1960’lardan beri bu ülkede, Cumhurbaşkanlığı makamının, kağıt üzerinde benzer göründüğü diğerlerinden farklı, “Türkiye’ye özgü” diyebileceğimiz bir işlevi ve anlamı olagelmiştir. İşlevi, seçmen iradesi ile asker/sivil yüksel bürokratik zümre -onları temsilen Ordu- arasındaki iktidar koalisyonunun koordinasyonudur; anlamı ise o koalisyonda “denge”nin ağırlıklı kanadının hangisi olduğunu göstermesidir.
Dolayısıyla her Cumhurbaşkanlığı seçiminde, bu işlev ve anlamın yeniden belirlenmesi hem gerekir hem ufak ya da orta çapta bir siyasal mücadele/kriz konusu olması kaçınılmazdır.
Ancak, 2007 Nisan’ındaki Cumhurbaşkanlığı seçimi, “Türkiye’ye özgü”lüğün bu çerçevesini de aşan bir öneme bürünüvermiştir. Aylar öncesinden, her vesilede gündeme getirilen bu konunun, 2007’nin ilk aylarında siyaseti kilitleyeceği sorun olacağı çoktandır bilinmekte. Dahası 2007’deki genel seçimlerin sonucunu tayin edecek en önemli faktör de bu olacak. Özetle; “Çankaya Savaşı”, sadece Türkiye’ye özgü cumhurbaşkanlığı makamı ve işlevinin değil, ülke düzeninin, daha da ötesinde, siyasal zihniyetimizin merkezindeki iktidar kavram ve kurumunun -en azından orta vadede- “kaderi”ni belirleyebilecek, hatta dolaylı biçimde de olsa onun tedricî dönüşümüne kapıyı açacak, -askerî tabirle- “kati sonuç”u verecek bir meydan muharebesi haline gelebilir.
Şüphesiz, bu noktaya ergeç gelinecekti. Modernleşmenin, yani en dar ifadesiyle bile bir “ekonomi toplumu” haline gelme sürecinin kaçınılmaz gereği, bu sürecin dinamik ögesi olan endüstriyel-ticari faaliyetleri yürüten “sivil” güçlerin, genel iktidar mekanizmalarında hem ağırlıklarını arttırması hem de bu yapıya kendi renk ve özelliklerini katarak dönüştürmesidir. Türkiye’de bu süreç, özel tarihsel-toplumsal koşullarından, daha doğrusu böyle bir özelliğinin, hatta istisnailiğinin olduğu fikri empoze edilebildiğinden ötürü, hayli sancılı ve gelgitli bir seyir izlemiş ise de; bir bütün olarak ele alındığında kadim asker-sivil bürokrat zümre iktidar gücünün toplumsal yapının eteklerinden başlayarak peyderpey gerilediğini, geriletildiğini görürüz. “Sivil” iktidarın bu ilerleyişi karşısında “darbe”lerle kendini koruyan, hatta kaybettiği alanları yeniden fethetmeye de çalışan asker-sivil bürokrat zümrenin arkaik kökenli iktidar güçleri, en son 12 Eylül ve 28 Şubat “karşı taarruz”larına rağmen, kanatlardan kuşatılmaktan kurtulamamış ve şimdi sadece “merkez”de kendini savunabilir duruma gelmiştir. Bu bakımdan “Çankaya Savaşı” gerçekten de “Türkiye’ye özgü”lüğün nihayet sona ereceği nihai savaş olabilir.
Görünen odur ki; asker-sivil bürokrat zümre bunun çok daha bilincindedir. Genel dünya ve ülke koşullarının ve zamanın aleyhine işlediğinin farkındadır ve “Türkiye’ye özgü” iktidar koalisyonundaki yerini ve ağırlığını en azından bir süre daha koruyabilmek için “rakip”lerinin birlik oluşturmasının hayli zor olduğu şu 2007 genel seçimleri arefesindeki kapışmanın en elverişlisi olacağını hesaplamaktadır. Buna mukabil, zamanın kendi lehine işlediğini bilen rakip “sivil blok” ise, içlerinden birinin, AKP’de temsil edilen bileşimin “nihai zafer”i kazanması anlamına gelecek bu kapışmada AKP’ye aktif destek verme niyetinde değildir. Hatta özel çıkarları, başlamış olan “Çankaya Savaşı”nın nihai sonuç vermeyecek biçimde neticelenmesidir. Çünkü; böyle nitelenebilecek herhangi bir sonuç, zaten kemikleşmemiş olan AKP’nin omurgasını bükecek, hatta çatlatacak bir yaralanma ve yıpranma ile 2007 genel seçimlerine girmesi ve haliyle -en azından- epeyce gerilemesi, ANAP ve bilhassa DYP gibi köklü bir “sivil geleneğe” -halen altında oldukları- barajın hayli ötesine fırlayabilme imkanının açılması anlamına gelecektir.
Yakın geçmişte, AKP’nin halen “işgal ettiği” sivil iktidarın büyük, merkezî gücü olma konumuna sırayla gelmiş olan ANAP ve özellikle de bu konumu kendi tarihsel mülkiyetinde sayan DYP geleneği, Nisan ayındaki “Çankaya Savaşı”nda, asker-sivil bürokrasinin nihai zafer kazanmasının zaten mümkün olmadığını, AKP’nin ise bu “savaş”ı nihai zafere dönüştürebilecek “yapısal” güç ve azme sahip olmadığını herhalde -hiç değilse- seziyor olmalıdırlar. Bu hesapla onların “Çankaya Savaşı”nın hem AKP hem de bürokrasinin -Ordu- sonuç ne olursa olsun, hayli yıpranarak çıkacakları bir savaş biçiminde cereyan etmesini isteyecekleri açıktır.
Bu isteklerini hakkıyla gerçekleştirebilmenin temel şartı olan ideolojik-siyasal zemini oluşturmak, mevcut ANAP ve DYP’den beklenebilecek bir performans olmamakla birlikte; genel tarihsel plandan bakıldığında pekala mümkündür. Şu Çankaya Savaşı’nda sivil güçlerden biri olarak değil de, asker-bürokrat -Ordu- gücünün mütemmim cüzü, “çağrı”ya koşup gelmiş redif müfrezesi gibi mevzilenmiş olan CHP’nin, aylardan beridir AKP’ye bu savaş adına yönelttiği hücümların ideolojik içeriği, taşıdığı ölümcül zaafa rağmen, içgüdüsel olarak bu noktayı, bu potansiyeli işaret etmektedir. AKP’yi ısrarla İslamcı-şeriatçı parti olmakla itham eden, bu partiden birinin ve bilhassa da başkanının Çankaya’ya çıkması halinde, şeriatçılığın/gericiliğin devleti -yeniden- ele geçirmiş olacağını, “karşı devrim”in böylece tamamlanmış olacağını iddia eden CHP, bu izah şeması ile, halihazır iktidar mücadelesini, mücadelenin “dinî elit” merkezli güçlerle askerî-bürokrat elitler ve aygıtları arasında cereyan ettiği yüzyıl önceki zemine oturtmuş olmaktadır. “Cumhuriyetçi-Atatürkçü” ideolojinin üzerine oturduğu bu şemanın, dini elit merkezli cepheyi tam bir modernleşme karşıtı, asker-sivil bürokrat zümreyi ise -tek- modern(leştirici) güç olarak sunmasının hakiki durumu ne ölçüde yansıttığı bir yana; cumhuriyet tarihimizde iktidar mücadelesinin bir tarafında (dinî eliti kanatları altına almış) bir “sivil güç” -oluşmakta olan sınai-ticari burjuvazi- geleneğinin yer aldığı gerçeğini örtüyor olması, daha da manidardır. Çünkü bu örtme yapılabildiği, o cephe İslamilik-dinilik ile nitelendirildiği, böylece “arkaik” -geri- kategorisine yerleştirilebildiği ölçüde, karşısındaki asker-bürokrat zümreye modernlik atfetmek böylelikle de onun - ötekinden çok daha arkaik bir güç ve zihniyeti temsil ettiği gerçeği de gizlenmiş olabilecektir.
Bir başka deyişle, yakın tarihimizin bir dönemine -modernleşmeyi kaçınılmaz bir zorlama olarak yaşadığımız- Islahat-Tanzimat fermanlarından, yeni Osmanlılara, oradan 2. Meşrutiyet’e varan safhaya damgasını vuran ve Sünni ulema ile Babıali bürokrasisinin ön planda yer aldığı ve çatıştığı iktidar mücadelesinde tarafların her ikisi de pre-modern zihniyetin taşıyıcısı, temsilcileri idiler. Fakat, 2. Meşrutiyet sonrasında ve Cumhuriyet döneminde din, dinin toplumsal-kültürel kurumları, yeni doğan ticari endüstriyel burjuvazinin kanatları “koruması” altına girerek, modernlik zorlaması altında bozguna uğramış varlığı ile onun asker-bürokrat zümre ile giriştiği iktidar mücadelesinde moral -manevi- kitlesel desteği rolüyle yetinme rotasına girdi. Bu durum, Cumhuriyetle devletin tam denetimini ele geçirmiş asker-bürokrat zümrenin burjuvazi merkezli rakiplerini “gerici” diye nitelemesine imkan vererek, onun aslında arkaik, sivil yani medeni değerlere ve faaliyetlere ancak araç olarak bakabilen kimliğini gizlemeye, otoriter, üniformatik zihniyet ve tutumunu meşru gösterebilmesine yaradı. Gerçi 1980’lere gelindiğinde bu zümre, konumunun meşruiyetini dayandırdığı modern(leştirici) misyonu da terk etmiş, sahip olduğu imtiyazları koruyan -bu çerçevede muhafazakar- bir pozisyona iyice yerleşmiş ise de; 1980’lerden itibaren -iki farklı dalga halinde- dünya ve Türkiye ölçeğinde yükselen İslami -dinî- akımların varlığında, esas olarak kendi konumunu muhafaza amacıyla, o atılmış “çağdaş” -lık- postuna yeniden büründü. Sözkonusu İslami akımın, -Türkiye’de Hizbullah’a, dünyada Taliban’a, El-Kaide’ye varan- selefi kolunda değil, endüstriyel-ticari etkinlikle içiçe olmayı önemseyen İslami modernizm mecrasında şekillenen MNP-MSP ... RP geleneği karşısında yerleşik merkez sağ ve sol partilerin yıpranmışlığından, iç çürüme ve zaaflarından dolayı tutunamamasından da beslenerek, bu pozisyonunu pekiştirdi. 2002 genel seçimlerinden AKP’nin sessiz ve beklenmedik bir “şişme” ile merkez sağın yerleşik partilerini baraj altına düşürerek tek başına hükümet kuracak bir çoğunlukla çıkması ve bariz bir ABD desteği ile Türkiye’nin AB üyeliği için hızlı bir reform atağına girişmesi, bu partiye karşı o geleneksel “İslamcı, şeriatçı-gerici” bayraklarının derhal açılmasını engelledi ve açılan bayrakları istenen kuvvette dalgalandıracak rüzgar ve kitlesel destek bulunamadıysa da; asker-bürokrat zümre -Ordu- kendi özel mantığı ve hesabından çok, bilhassa CHP üzerinden gelen bir sıkıştırmadan kaçınamadığı için şimdi AKP’ye karşı artık harabesi kalmış İslamcı-asri çatışması siperlerine yerleşerek, AKP’yi de bu zeminde bir Çankaya Savaşı’nı kabul etmeye zorlamaktadır.
Şu ana kadar AKP, Çankaya Savaşı’nı İslamcılık mevzilerinden yaptığı savunma ve hücumlarla yürütmekten olabildiğince kaçındı. Meclisteki çoğunluğunun kendisine verdiği hak ve meşruiyetin o savaşı şeklen kazanmak için yeterli olduğunu zaten biliyor olmasından dolayı, çekilmek istendiği o arızalı alana elbette gönüllü gitmeyecektir. Fakat AKP liderliğinin, daha önceki -fazla da çaplı olmayan- kriz durumlarında serinkanlılıktan kolayca uzaklaşabildiğini, olmadık hatalar yapabildiğini not etmiş muarızları, özellikle CHP’nin bu anlamda “tecrübeli” politikacıları, bundan sonra daha da sıklaştıracakları denemelerin birinde Başbakanın “tepesinin atması” için yoğun bir uğraş içindedirler. Eğer bu hesap tutar, zaten “eşi başörtülü biri Çankaya da oturamaz, oturmamalıdır”dan başlatılmış ve ısrarla da bu noktaya takılmış “Cumhuriyetçi” kampanya Nisan ayı yaklaşırken sinirleri de gerilecek AKP merkezinin ve Başbakanın, örneğin “İslamiyet’e hakaret ediliyor” tepkisiyle yapabileceği bir dinci savunmanın ipinden çekerek AKP’yi kendi istedikleri zemine sürüklemekle ve Çankaya Savaşı’nın son perdesinin bu toz duman içinde oynanması ile amaçlarına erişmiş olacaklardır. Tayyib Erdoğan’ın kendisi veya has AKP’li biri seçilmiş olsa da, sonucun böyle, bu havada alınmış olması Ordu -ve asıl olarak da- CHP için -orta vadede- en iyisi sayılacaktır.
Ama bu ihtimal gerçekleşir, Cumhurbaşkanı bu “İslamcı-Cumhuriyetçi” çatışmasının tozu dumanı içinde seçilirse, bundan -orta vadeye de sarkabilecek- kısa vadede en fazla yararlanacak olan herhalde DYP olacaktır. DYP, belki bu çatışmanın başlıca aktörlerinin kökenleri ve hâlâ kurtulamadıkları özellikleri itibariyle modern-öncesi güçler, kalıntılar olduklarını gereğince vurgulayan, hiç değilse ima edebilen bir ideolojik kimlik ve perspektif sunamayacak olsa bile, “ortasını bulmaya” pek eğilimli Türkiye toplumunun o mahut “sessiz çoğunluğu” nezdinde -en azından son genel seçimde AKP’yi “denemeye” gitmiş merkez sağ oyların epeyce bir kısmını kendine döndürecek- bir pragmatizmi pekala becerebilecektir.
Buraya kadar söylediklerimiz, Cumhurbaşkanlığı makamı ve seçiminin “Türkiye’ye özgü”, devlet-iktidar problematiğinin dışına pek taşmayan yönler. “Çankaya Savaşı” sadece bu problematiğin içinden veriliyor olsaydı, hem AKP iktidarının neredeyse başından beri gündeme getiriliyor olmazdı, hem de AKP’nin bunu bir “nihai zafer” mantığıyla ele alacağına dair bir pompalama bu denli kararlı biçimde yürütülüp, ülke siyasetini buna kilitleyen bir hava yaratılmazdı. Gerçi halen dahi AKP’nin bu konudaki zorlamaların üzerine benzinle gitmek gibi bir tavrı yok ve “günü geldiğinde konuşulması” için çabalamakta üstelik de seçimi -Ordu ile- uzlaşarak yapma kapısını hep açık tutuyor ise de; Türkiye’de siyasetin her şeyden önce bir kurum, bir bileşik etkinlik olarak içeriğinin halihazır durumu, Cumhurbaşkanlığı seçiminin nesnel önem ve değerinin çok üzerinde bir işlevle şişirilmesini adeta kendiliğinden zorunlu kılıyor.
Çok daha kestirme bir ifadeyle; eğer bugün Cumhurbaşkanlığı seçimine hayatî bir önem atfediliyor, olmadık bir içerik yüklemesiyle önümüze konuluyorsa, bunun nedeni -mevcut bütün akım ve kurumları özellikle partileri ile- Türkiye’deki siyasetin gayet ağır bir içerik yoksunluğu, içeriksizleşme ile malul hale gelmiş olmasıdır.
Bunun en basit ve yeterli göstergesi, kanıtı, AKP’den barajı geçmeye aday olanların -MHP kısmen hariç- partilerin tümünün, ülke siyasetinin başlıca konuları hakkında birbirlerinden -gerçekten- nerede farklı olduğunun giderek daha fazla bilinmez hale gelmiş olmasıdır. Parlamenter rejimlerde örneğin bütçe tartışmalarının geleneksel olarak, başlıca partilerin yaklaşım ve program farklılıklarını sistematik biçimde sergileme imkanı olarak kullanıldığını, biliyorsak; AKP iktidarının şimdiye kadar yaptığı dört bütçenin hiçbirinde de dişe dokunur bir siyasal tartışma olmadığını, hiçbir partinin farklı bir siyaset önermenin kıyısına bile yaklaşmadığını da teslim edeceğiz demektir. MHP bile şu son yıla gelinceye, yani AB üyeliğine karşı olduğunu açıkça ilan edinceye kadar, sözü edilir bir ayrıksılık göstermemekte idi. Gerçi o açıkça AB karşıtı konuma geçip “fark” yaratmış olduysa da başta CHP, ardından AKP ve diğerleri de bu kez MHP’nin alamet-i farikasına, Türk milliyetçiliğine sarılarak, genel farklılığı daha esaslı biçimde azaltmış oldular. Dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı gibi sembolik vasfı olan bir makama yapılacak seçim, asli farkları olmayan veya silikleşen “ekip”e indirgenmiş tüm bu partilerin, nüansta farklı ama herbirine sembolik değer ve içerikler yüklenmiş -bu anlamda fiktif- adaylar veya seçme mekanizmaları üstünden kendilerini farklı siyasetlermiş gibi sunma imkanını sağlamaktadır.
Modernleşmenin insanları siyasetin -yani toplumun, toplum olmanın hali, kaderine dair etkinliğin- öznesi -“yurttaş”- haline getirmek olan ana damarlarından birinin -modernleşme asker-bürokrat zümrenin sultasıyla eşanlamlı yaşandığı için- güdük, esastan arızalı olduğu Türkiye’de, dünya ölçeğindeki modern siyasetin buhranı da bu nedenle iki kat etkili olabilmiş, o arkaik asker-bürokrat zümrenin kendince sınırladığı, tabularla çevrelediği dar ve kısır siyaset alanında oluş(a)mamış yurttaşlara dayalı siyasal partiler, akımlar ve mensupları için siyaset, gerçek kapsamına optimal ölçekte karşılık düşen bir içeriksel zenginlik ve derinliğe hiçbir zaman sahip olamamıştı. Bu nedenle de 1980’lerden beri esen neo-liberal fırtına ve modern siyasetin kurumsal krizine yol açan koşullara bağlı değişimler, modern toplumlarda mevcut siyasal kurumları hayli törpülemiş, içerik daralması ve kaybına yol açmışsa da bunlar hâlâ durabilmekte, gerileyerek de olsa işlev ve konumlarını koruyabilmektedirler. Oysa 1980’lerden, özellikle 1990’ların ortalarından itibaren görülen tam bir siyasal çürüme, çözülüş, erozyondur. “Köklü” denilen partiler anormal oy kayıplarıyla gerilere düşmekte, bir seçimin galipleri ertesi seçimde silinebilmekte, küçümseyici gözlerle izlenen reklam kampanyası ürünü partiler hatırı sayılır oy oranları tutturabilmekte, program ve fikir tartışması sessizce havale edilebilmekte, bütün bunların özeti olarak toplum, siyaset alanında sıradan bir alışveriş alanından daha fazla önem değilse de bir anlam yüklemeksizin “dolaşmakta”dır.
Mevcut siyasal partilerin tümü bu “gerçekliğe” uymuş veya uyarlanmaya uğraşmaktadır. Şurasını kesinlikle söyleyebiliriz ki; 2007 başlar başlamaz önce Cumhurbaşkanlığı, ardından genel seçimin “arefesi” ortamına sokulacak Türkiye’de, barajın üzerini hedefleyen her parti, özellikle son iki seçimdir yaşanagelen ani çıkış ve düşüşlerin bu genel seçimde de görülebileceğini, daha 2004’te % 40’ları geçmiş AKP’nin bile % 20’lere hatta altına inebileceğini ihtimal dahilinde saymaktadır. AKP’nin bilhassa Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde göstereceği performans bu açıdan belirleyici olacaktır. Ve görünen odur ki; AKP bu süreçten şu anda % 30’larda seyreden oylarını muhafaza ederek bile çıkamayacak; yani her halükarda bir ölçüde yıpranmış olmaktan kurtulamayacaktır.
Bu nedenledir ki AKP’nin rakipleri, özellikle de önümüzdeki seçimde oy oranı düştüğü takdirde artık ayakta duramayacak olan CHP, Baykal ekibi, AKP’yi en fazla yıpranabileceği alternatife, yani Erdoğan’ın resmen Cumhurbaşkanı adayı olması şıkkına itmek için azami çaba içindedirler. AKP parti olarak buna angaje olduğu takdirde, ya da bu ihtimali kesin olarak dışlamadığı sürece; Tayyib Erdoğan’ın seçilmesinin her şeyden önce Ordu’ya meydan okuma anlamına geleceği bunun da elbette ergeç “cevapsız” kalmıyacağı argümanı işlemeye devam edecek; bu durumda seçilmesi, kesif bir tedirginlik ortamına ve dolayısıyla müstakbel seçimde -misafir- merkez sağ oyların geri çekilmesine; Erdoğan’ın aday olmayacağını açıklaması ise yüzgeri ettiğine, “lider”de aranan kararlılık ve cesaret gibi ilk şartlara, özelliklere sahip olmadığı tarzındaki yorumlara ve dolayısıyla yine ciddi oy kaybına yol açacaktır.
AKP’nin bu hesapları büyük ölçüde boşa çıkarabilecek bir manevra gerçekleştirmesi ise pek mümkün görünmüyor. Ama yine de oyunun kendisi sürprizlere gebedir ve ayrıca Türkiye, geleneksel siyasal mantığın sebep-sonuç ilişkilerinin en fazla yanlışlandığı, halkının seçimlerde oylarıyla verdiği “mesaj”ın her anlama veya tersinden okunursa hiçbir anlama gelmediğinin en sık görüldüğü ülkeler listesinin ön sıralarındadır.