1.
20. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Kıbrıslı Rumların ‘Enosis’ ve Kıbrıslı Türklerin ‘Taksim’ sevdalarıyla adada giderek daha da tırmanan çatışmalar 1960’ta, artık barış zamanının geldiğine karar veren dış dinamiklerin de dayatmalarıyla, adanın sahibi İngiltere ve ada üzerinde yaşayan toplumların anavatanları olarak Türkiye ve Yunanistan’ın garantörlüğünde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sona erdirildi. Ne var ki bu barış ve uzlaşma dönemi çok uzun sürmedi ve bir süreliğine küllenen ‘Enosis’ ve ‘Taksim’ ateşleri tekrar tutuş(turul)arak 1963 Aralık’ında başlayan toplumlar arası çatışmalar sonucunda Kıbrıslı Türklerin cumhuriyet kurumları içindeki siyasi ve idari sorumluluklarını terk etmeleri ya da terk etmeye mecbur bırakılmalarıyla[1] Kıbrıs Cumhuriyeti bir daha eski haline dönmeyecek şekilde dağıldı. 4 Mart 1964’te toplanan BM Güvenlik Konseyi 186 sayılı kararıyla Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümeti’nin adadaki meşru yönetim olarak tanınması ve barışı sağlamak üzere BM Barış Gücü’nün adaya konuşlanmasının oybirliğiyle kabulü ise, Kıbrıs Sorunu’nun BM gündemine bir daha çıkmamak üzere dahli ve uluslararası bir sorun olduğunun tescili oldu.
Uzun yıllara yayılacak ve çok baş ağrıtacak bu soruna çözüm bulmak amacıyla ilk kez 1968 Haziran’ında Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta, Türk toplumu adına Rauf Denktaş’ın ve Rum toplumu adına da Glafkos Klerides’in buluşmaları, o tarihten itibaren çözüme yönelik görüşmeler sürecini başlattı... BM gözetiminde ve iki toplumun liderliklerince fasılalarla sürdürülen bıktırıcı ve çözüm adına hiçbir sonuç alınamayan bu görüşmelerde, arada biraz heyecan sosu katılmış aksiyon filmlerindeki gibi, bazen bir tarafın bazen de diğer tarafın güya çözüme ramak kalacak kadar ciddi adımlar atmaları -ama bu adımlar ne hikmetse hiçbir zaman birlikte atılmıyordu- kimi zaman sorunun çözümü yönünde umutları bir an için bir kıvılcım misali parlatıyorduysa da, sonuçta beklenen çözüm gelmedi ve adadaki bölünmüşlük bugünlere kadar devam etti. Türkiye’nin 1974 askerî müdahalesi adadaki bu bölünmenin artık sınırları kesin olarak çizilmiş fiilî bir hal almasında bitirici darbe oldu ve hem iki bölge arasında nüfus değişiminin yapılması ve hem de Kuzey’e Türkiye’den nüfus aktarımıyla bölünmüşlük daha da pekiştirildi. Bir süre sonra yeniden başlayan ve “Bağımsız, bağlantısız, iki toplumlu bir Federal Cumhuriyetin kurulmasını” nihai hedef olarak kabul eden ne 1977 ‘Denktaş-Makarios Doruk Antlaşması’, ne 1979 ‘Denktaş-Kiprianu Doruk Antlaşması’ sorunun çözümü yönünde olumlu herhangi bir sonuç doğurmadı. Aksine 15 Kasım 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurulması, son kertede federal bir çözümün hâlâ temel hedef olarak korunduğu iddia edilse de, adanın bölünmüşlüğü yolunda daha da radikal bir adım oldu. 1986 Mart ayında bu kez BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar’ın “Barış Planı” ilk anda bir iyimserlik ve umut yaratmış olsa da sonuçta yeni bir başarısızlık belgesi olmaktan öteye geçemedi. 1990 yılının başlarında, BM Genel Sekreterinin gözetiminde başlayan ‘Denktaş-Vasiliu’ görüşmeleri de aynı akamete uğramaktan kurtulamadı. Aynı yılın içinde (3 Temmuz 1990) Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kıbrıs’ın Avrupa Topluluğu’na tam üyelik başvurusu, aynı başvuruyu 14 Nisan 1987’de yapan Türkiye’yi çok yakın gelecekte ‘Kıbrıs Sorunu’ zemininde hangi koşullarda ve hangi sorumluluklarla yüzyüze getireceği çok fazla dillendirilmeden, yapıldı. 1992 yılında Boutros Gali’nin BM Genel Sekreterliği’ne seçilmesinin ardından ortaya atılan ‘Gali Fikirler Dizisi’ ve akabinde Denktaş ve Vasiliu’nun BM Genel Sekreteri gözetiminde yeniden dolaylı görüşmelere başlamaları da elle tutulur olumlu bir sonuç doğurmadı. 1994’te Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) kararı uyarınca KKTC menşeli tarım ürünlerinin AB ülkelerine ithalinin yasaklanması, Kıbrıs Sorunu’nda Birleşmiş Milletler’den sonra Avrupa Birliği’nin de ikinci bir merkez olacağının işaretini verdi. 1995 yılında Türkiye’nin Gümrük Birliği Antlaşması’nı imzalaması aynı gerçeğin bir kez daha vurgulanması oldu. 1996 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türkiye’yi Kıbrıslı Rum Titina Loizidu’ya 640.000 dolar tazminat ödemeye mahkûm etmesi Kıbrıs Sorunu’nun tam orta yerinde duran “toprak ve mülkiyet sorunu”nun ne kadar can yakıcı olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Aynı mahkemede açılan benzer davaların sayısı kısa süre içinde bini aştı. Bu arada 1999 yılında büyük bir felaketle sonuçlanan Marmara Depremi Türkiye ile Yunanistan arasında insani yardım zemininde gelişen bir yakınlaşma başlattı ve bu siyasette de yansımalar buldu. Aynı yıl içinde, 18-19 Kasımda Kıbrıs Cumhurbaşkanı olarak Glafkos Klerides, 37 yıl sonra AGİT İstanbul Zirvesi nedeniyle Türkiye’ye gitti. 1999 Aralık ayında gerçekleşen Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin AB adaylığı resmen onaylandı. 2000 yılında KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı ve Denktaş son kez, beş yıllığına yeniden cumhurbaşkanı seçildi.
Denilebilir ki yarım yüzyıllık Kıbrıs Sorunu 20. yüzyılın sonlarına gelene kadar her iki toplumda da hakim siyasal söylemler ve stratejiler, ağırlıklı olarak milliyetçi-çatışmacı anlayışlar (Enosis-Taksim) çerçevesinde anlam kazandı. Toplumsal hafızalar bu zeminde gelişti ve aslında sorunun, her iki toplumun ortak sorunu olduğu ve ancak ortak çıkarların korunabileceği bir zeminde ve birlikte çözülebileceği gerçeğinden uzak duruldu. Bunun yerine Kıbrıs(Sorunu) her iki toplum tarafından ayrı ayrı ve salt kendileri ve anavatanları için, asla geri adım atılmayacak “milli dava” şeklinde algılandı, mistifiye edildi ve eleştiriden münezzeh kılınarak daha çok da düşman ‘öteki’nin varlığında vazgeçilmezliği ve haklılığı sürekli yeniden üretildi. Bu bağlamda hakim Kıbrıslı Rum liderliği ve siyaseti sorunu bir “işgal” sorunu olarak görerek “milli dava”sının koordinatlarını bu zeminde çizerken, hakim Kıbrıslı Türk liderliği ve siyaseti (bu siyasetin başından beri temel belirleyicisi ve savunucusu Denktaş ve onun doğrudan ya da zımni denetimindeki siyasal örgütlerdir) son kertede KKTC’yi self determinasyon hakkının vazgeçilmez gereği kabul ederek “milli dava”yı mevcut statükonun korunması -‘çözümsüzlük çözümdür’ tezi- olarak belirledi.
Bütün bu gelişmeler sürerken, milliyetçilik karşıtı, her iki toplumun ortak çıkarlarını gözeten, barışçıl siyasal bir söylem/strateji üretmesi ve ortak vatanın yaratılmasında belirleyici olması gereken sol ise bu misyonunu layikiyle yerine getiremedi. Başından beri milliyetçilikle malûl olan ve “Enosis”i vazgeçilmez hedefi olarak kabul eden Kıbrıslı Rum solu mazisindeki bu genetik bozukluğun[2] yükünden kurtulamadığı gibi bunu gidermekte de başarılı olamadı ve bozukluk, Kıbrıslı Türk solu ile ilişkilerine her zaman bir olumsuzluk olarak yansıdı. Sol gelenekten yoksun ve tarihsel bir gecikme[3] yaşayan Kıbrıslı Türk solu ise büyük oranda bu nedenlerle, gerek Kıbrıs Sorunu’na yönelik olarak ve gerekse Kıbrıslı Rum solu ile olan ilişkilerinde (bazen ifrat ve tefrit mertebesine varan, yani kimi zaman AKEL’e hiç laf dokundurmayan, kimi zaman ise yerin dibine batıran) bir dağınıklık ve savrukluk yaşadı. İki kesimin sol partileri (solcuları) arasında özellik 1974 Temmuz’undan sonra tamamen kopan ilişkilerin uzun bir aradan sonra yeniden başlaması ve bu bağlamda dönem dönem sürdürülen görüşmeler ise sadece iyi niyet dilekleri ve bir takım temennilerden öteye geçemedi; özellikle milliyetçi duyarlılıkların ve çatışma risklerinin yoğun olduğu zamanlarda ve alanlarda, her iki kesimi kucaklayabilecek ortak seçenekler oluşturabilmek adına, somut önermeler ve açılımlar ortaya konamadı.
2.
’90’lı yılların sonuna gelirken gerek Rum tarafının bütün Kıbrıs adına AB’ye müracaatı ve üyelik için çabalarını yoğunlaştırması ve gerekse Türkiye’nin aynı zorlu macera için gösterdiği gayretlerin 1999 Helsinki Zirvesi’nde üyelik adaylığının onaylanması kararı ile kesinlik kazanması, Kıbrıs Sorunu’nun çözümünde AB merkezli bir dönemi başlattı. 2000’li yıllar evrensel ölçekte yaşanan gelişmelere de paralel olarak Kıbrıs’taki geleneksel yapının -statüko’nun- ve anlayışların (Milli Dava) sarsılmaya ve makas değiştirmeye başladığı umut yılları oldu. Türkiye’de AKP’nin tek başına iktidar olması ve AB hedefi doğrultusunda daha net tavırların ortaya konulması; Kuzey Kıbrıs’ta 40 yıllık statüko’nun temsilcisi ‘tek adam-tek lider’ Denktaş’ın cumhurbaşkanlığına son verecek aşamaya kadar ulaşacak ve niteliği tartışılsa da solu ve barış ve çözüm yanlılarını iktidarın büyük ortağı yapacak geniş tabanlı siyasal-toplumsal hareketlenmenin meydanları doldurarak sonuçta yeni bir siyasal oluşumu ortaya çıkarması; benzer bir siyasal yapının -yani solun güçlü iktidar ortağı olduğu- Güney Kıbrıs’ta da sözkonusu olması, sorunla ilgili neredeyse bütün dış dinamiklerin Kıbrıs Sorunu’na yönelik olarak aynı çözüm modelinde birleşmeleri ve bu vektörel birleşimin Kıbrıs’ın iç dinamikleriyle de büyük oranda örtüşmesi; bu tarihsel buluşmanın AB takviminin zaman sınırlaması içinde BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın hazırladığı ‘Annan Planı’nda somutlaştırılarak tartışmaya açılması ve nihayet otuz yıldır kapalı olan sınır kapılarının açılarak Kuzey-Güney arasında geçişlerin yaşanması ve iki toplum arasında çoktan unutulan sıcak ve dostane temasların sağlanması, Kıbrıs Sorunu ekseninde yaşaşan gelişim, değişim ve dönüşümlerin işaretleri oldu. Şüphesiz bu sancısız bir süreç değildi ve her adımda barış, çözüm ve AB taraftarlarıyla karşıtlarının farklı alanlarda mücadelelerini de gündeme getirdi. Gerek Türkiye’de ve gerekse Kuzey Kıbrıs’ta geleneksel ‘milli dava’cıların ve statüko yanlılarının direnişi, düzenlenen ve uyulması gereken takvim gereği ilerleyen AB sürecinde Kopenhag ve Lahey Zirveleri gibi Kıbrıs’ın bir bütün olarak AB’ye katılımının kapsamını belirleyecek önemli kırılma noktalarının yitirilmesine -henüz daha iktidarda oldukları için- neden oldu. Bu durum, Kıbrıs Rum tarafının tek başına AB üyeliğine imkân tanırken, aynı zamanda bu sürecin son aşaması olan ‘Annan Planı’nın her iki toplumda aynı anda sunulacağı referandum sürecine de bir olumsuzluk olarak yansıdı. Sonuçta Kıbrıslı Türklerin referandum oylamasında Birleşik Kıbrıs’ın AB üyeliğini onaylayan %65’ler oranındaki ‘evet’ oyuna karşılık Kıbrıslı Rumların %75’lere varan ‘hayır’ oyu ile karşı çıkmaları, bir anlamda 2002’den beri barış ve çözümden yana gelişmekte olan değişim ve dönüşüm sürecini tıkadı ve Kıbrıs Sorunu’nun AB kapsamında nihai çözümü yönünde beliren umutları söndürdü. Bu noktada asıl kafa karışıklığı yaratan gelişme ise özellikle solun temsilcisi olan AKEL’in siyasal tercihini ‘hayır’ yönünde ortaya koyması ve bu bağlamda üyelerini zorlayarak en azından Kıbrıslı Türklerde, solun barış ve çözümden yana olduğu düşüncesini ve inancını boşa çıkarması ve tam da bu noktada genelde bütün Kıbrıs solunun (Kıbrıslı Türk ve Rum solunun) politik söylemlerinin büyük oranda milliyetçilikle (yeniden) buluşması oldu.
3.
Bu konuda ilginç gösterge, Kıbrıslı Türk solunun ve barış güçlerinin bütün süreç boyunca Annan Planı çerçevesinde Birleşik Kıbrıs’ın bir bütün olarak AB’ye katılımına onay verilmesini, konjonktürel gelişmeler ve Soğuk Savaş sonrası dönemin yeni koşullarında sol politikanın vazgeçilmez evresi olarak görmeleri ve bunu ısrarla savunmaları iken, aynı planı Kıbrıslı Rum solunun temsilcisi AKEL’in, Genel Sekreteri Dimitris Hristofiyas’ın 2004 Nisan referandum sonrası “Ben Talat değilim. Anglo-Amerikan emperyalizminin pişirdiği yemeği halkımın önüne koymam”[4] açıklamasında da görüleceği üzere emperyalizmin bir oyunu olarak kabul etmesi ve yine bu minval üzere tartışmaların çeşitli sol mahfillerde de gündeme gelmesiydi.[5]
Gerekçeleri ve referansları ne olursa olsun yarım asırlık siyasal kronolojisine de bakıldığı zaman oldukça ‘durağan-edilgen’ bir karakter gösteren Kıbrıs Sorunu’nda, yaşanan bütün bu gelişmelerle ‘değişken-dinamik’ bir sürecin oluşmaya başlaması ve bu sürecin son kertede, bütün Kıbrıs’ı temsil ediyor iddiası taşıyor olsa da fiilî olarak sadece Güney Kıbrıs’ın AB’ye üyeliği ile sonuçlanması, Kıbrıslı Türklerin ise bireysel olarak AB vatandaşlığı hakkı elde etmelerine karşılık Kuzey’in bu siyasal bütün içinde yer almaması, aslında bu müzmin sorun kapsamında bugün gelinen aşamada nelerin değişip değişmediği sorusunu da yeniden gündeme getirdi.
Bu bağlamda, Kuzey’den bakıldığı zaman ilk anda akla gelen kimi sorular şunlar: Özellikle 2002’den itibaren büyük bir gelişme ve hız kazanan geniş tabanlı barış ve çözüm yanlısı siyasal-sivil güçlerin (ve bunun içinde niteliği ayrı bir tartışma konusu olan solun) etkin bir iç dinamik olarak meydanları doldurmaları ve sadece bu kadarla da sınırlı kalmayarak siyasal-demokratik gücünü statüko’yu yıkmak mertebesinde ortaya koymaları, Kuzey’deki siyasal-sivil aktörlerin kendi kaderlerini tayin etmelerinde sadece ‘etkileyici’ bir güç olmaktan çıkarıp ‘belirleyici’ bir güç olmak konumuna dönüştürmüş müydü, yoksa ipler hâlâ başkalarının elinde miydi? Ülkede siyasal iktidar ve demokratik yaşam alanlarının sınırları iç dinamiklerin gücü ile mi belirleniyordu yoksa bu sınırlar militer ve para-militer güçlerin denetimi altında mıydı? Yine geçmiş statükocu anlayıştan radikal bir kopuşu ifade eder görünen bu süreç, yaşanan bu büyük devinimi ve oluşan siyasal-demokratik anlayış farklılığını ‘sahici’ kılacak siyasal-toplumsal bilinç değişikliğinin ifadesi miydi, yoksa ortaya çıkan yeni konjonktürel koşulların da katkısıyla pratik yararcılıkla sınırlı ve mevcut durumu azami ölçüde iyileştirmeye ve mümkün olduğunca korumaya yönelik bir siyasal amaçla mı sınırlıydı? Ya da Annan Planı’nda öngörülen biçimiyle, toprak düzenlenmesine tabi olacak (ve bu nedenle Kıbrıs sorununda neredeyse temel belirleyicilik özelliği taşıyan ‘toprak ve mülkiyet sorunu’na ciddi açılımlar getirecek olan), özerk görev ve sorumluluklar yanında merkezî görev ve sorumlulukların da belirleneceği iki oluşturucu devletten teşekkül edecek ‘Birleşik Kıbrıs’ önermesindeki ‘bütünsellik’, gerçekten içselleştirilmiş ve gerekleri samimi olarak yerine getirilmeye hazır siyasal bir önerme olarak benimsenmiş miydi, yoksa ‘bütün’den ziyade ‘parça’nın öne çıkarılarak ‘bütün’ün talileştirilmesi (ve haliyle siyasal bir çıkmaza yeniden zemin hazırlanması) mı sözkonusuydu? Dillerden düşürülmeyen ‘kazan-kazan’ prensibinin yaşamsal bir geçerlilik kazanması için aynı zamanda iki tarafın da bir şeyler yitirmesi ya da bir şeylerden vazgeçmesi gerekeceği yeterince anlaşılmış ve benimsenmiş miydi, yoksa bu formülün sadece ‘kazanmak’ kısmı mı hesaba katılıyordu? Sınırların açılmasıyla iki toplum arasında sıcak ve dostane ilişkilerin kurulmasının, aynı anda sosyal-kültürel ilişkiler bağlamında ‘barış ve çözüm’ temennilerinin dile getirildiği ortak toplantı ve etkinliklerin yoğunlaşmasının, sivil toplum örgütleri düzeyinde ortak çalışmaların gündeme gelmesinin yalnız başlarına ‘çözüm ve barış’ı getirmeye yeterli olamayacakları, bunların ancak ortak bir siyasi irade ve kararlılığa dönüşmeleriyle anlam ve geçerlilik kazanabilecekleri acaba bu etkinliklere katılanlar tarafından biliniyor muydu, yoksa bütün bunlar sadece tek taraflı çıkar hesaplarının yapıldığı ve sonuç çıkarılmaya çalışıldığı gösteriler olmakla mı sınırlıydı?
Bu ve benzer soruları aslında Güney Kıbrıs için de aynen sormak mümkün. Ve bu sorulara belki, Güney’in 2004 yılından itibaren resmen AB üyesi olmasıyla elde ettiği siyasal avantajı, kendi siyasal hakimiyetini pekiştirmek ve Kıbrıslı Türkleri bir azınlık konumuna yönelik olarak mı kullanmak istediği, yoksa Kıbrıs’ı bir bütün ve ortak yurt olarak Kıbrıslı Türklerle eşit siyasal ortaklık mertebesinde paylaşmak ve yaşatmak için mi kullanacağı; keza bu siyasal gerçekliği kabul edip etmemeye ve yine bu bağlamda siyasal-toplumsal bir bilinç dönüşümünü gerçekleştirmeye hazır olup olmadığı sorusu ilâve edilebilir(di).
4.
Kıbrıs’ın yakın siyasal tarihindeki gelişmelere retrospektif ve kronolojik bir bakışla bakıldığı ve bu gelişmeler bağlamında bugün itibarıyla gelinen aşama değerlendirilmeye çalışıldığı zaman, aslında küçük bir coğrafyanın (adanın) yıllarca sosyal-kültürel ilişkiler zemininde bir arada yaşamaya, birbirlerine tahammül etmeye, ortak hatıralar üretmeye mahkûm ettiği;[6] özellikle son yarım asırda ise (siyasi) tarihin çatıştırdığı, birbirine ‘öteki’leştirdiği ve düşman haline getirdiği Kıbrıslı Türklerle Kıbrıslı Rumlar arasındaki paradoksal ilişkiler (kimi zaman dost, kimi zaman düşman; kimi zaman iyi, kimi zaman kötü) aslında yaşanan tarihsel sürecin hem kendisinden kaynaklanmakta ve hem de kendisi tarafından açıklanmaktadır. Aynı zamanda bir aidiyet karmaşası[7] olarak da ifade edilecek bu paradoksal ilişki, 21. yüzyılda evrensel ölçekte yaşanan gelişmelerin ortaya çıkardığı yeni siyasal koşullarda ve adanın geçmiş tarihsel birikim ve deneyimlerinden çıkarılacak derslerle birlikte ortak ve yeni bir Kıbrıs yaratılması yolunda, siyasal-toplumsal kültür ve bilinç dönüşümünün gerçekleştiği yeni bir ilişkiye dönüşür mü; buradan ortak bir yurt yaratılabilir mi sorusuna olumlu yanıt verebilmek, şu an itibarıyla herhalde zor. Dahası bu şansın şu an itibarıyla yitirildiğini söylemek bile mümkün. Özellikle her iki kesimde de solun ve Kıbrıs’ta bütünlüklü bir barışı ve çözümü hedefleyenlerin siyasal iktidarların büyük ortakları oldukları gerçeği göz önüne alındığı zaman, aslında bu durumu, yitirilenin sadece bir siyasi şans olmadığı, aynı zamanda bugüne kadar çözüm yolunda son ‘umut’ olarak kabul edilen siyasal bir anlayışın -solun- yitirilişi gibi okumak da mümkündür ki asıl vahim olan da galiba bu.
İster kuzeyde isterse güneyde sözkonusu (sol) kesimlerin giderek dozu yükselen milliyetçi refleksler göstermeleri, onları sadece bugüne kadar karşı oldukları geleneksel (statükocu) siyasal anlayışlarla buluşturmuyor; aynı zamanda eğer ortak bir Kıbrıs yaratma iradesi sergilenecekse, öncelikle bu Kıbrıs’ın artık eskisi gibi olmayacağı ve bu nedenle de eskiyi yeniden üretecek referansların terk edilerek yeni referanslara başvurulması veya yeni referanslar üretilmesi ve bu bağlamda da ortaklık temelinde anlam bulacak ve içselleştirilebilecek yeni siyasal-toplumsal bilinç(altı) oluşturulması gerektiği gerçeğini de açıklıkla ortaya koyuyor. Eski referanslar üzerinden yeni bir Kıbrıs yaratmaya çalışmak, hangi siyasal duruşlar ve bakış açıları, hangi saikler sözkonusu olursa olsun yeni felaketler ve sıkıntılar üretmekten geri kalmayacaktır. Tarafların birinin diğerini siyasal anlamda köşeye sıkıştırarak başarı elde etmeye kalkışması, koşullar itibarıyla elde ettiği siyasal avantajları kendine yontmaya çalışması ve hele bunları solun yüksek idealleri, değerleri ve ideolojik tutarlılığı ile açıklama ve haklılaştırma gayretleri içine girmeleri ise, bu gerçeği değiştirmeyecek, dahası tam da bu sorunlar karşısında bir katalizör işlevi görmesi gereken solu kolayca milliyetçiliğe tutsak edebilecektir.
Şu anda yaşanmakta olan da büyük oranda budur ve bütün o değişim ve dönüşüm sürecinin, en son gelişme olan AB Zirvesi kararından nasıl etkileneceği bir yana; Kıbrıslı sol adına her iki kesimde de milliyetçilikle buluşulması ise Kıbrıs’ta değiş(mey)enin ne olduğunu göstermesi açısından çok dikkat çekicidir.
HAKKI YÜCEL
[1] Aralık 1963’te başlayan toplumlar arası çatışmalardan sonra Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs Cumhuriyeti hükümeti, meclisleri ve kurumlarındaki görevlerini ve konumlarını kendilerinin mi terk ettikleri, yoksa buralardan Kıbrıslı Rumlar tarafından mı atıldıkları bugün retrospektif çalışmalarda hâlâ tartışmalı bir biçimde dile getirilmektedir.
[2] AKEL’in başından beri ‘enosis’i benimsemesi ve Kıbrıslı Türk solcuların komünist AKEL Partisi içindeki varlıklarının hiçbir zaman arzu edilen seviyede olmaması, parti içindeki ideolojik-politik ağırlıklarının çok zayıf kalmasına yol açması bir yana, özellikle toplumlar arası çatışmaların yaşandığı ve milliyetçi reflekslerin ve çatışmaların belirginleştiği dönemlerde mevcudiyetleri neredeyse tümden silinmiştir. Bu durum bir yandan komünist bir parti olarak AKEL’in sadece Kıbrıslı Rumlardan müteşekkil bir parti haline gelmesine ve ‘ulusal-dinsel’ (enosis-kilise) duyarlılıkların ve politikaların öncelenmesine yol açarken, bir yandan da Kıbrıslı Türk solcularda AKEL’e, ortak örgütlenmeye ve mücadeleye yönelik ciddi bir ‘güvensizlik’ duygusunun yerleşmesine ve dahası benzer (milliyetçi) düşünce ve reflekslerin Kıbrıslı Türk solcuları arasında da açık ya da gizli yer etmesine neden olmuştur.
[3] Kıbrıslı Türk solcular (sol ideoloji) adına bu gecikme ’60’ların sonuna ve ’70’lerin başına kadar uzanmakta ve gelişimini -arada 1974’te Türkiye’nin adaya askerî müdahalesi gerçekleşecek ve Kıbrıs fiilî olarak ikiye bölünecektir- bu tarihlerden sonra sürdürecektir. Bu dönemler ise Kıbrıs’ta iki toplum arasında çatışmaların yoğunlaştığı, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin dağıldığı ve yine iki toplum arasındaki ilişkilerin giderek azaldığı ve nihayet 74’ten sonra çok uzun süre tamamen ortadan kalktığı bir dönemdir ve Kıbrıslı Türk solu bütün bu gelişmelerin etkilerini -köklü bir geleneği de olmadığı için- kah ideolojik kah politik savrukluk olarak yaşayacaktır. Bu savrukluk ve dağınıklık halleri gerek Kıbrıs Sorunu’na yönelik sol siyasetlerin belirlenmesinde ve gerekse AKEL’le olan ilişkilerde sürekli kendini gösterecektir.
[4] Niyazi Kızılyürek, Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti (Doğmamış Bir Devletin Tarihi), İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, s.349.
[5] Nitekim bir başka Kıbrıslı Akademisyen-araştırmacı-yazar Mehmet Hasgüler Kıbrıs’ın Turuncusu kitabında yer alan makalesinde “ABD ve AB Kıbrıs’ta sorunun oluşumunda tarihsel ağırlıklı role sahipken, günümüzde barış elçisi rolüne bürünmüşlerdir” tespitini yapmakta ve aslında bu plana onay verenler içinde, Kıbrıs Türk tarafında menşei farklı liberal pragmatist sermaye çevreleriyle Rum tarafında da Rum sermayedarların başını çektiğinin altını çizerek bu bağlamda Annan Planı’nı farklı bir perspektiften yorumlamakta ve bir adım daha ileri giderek Kıbrıs’ta “özgün bir çözüm önerisi olarak, “Etnik ve Demografik Denge Modeli” önermektedir. Mehmet Hasgüler, “Kıbrıs’ta Karşılaştırmalı Eleştirel Yöntem Işığında Ulusçu Tatmin ve Siyasal Denge Modeli”, Ed.: Mehmet Hasgüler-Ümit İnatçı, Kıbrısın Turuncusu, İstanbul, Anka Yayınları, 2003, s. 38-44.
[6] Nitekim sınırların açılmasıyla birbirleriyle buluşan Kıbrıslı Türklerle Kıbrıslı Rumlar en çok bu ortak hatıraları dile getirmişler; aynı mahallede, köyde, iş yerinde, okulda vb. geçen eski günlerini yad etmişlerdir.
[7] Kıbrıs ve Kıbrıslılar üzerine gerek içerden ve gerekse dışardan yapılan araştırma ve yazılan yazılarda bu aidiyet karmaşası, yazı biçimine varacak kadar farklı sekillerde anlamlandırılmaya çalışılmaktadır. Örneğin ‘Kıbrıs Türkü’ (Kıbrıs Rumu), ‘Kıbrıslı Türk’ (Kıbrıslı Rum), ‘Kıbrıslıtürk’ (‘Kıbrıslırum’). Bu yazım biçimlerinden asıl murat edilen, yazan kişinin meşrebine de bağlı olmak üzere, aidiyet biçimindeki önceliği -etnik, ulusal, kültürel, ideolojik, siyasi, coğrafik vb.- vurgulamak ve bu önceliğe göre kimlik tanımlamasında bulunmak ve giderek buradan anlamlar üretmektir.