısından, Türkiye’nin AB üyeliği süreci ile Kürt sorununun çözümünü birbirinden ayrı olgular olarak ele almak mümkün değildir. Avrupa açısından ise, artık sorun geçmişte olduğu gibi, Türkiye’nin insan hakları ihlalleri nedeniyle uyarılması ya da halka karşı kullanıldığı gerekçesiyle silah ambargosu uygulamasına başvurulmasının, yani dışarıdan müdahale edilebilecek bir sorun olmanın ötesine geçmiş, bizzat AB’nin iç meselesi haline gelmiştir. Bu dönüşüm esnasında göz ardı edilmemesi gereken bir diğer nokta ise, 11 Eylül sonrasındaki uluslararası konjonktürün ve Kürt hareketinin legal kanadının “diplomatik” bir siyaset yürütmesinin de etkisiyle, AB’nin PKK’yı terörist ilan ederek, başka politik özneleri muhatap almak istediğini göstermesidir.
Kürt sorununu, ’80’ler ve ’90’lardakinden farklı kılan başka bir olgu ise, “pan-Kürdizmin” Kürt hareketi üzerinde, geçmişte hiç olmadığı kadar güçlü bir şekilde varlığını hissettiriyor oluşudur. ABD işgaliyle birlikte Irak’ın kuzeyinde fiilen ortaya çıkan devlet, bugün birçok Türkiye Kürdü açısından, “anavatan”ın bir parçası niteliğindedir ve ilk kez bu “anavatan”a iltihak böylesi gerçekçi bir olasılık olarak gündemdedir. İşin ilginç yanı ise, Kürt lider Barzani’nin ilk kez böylesine açık bir şekilde Türkiye Kürtleri ile yakın ilişkiler içerisine girmeye ve Türkiye’deki Kürt hareketi içerisinde kendisine yakın bir siyasal özne yaratmaya çabalıyor oluşuna devletin göz yumuşudur. Devletin aksine PKK ise, Hikmet Fidan’ın öldürülmesi ile daha net bir şekilde ortaya çıktığı üzere, kendi kontrolü dışında bir öznenin güç kazanmasını engellemeye çalışmaktadır.
Buna rağmen, milliyetçiliğin dinamikleri hızlanarak işlemeye devam etmektedir. Barzani’nin Türkiye Kürtlerine nüfus cüzdanı dağıtıyor olduğuna ilişkin haberler şimdilik sembolik bir anlam taşımaktan öteye gitmiyor olabilir ama Erbil’deki Selahaddin Üniversitesi’ne Türkiyeli Kürt gençlerin öğrenim görmek amacıyla gidişi, “Kürt entegrasyonu” üzerinde hızlandırıcı bir rol oynayacaktır. Milliyetçilik literatüründe, milliyetçiliğin geniş kitlelerle buluşmasında ve aynı etnik kökenden gelmekle birlikte parçalanmış sınırlar içerisinde yaşayan halklarda birlik fikrinin oluşmasında elitlerin oynadığı kilit rol ortaya konulmuştur. Bu gençler de ileride çok büyük bir olasılıkla, pan-Kürdist ideolojinin en önemli taşıyıcıları olacaklardır.
TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNDEKİ DÖNÜŞÜM
Kürt hareketinin yaşadığı dönüşüm, son 20 yıldır siyasal rotasını buna göre çizen devlet-dışı milliyetçilik üzerinde de büyük etkide bulunmuş ve Türk milliyetçiliği de kendisini değişen şartlara uyarlamıştır. Burada öncelikle karşımıza çıkan olgu, tıpkı Kürt hareketinde olduğu gibi Türk milliyetçiliğinin de giderek “sivil toplumcu” bir çizgiye kaymış olmasıdır. Milliyetçilik, siyaset sahnesinde belki de ilk kez MHP’nin ve Ülkü Ocakları’nın dışında başka isimler altında örgütlenmekte, üstelik bu örgütlenmeler birer sivil toplum kuruluşu niteliği taşımaktadır. 2005 Newroz/Nevruzunda yaşanan bayrak yakma hadisesinin ardından yapılan eylemlerde, Baskın Oran ve İbrahim Kaboğlu’nun öncülüğünde hazırlanan “Azınlık Raporu”nun kameralar önünde yırtılmasında, Orhan Pamuk’a Türklüğe hakaretten dava açılmasında ya da Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen Ermenilerle ilgili konferansı protesto gösterilerinde, İşçi Partisi ve MHP ile birlikte bu sivil toplum kuruluşlarının mensuplarının en ön saflarda yer almaları Türkiye siyasetinde yeni bir olgu olarak kaydedilmelidir. Burada ironik ve elbette ki paradoksal olan, kendilerini STK olarak adlandıran bu örgütlenmelerin devletin söylemleriyle birebir örtüşen söylemlere sahip olmaları ve medyada çıkan haberlerden anlaşıldığına göre, bazılarının kendilerini muhtemel bir iç savaşa hazırlayan paramiliter niteliklerinin haiz olmasıdır.
Yaşanan bir başka dönüşüm ise Kürt sorununun algılanış biçimiyle ilgilidir. 1980’ler ve ’90’lar boyunca Kürt sorunu, dış devletlerin tezgahladığı bir oyun olarak algılanmıştır. PKK ile Kürt halkı arasına bir sınır konulmaya çalışılmış, PKK’nın Avrupa ve ABD tarafından finanse edildiği, Öcalan’ın Ermeni olduğu, Yunanistan, İran ve Suriye’nin Türkiye’nin bölgesel bir güç olmasını engellemek için PKK’yı kullandığı gibi argümanlar aracılığı ile PKK “dışsallaştırılmış”, böylelikle bir yandan PKK’ya karşı verilen mücadelenin kamuoyu nezdindeki meşruiyeti tesis edilmeye çalışılırken, öte yandan Kürt sorununun esas olarak bir terör sorunu olarak algılanması sağlanmıştır.
Oysa özellikle 2005 Newroz/Nevruzunda başlayan sivil eylemler, ardından yapılan İmralı yürüyüşü ve Şemdinli’de yaşanan hadiseler artık meselenin militanlar ile askerler arasında yaşanan bir çatışma olarak algılanmasını imkansız hale getirmiş durumdadır. Kürt siyaseti, kentsel, sivil ve kitlesel bir hal aldıkça, Kürt sorununun milliyetçi muhayyiledeki algılanışı, başka bir yöne kaymaktadır. Bu yönün ne olduğuna geçmeden önce bu algılamayı besleyen ikinci bir etken olarak, Kuzey Irak’ta fiilen bir Kürt devletinin ortaya çıkmış olmasından bahsetmek gerekir. Böyle bir devletin mevcudiyeti ve Türkiye Kürtlerinin günün birinde bu devlete iltihak etmeyi isteyebilecekleri iddiası, yukarıda da belirttiğimiz üzere, milliyetçi bir paranoya olmanın da ötesinde reel politik bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. Buna, Kuzey Irak Kürtlerine ABD’nin verdiği destek, Avrupa Birliği’nden yapılan açıklamalar ve İsrail’in bölgedeki faaliyetleri eklendiğinde, mesele kolayca uluslararası bir komplonun parçası olarak algılanabilmektedir. Bu ise Kürtleri, 1. Dünya Savaşı sonrası Almanya Yahudilerinin konumlarına paralel bir konuma yerleştirmek anlamına gelmektedir. Nasıl ki, savaşın ardından ve Nasyonal Sosyalist rejim boyunca Yahudiler Almanya’nın yaşadığı tüm felaketlerin sorumlusu olarak görülmüşlerse, günümüz devlet-dışı Türk milliyetçiliğinin söyleminde de benzer bir algılama oluşmaya başlamaktadır. Nitekim Türk Solu isimli dergide yer alan Kürt dükkanlarından alışveriş yapılmaması, Kürt yemeklerinin boykot edilmesi vesaire gibi çağrılar, yerli faşizmin taşıyıcılığını yapan kimi internet sitelerinde dile getirilen “nihai çözüm” önerileri, Kürt işçilerin işten çıkarıldıklarına ilişkin haberler, kentlerde yükselen suç oranıyla Kürtler arasında doğrudan bağlantı kurulması ve de en önemlisi gelişmekte olan linç kültürü, Türk milliyetçiliğinin kendi Yahudisini keşfettiği izlenimini uyandırmaktadır.
Dolayısıyla Türk milliyetçiliğinin terkibine, geçmiştekinden farklı olarak ve modaya gayet uygun bir şekilde sivil toplumculuk eklenmiş, ikinci olarak ise Kürtlüğün ilk kez böylesine doğrudan düşman kategorisi içerisine yerleştirilebilmesi mümkün hale gelmiştir. Burada söz konusu olan açıkça “Türk-Kürt kardeştir, ayrım yapan kalleştir”den, “Kürt varsa sorun var”a doğru evrilen bir bakış açısıdır.
HER ŞEY BİTTİ Mİ?
Şemdinli’de yaşanan hadiselerin ardından, Mehmet Ali Birand’ın, ODTÜ’de katıldığı bir söyleşide biraz da çekinerek, “Türkiye Güneydoğu’yu kaybetmiştir” minvalinde açıklamalar yapabiliyor oluşuna, ya da Emin Çölaşan’ın, “Güneydoğu’da devletin otoritesini tamamen yitirdiği”nden söz edebilmesine bakarak, bu iki yazarın organik aydınları oldukları sınıf ve zümrelerin, yani burjuvazi ile bürokrasinin içinde bulundukları halet-i ruhiyeyi, yaşanan panik ve endişeyi anlayabiliriz ve tam da bu ruh halinin, MİT müsteşarının Barzani ile görüşmesi ve ardından ABD’ye gitmesini gayet manidar kıldığını söyleyebiliriz. Türkiye yönetici sınıfı, Kürt sorunun çözümü için tüm umutlarını Barzani’ye ve ABD’ye bağlamış durumdadır. Buna mukabil, cenazelerini gömen halkın üzerinde savaş uçaklarının “rutin” eğitim uçuşlarına devam etmesinin dost-düşman algılamasındaki çarpıklığa işaret etmiyorsa neye işaret ettiği sorulması gereken bir soru olarak ortadadır.
Yazıyı bitirirken söylenmesi elzem olan, elbette ki Türkiye’nin bölünmesi ve bir iç savaşa sürüklenmesinin önlenmesi için herkesten çok daha fazla Türkiye solunun çaba göstermesinin gerekliliği ve bunu da ancak solun başarabileceğidir. Bu ise, ne ulusalcı solun, Kürt sorununu büyük komplo denkleminin içerisine yerleştiren bakış açısıyla ve kullandığı inkarcı-şovenist dille ne de liberal solun, meseleyi bir demokrasi eksikliği olarak gören yaklaşımıyla mümkün olabilecektir. Kimilerinin dile getirdiği, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ise Yugoslavya deneyiminin ve “yeni emperyalizmin” ideolojisinin artık daha net anlaşılıyor oluşunun ardından pek bir anlam taşımamaktadır. Geriye kalan tek seçenek ise, geçmişte olduğu gibi bugün de, son derece naif olan ama geçerliliğini tam da bu naifliğinden alan o projedir: İnsanlığın geri kalan kısmıyla birlikte, Türk ve Kürt halklarının özgürlüğün ve eşitliğin aynı anda yürürlükte olduğu bir toplumda beraberce ve barış içerisinde yaşayabilmeleri projesi.