Yıldırım Türker, geçtiğimiz yılın 28 Ağustos’unda, 2006 orman yangınları mevsiminin göbeğinde, Radikal İki’de şunları yazmıştı:
“Vatan, yanıyor. Türkiye’nin bundan kaç yıl sonra çöl olacağı üstüne korkunç fısıltılar geliyor uzak ellerden. Durumun vahametini anlayabilmek için yanan alanın Türkiye yüzölçümünün elli de biri olduğu, henüz yangınların çoğunun söndürülemediği, kalan ormanların tutuşmaması için hiçbir önlem alınmadığı da hatırlanması gerekenler. Ormanları korumayı bilmiyoruz. Sadece bilmesek, öğreniriz. Ormanlar da deniz gibi, hava gibi, insan gibi, umurumuzda değil. Biz, vatanımızı korumaya yetiştirilmiş, o vatanı soyut bir ülkü olarak kutsayan tuhaf bir milletiz.”
‘Türkiye’nin, coğrafyasına fena muamele ettiği ortada. Bir planlı tatbikat düzeniyle ilerleyen erozyonun, karşı konmaz bir tabiî âfet olarak karşılanan orman yangınlarının yanı sıra, orman, arazi ve kıyı talanı, belli başlı iktisadî faaliyet branşları arasında yer alıyor. Hiçbir doğal ve tarihî güzellik, ihale şartnamelerine meydan okuyamaz. Son olarak Karadeniz kıyısına kakılan karayolu, bu sahil şeridinde -zaten bu arada betonlaşmış olan- şehirler ile deniz arasında bir sed gibi yükseliyor. Küresel ısınma, zaten ‘bizimle’ alâkasız bir ‘dünya haberleri’ olayı olarak görülüyor.
Memleketin böylece tarûmar edilmesi, kuşkusuz, Türkiye iktisadiyatının lumpen-kapitalist gelişme dinamiğiyle ve yağmacılık gibi ‘ekonomi-dışı’ faktörlere mahal veren ilk birikim aşamasının ‘sünmesiyle’ ilgilidir. (Sermayenin ilk birikim aşamasının sünmesinin hatta sürekliliğinin, kapitalizmin ‘normal’ gelişmesinin bir veçhesi olduğu ileri sürenler de olduğunu biliyoruz.)
Ben ise burada, Yıldırım Türker’in işaret ettiği noktaya eğileceğim: Türkiye’de milliyetçi ideolojinin, vatanın fizikî coğrafyasına kayıtsızlığı meselesi. Somut-Vatan’a, başka deyişle dağlar-yarlar-göller-akarsular-sahiller-ovalar-manzaralar olarak memlekete olan ilgisizlik; dahası vatanın düpedüz ‘hor kullanılması’...
Nihal Atsız, 1972’de yayımlanan bir yazısında, vatana ‘okazyonel’ bir nitelik biçmişti:
“Milletin devlet kurması için toprağa, yani vatana ihtiyacı vardır. Elde sağlam ve vuruşçu bir millet olursa bu vatan her zaman bulunur.”[1]
Belirli bir fizikî ve beşerî coğrafyaya bağlı olmayan, araçsal bir vatan tanımıdır bu. Milletin ve devletin kurulacağı herhangi bir arsa gibi görür vatanı; orası da burası da şurası da olabilir. Bizatihî bir sadakat konusu değildir. Fizikî ve beşerî coğrafya olarak özenilmesi, gözetilmesi gerekmez. Peki, ancak Türk ırkçılığının ve faşizminin ideologu olan birisine yakışacak, fanatik, ‘aşırı’ bir yorum mu bu? Yoksa, Türk milliyetçiliğinin ana akımıyla temas noktaları bulunabilir mi? Dahası, global düzlemde milliyetçilik ideolojisiyle temas noktaları saptayabilir miyiz?
Bu yazıda, erken Cumhuriyet dönemindeki inşâ evresini esas alarak, Türk milliyetçiliğinin somut-Vatan’la, coğrafyayla ilişkisindeki müşkülleri tartışacağım. Ama önce, genel olarak milliyetçi ideolojilerde Vatan fikrinin yerini ve içeriğini hatırlayalım.
MİLLİYETÇİLİĞİN YERİ-YURDU
Vatan, milliyetçilik açısından, sanıldığından daha problemli bir mefhum. Bir yandan, milliyetçiliğin olmazsa olmaz bir bileşeni, vatan. Çünkü millî devlet, hükümranlığı altındaki bir toprakla, ülkeyle kaimdir. Bu siyasî-hukukî gerekliliğin ötesinde, Vatan, milliyetçi ideolojinin belli başlı kutsallık ve pathos kaynaklarından biridir. Milliyetçiliğin topyekûn bir cevap sunduğu aidiyet ve ‘cemaat’ arayışının ‘otantik’ kaynağı, beşiğidir.
İnsanın birlikte büyüdüğü, birlikte yaşadığı insanlara ve o ortak hayatın mekânı olan yere-yurda duyacağı bağlılık; milliyetçiliğin kendisini meşrulaştırmasına dayanak yaptığı bir ‘doğal’ duygudur. Milliyetçilik, kendisini o doğallığın kaçınılmaz icabı ve uzantısı olarak meşrulaştırır. Lâkin tam burada, bir ufak pürüz kendini gösterir. Zira belirli bir yere-yurda, somut beşerî coğrafyaya duyulan ‘doğal’ ve naif bağlılık, milliyetçilik-öncesi bir sadakattir. Yereldir, modern-öncesidir; politik olmayan (politika-öncesi), ‘devletsiz’ vatan sevgisidir.[2] Bu ilksel aidiyet aşılıp milliyetçi vatan bilinci tarafından dönüştürülmedikçe, yerelciliğe ve bölgeciliğe kısılma tehlikesi vardır.
Bir parantez açalım. Bu anlamda belirli bir yere-yurda, fizikî mekâna ve o coğrafyadaki ‘canlı’ toplumsal ilişki ağına tutkunluk; bu toplumsallığın, soyut bir kolektif özne olarak Millet’e sadakate direnmesi ile, pekâlâ politik bir mecraya da akabilir. Bu mecra, tarihsel örnekleri görüldüğü üzere, ‘gerici’ anti-modernist tepkilere dayanabileceği gibi; ademimerkeziyetçi, federalist-anarşizan yönelimlere de akabilir. Başka deyişle, ezelden ebede uzanan soyut Millet’le bugüne dair somut talep ve çıkarlar ileri süren somut Halk arasındaki çelişkinin tezahür edebileceği bir düzlem oluşabilir burada.
Devam edelim. ‘Doğal’ ve ilksel yer-yurt aidiyetini milliyetçi vatan bilinciyle aşmak, salt ölçeği büyütme sorunu değildir. Kasabaya, şehre, bölgeye bağlılığın yerini millî vatana duyulan bağlılığın alması, modernleşmeye koşut köklü bir bilinç dönüşümüdür. Benedict Anderson’un Hayalî Cemaatler’de gösterdiği gibi, bizzat deneyimlenen somut bir fizikî mekân yerine, okuduklarından ve haritadan bilinen soyut bir mekânı vatan olarak tahayyül etmeyi gerektirir. Bu soyut mekâna duyulan sadakat, bir millî kimlik aidiyetiyle ve o aidiyete raptedilmiş “millî değerlerle” de birleşmelidir. Veya, Cumhuriyetçi vatanseverlik açısından, vatan, angaje olunan Anayasal ilkelerin, Cumhuriyetçi ütopyanın gerçekleşeceği ülkedir; Birikim’in sayısındaki “yurtseverlik ve sol” üzerine yazımda belirttiğim gibi, ütopik bir yerdir.[3]
Demek, milliyetçi ideolojinin coğrafyaya olan ‘ilgisi’, aslında araçsaldır. Vatan, somut, fizikî coğrafî ‘içeriğinden’ ziyade, harita olarak değerlidir. Benedict Anderson’ın anlattığı gibi, logo-(olarak-)harita, tıpkı bayrak gibi, başlıbaşına ikonik ve didaktik marifetlere sahiptir.[4] Millî devletin ve Millet’in cisimleşmesini, daha doğrusu bu cisimleşmenin hayal edilebilmesini sağlar. Müzikle de çizilir harita. Çek milliyetçiliğinin serpilmesinde, Bedrich Smetana’nın, vatanın kadastrosunu çıkaran eserlerinin payı vardır: “Vyshegrad/Vişegrad”, “Ma vlast/Anayurdum”, “Vltlava/Moldau”, “Bohemya’nın koruluklarından ve çayırlıklarından”... Memleket manzaraları ve onların pitoreski de, millî coğrafyanın logolaşmasına katkıda bulunur.
Alman milliyetçiliğiyle başlayan ikinci kuşak milliyetçilik akımları ise, ‘haritadan taşmış’, taze bir ilgiyle yöneldiği vatan fikrini ve coğrafyayı romantize etmiştir. Millî cevherin bozulmamış, saf kaynaklarını ‘yerel’de, taşrada, kırda/köyde görmüşlerdir. Teknoloji-sanayi eleştirisini geliştiren ve ‘doğaya dönüş/gidiş’i savunan muhafazakâr ideolojilerin Millet’i yabancılaşmamış doğanın tözü olarak kurgulaması da, bu bakışın ufkunu genişletmiştir. Bu bakış açısından vatan, milleti yapan güçlerden biri olarak tahayyül edilebilmiştir. Vatan ve Toprak, adres ve harita değerinden öte, Millet’in Oluş’unu belirleyen, onun karakterini biçimlendiren metafizik bir değer kazanır bu tahayyülde. Coğrafyada millî ruhun tezahürleri görülür, dağlarda, ovalarda, denizlerde, nehirlerde, ormanlarda millî tarihin, millî simgelerin izi sürülür. Animist geleneklerin milliyetçi vatan imgesiyle meczolabildiğini de görebiliriz bu vadide: Kore milliyetçiliğinde, su, orman ve dağların kutsal ruhlarına ilişkin kadim inançların, millî coğrafyayı kutsayan bir misyona evrilmesi gibi.[5] Coğrafyaya hararetle odaklanan Kore milliyetçiliğinde, dağlar, dereler, akarsularla ilgili her söz terkibinin doğrudan doğruya vatan/anayurtla ilgili bir mecaz anlamı taşıdığını da öğreniyoruz.
Hem seyyâriyetin ve iletişimin global ölçekte mekânları hızla kat ettiği, eklemlediği ve ‘birbirine karıştırdığı’, siber-uzam düzleminin mekân algısını köklü bir dönüşüme tabi tuttuğu şimdiki zamanda; milliyetçiliğin vatan mefhumunun soyutluğu ve muhayyel bir uzam olma niteliği, iyice belirginleşiyor.[6] Bu durumun, milliyetçi ideolojileri alarma sevk eden etkisi, malûmdur. Buna karşılık, global uzamsal ağların insanı yersiz-yurtsuzlaştıran ve acz duygusuna sürükleyen etkileri, somut yerleri-yurtları ortak anlam ve inisyatif üretmenin mekânları olarak yeniden örgütlemeye dönük girişimleri de gündeme getiriyor. Federalist-anarşizan yönelimlerle ilgili yukarıdaki parantezi ve mesela Manuel Castells’i7 hatırlatarak, geçelim...
TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN VATANI VE COĞRAFYASI
Türk milliyetçiliğinin ‘gecikmiş’ bir milliyetçilik olduğunu ve gecikmişlik bilinciyle davranarak inşa edildiğini biliyoruz. Bu gecikme içinde, vatanın somut, fizikî-coğrafî yerinin tesbiti ayrıca gecikmiştir.
Geciken vatan
Millî inşânın bir icabı olarak vatan fikri, Türkçülükten önce, Osmanlı vatanseverliği söyleminde de uyanmıştı. Modern millî devlete dönüşümün zemininin hazırlandığı Abdülhamit döneminde, memleketin haritasını çıkararak ve bunu yaparken “nehir, dağ ve egemenlik alanındaki toprakların (bilâd) adlarını” da ‘kaydederek’, milliyetçi soyut vatan imgesini oluşturmaya girişilmişti. Burada önemli bir nokta, Osmanlı ülkesinin, kaybedilmiş topraklar da dahil edilerek, fiilen kontrol edebildiği sınırların çok daha ötelerine taşan haritalarla temsil edilmesidir![8]
Sadece emperyal devlet ideolojisinde değil, serpilen etno-kültürel milliyetçilikte (Türkçülük) de, vatanın ‘nereler’ olduğuna veya olacağına ilişkin bir muğlaklık vardı - dahası, bir muğlaklık stratejisi izleniyordu. Bu muğlaklığın, soyut bir tahayyüle dayandığını söylediğimiz milliyetçi vatan fikrinin kuramsal doğasının ötesine geçen bir anlamı vardı. Devlet ideolojisi açısından, emperyal bilincin sürekliliğini görürüz burada. Sadece toprak kayıpları değil, millî devletler düzeninin kalıcı sınırları dikte etmesi de, hükümranlığını böylesi sınırlarla bağlı saymayan emperyal devlet geleneği açısından, bir meydan okumaydı. Millî devlete geçişi emperyal bilincin zihniyet kodlarından kop(a)madan tasavvur eden milliyetçi aydınlar, bu meydan okumayla, Frenkçe tabiriyle ‘ileriye doğru kaçarak’ baş etmeye çalıştılar. Panislâmizmin de, Turancılığın da, aslında bu ‘ileriye doğru kaçış’ın arayışları olduğuna, pek çok yerde dikkat çekilmiştir. Ömer Seyfettin’in fiilî vatan ile millî vatan arasında yaptığı ayrım, etnisist milliyetçiliklerin etnik haritayı siyasî haritaya âmir sayan bakışının bir örneği olmak yanında, emperyal hâkim millet koduyla da uyum içindeydi. Ziya Gökalp’in ünlü “Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan / Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan” dizeleri, soyut vatan tahayyülünü telkin etmenin yanı sıra, Osmanlı’nın gitgide ufalan haritasına sıkışmak istemeyen emperyal tedirginliğin de ifadesiydi.
Bu muğlaklık kuşkusuz, Osmanlı’nın çözüme sürecinin nasıl sonuçlanacağının, Vatan olarak hangi toprakların kalacağının belli olmamasıyla pekişiyordu. Büyük karamsarlıklarla, Enver Paşa’nın uç örneğini temsil ettiği ‘ileri doğru kaçış’ hülyaları iç içeydi. Türk Ocağı’nın 1918 kongresinde, programa “Ocağın faaliyet sahası bilhassa Türkiya’dır” maddesinin konmasına razı gelinmemesi, tipiktir.[9] Gerçi Anadolu’yu Vatan’ın bağrı olarak sabitleyen bir realizm-ve-romantizm uç vermişti ama baskın hale geldiğinden söz edilemezdi.
Millî Mücadele/İstiklâl Harbi sonrasında kurulan ‘Yeni Türkiye’nin Vatanı, bir bakiye-ülke olarak ortaya çıktı. Batum, Selânik, Musul-Kerkük... gibi, Osmanlı-Müslüman-Türk coğrafya tahayyülünde kerteriz noktaları teşkil eden yerler, vatan sınırlarının dışına düşmüştü.[10] En nihayet somutlanan vatan, behemahal, Türkiye’nin/Türklüğün doğal sınırları olarak tahayyül etmeye girişildi.
Somut vatana konsantre olamamak
Ahmet Emin Yalman’ın 1923’te yazdıkları, vatanın araçsal-rasyonel icabâtını saptamakla yetiniyordu:
“Biz şimdi körü körüne ‘fazla arazi...’ diye aklımızı kaybetmiyoruz. Yalnız millî, siyasî, iktisadî birliğimiz için icap eden toprakları vatan addediyoruz.”[11]
Bu soğukkanlı tesbit, elbette Pathos’tan, duygu ve heyecandan yana pek fakir olurdu. İnşâ dönemindeki Türk milliyetçiliği, Anadolu ve Trakya’nın yeni -somut- vatan olarak imparatorluktan arda kalışını, bir arınma olarak kutsadı. Vatan, fazlalıkların yontulmasıyla, bir elmas gibi ortaya çıkmıştı. Orhan Koçak’ın bir makalesinde “Millî Mücadele’nin en içten sözcüsü” diye andığı İsmail Habib Sevük’ün anlatımı, özlüdür:
“Viyana önünden beri iki buçuk asırdır kırpıla kırpıla gene elimizde kurtarılacak bir vatan kaldı. Büyüklük başka, irilik başka; biri haritada, biri içte; kırpılan iriliğimizdi, kurtulan ruhumuzdur. Son vatanı kurtulanla kurtardık. Şimdi iri değil büyüğüz.”[12]
Mamâfih, sözü de şöyle bağlar Sevük: “İki buçuk asır, gelen istilâya, iriliği parça parça bir yem gibi vermiştik. İstilânın devi harita ile doydu. İyi ki çok genişmişiz.” Buradaki ikircim, ‘safra attık, arındık, kurtulduk’ telkiniyle bastırılamayan hayıflanma, bu satırların yer aldığı yazı dizisinin tamamında kendini hissettirir. 1934-35’te yaptığı uzunca bir Avrupa seyahatinin izlenimlerini aktardığı bu dizide, yitik Balkanlar’ı, Rusçuk’u, bilhassa “Türk Tuna”yı gördüğünde yoğun bir millî melankoliye kapılır, “tarih denen şeyin göğsüne demir bir kütle gibi çöktüğünü” söylemekten kendini alamaz. Sevük’e mahsus değildi bu melankoli. Üstelik, devlet kurucu elit içinde, doğup büyüdüğü topraklardan kopmuş göçmenlerin, bilhassa Balkanlılar’ın ağırlığını unutmamalıyız. (Zaten bu nedenle, milliyetçi-muhafazakâr muhalefetin kimi unsurları, Cumhuriyetin kurucu elitini -Osman Yüksel Serdengeçti’nin deyişiyle- “suyun öbür tarafından gelen” dışarlıklılar olarak itibarsızlaştırmaya çalışacak, bir popüler ‘yabancılama’ duygusuna hitap etmeyi deneyecektir.) Onlar, ana/baba yurtlarından, çocukluklarını yaşadıkları vatanlarından, -ki vatan fikri ve duygusu üzerine düşünen birçok yazara göre kişinin vatanı, önünde sonunda, çocukluğudur ve çocukluğunu yaşadığı yerdir!-, ebediyen uzak düşmüşlerdi. Gerek kaybedilen yerlerin melankolisini, gerekse kurucu elitin önemli bir bölüğünün kaybedilen yerlerden geliyor olmasını; ‘Yeni Türkiye’de soyut vatan fikrinin somut fizikî ve beşerî coğrafyayla mezcedilmesinin önündeki müşküller olarak hesaba katmalıyız sanırım.
Anadolu’yu doğal ve tarihî Türk vatanı olarak tahayyül ederken izlenen strateji de, soyut vatan fikrini somut fizikî ve beşerî coğrafyayla mezcetme dediğim işi müşkülleştirmiştir. Malûm Türk Tarih Tezi, ezelî Türk uygarlığının menşeini Orta Asya’da konumlandırmakla ve dünyanın her yerindeki uygarlıkların kaynağı ve taşıyıcısı olarak Türk uygarlığını omnipresent (her yerde hazır ve nâzır) kılmakla, Anadolu’yu ‘özel bir yer-yurt’ olarak tasavvur etmekten, buraya bu anlamda ‘konsantre olmaktan’ beri duruyordu. Anadolu’nun kadim uygarlıklarının proto-Türk olarak kodlanması da, aynı araçsal bakışın ve ilginin bir parçasıydı; bu tarihyazımı, ‘özel bir yer-yurt’ olarak Anadolu’nun ‘gerçeğine’ konsantre olmuyor, Anadolu’yu Türklüğün dünya-tarihsel uygarlık gezintisinin bir mekânı/sahnesi olarak ‘malzeme’ ediyordu. Orta Asya’dan beri gelen bir tarihsel sürekliliğin yansımalarını bulmak, Türklüğün kadim tarihini delillendirmek üzere ‘kurcalanıyordu’ Anadolu.[13] “Eti-Türkleri”ne ilişkin anlatı, Anadolu’ya odaklanmayan, Anadolu’nun ezelden Türklüğüne saplanmış bir anlatıydı. Fizikî ve beşerî coğrafyaya nüfuz etmeyen bir tarihsel romantizasyondu bu.
Maddî engellerden de söz etmek gerekir. Sınırlı bir nüfusun okur-yazar olması, kitle iletişim araçlarının son derece cılız kalması, ulaşım imkânlarının gayet geri durumda bulunması, en önemlisi ulusal ölçeğe yayılan bir iç pazarın 1950’lere dek oluşamaması, vatanın geniş taşralarının erişilmez, bilinmez olmasını beraberinde getirmiştir. Sapaları erişime açacak bayındırlık hamlelerinin önüne, ayrıca ‘vatan savunmasına’ ilişkin askerî-stratejik mülâhazaların dikildiği de biliniyor. Sanayi tesislerinin yanı sıra özellikle demir ve karayolu projeleri, Genelkurmay Başkanlığı’nın onayına bağlıydı[14] ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, demiryolu ağının birçok yere -örneğin Antalya’ya- uzanmasını güvenlik gerekçesiyle uygun bulmamıştı. Nihat Erim, 1948’de Bayındırlık Bakanı olarak çıktığı bir Erzurum seyahatinden perişan vaziyette geri dönüşünde, şöyle sitemde bulunmuş:
“Askerler bu bölgede yol yapılmasına -müdafaayı güçleştirir diye- razı olmuyorlarmış. Bu doğru mudur? Memleketi yolları olduğu halde müdafaaya alışalım. Yolsuzluk bu bölgeyi adeta memleketten ayırmış.”[15]
Militarist zihniyet ve tahsilli cahillerin gözlerini kamaştıran bir sözde-bilim olarak jeopolitik, coğrafya ve vatanın-memleket(ler)in fizikî ve beşerî varlığı karşısında kördür aslında; çünkü bunları bir strateji verisine indirger. Millî logo olarak haritanın ‘gerçek’ memleketin üstünü örtmesi gibi, “jeopolitik konum” denen şeyin nomoslaşması da, hem politikayı ilga eder hem de jeo’yu, fizikî ve beşerî coğrafyayı görünmezleştirir.
Millî isimlendirme siyasasının, soyut vatan fikriyle somut ülke tasavvuru arasındaki mesafeyi büyüten, bunları birbirine ‘yabancılaştıran’ etkisini unutmayalım. Yerleşim yerlerinin adlarının yaklaşık üçte birinin değiştirildiği ve bu değiştirme işleminin hep devam ettiği bir ülkede yaşıyoruz. Sadece yerleşim yerleri değil, “kuru dere yataklarına”, ücralardaki “mevkilere” kadar her yer, bürokratik-milliyetçi otorite tarafından yeniden adlandırılmış ve adlandırılmaktadır.[16] Hem adın kendisinin, hem de tarihsel ad ile yeni-resmî adın farklı oluşunun, bir ‘yer’i -ve ‘yerleri’- tahayyül etme biçimine etki etmeyeceğini söyleyebilir misiniz? İsimlerin ‘fânîliği’ ve ‘yapaylığı’nın, ‘yer’lere ilişkin sahicilik algısına bir etkisi olmaz mı?
Kısacası, Türk milliyetçiliği, millî devlet inşasının ilk yirmi-otuz yılı boyunca, harita (logo) olarak kutsadığı vatanı, yolları ve dağları ve nehirleri ve ormanları... ile beraber tahayyül etmeye geçmekte ciddi müşkülât çekmiştir. Soyut vatan ile somut vatan arasındaki bu açığı, bu imgesel alışverişsizliği, bizzat Türk milliyetçiliğinin ve onun vatan anlayışının bir kurucu unsuru saymak gerektiği kanısındayım.
Vatanı keşfetmek
Kuşkusuz, gecikmişlik kaygısı içindeki Türk milliyetçiliği, vatan imgesini boyutlandırmak ve renklendirmek için, memleketi keşfetme ihtiyacını da duyuyordu. Anadolu, Millî Mücadele esnasında ve sonrasında hep “sincabî” renkli, mahrum ve mâdun, harap, viran, kimsesiz, metruk... vatan olarak tasvir edilmişti. Bu soyut ve yoksunluk duygusu telkin eden tasvirlerle fazla iş görülemezdi.
Nitekim erken Cumhuriyet’in önüne koyduğu görevlerden biri, vatanı keşfetmek olmuştur. Başka kurumların yanında özellikle Halkevleri’nin öğretmenleri, öğrencileri, sanatçıları... vatanı gezip ‘bilmeleri’, yazmaları, resmetmeleri, güzellemeleri için teşvik ettiğini biliyoruz. İç turizm, yine bu maksatla -ama yol ve konaklama altyapısının yetersizliğinden ötürü nafile- salık verilmiştir. Bu keşif kollarının pek dolgun neticelerle dönmediğini, en azından toplanan izlenimlerden bir memleket coğrafyası romantizasyonu ve estetiği hâsıl edil(e)mediğini de biliyoruz. “Ya vatan? Bir bütün olduğunu ancak köşe bucak dolaştıkça anlarsınız” diyen Ahmet Muhip Dıranas, 1949’da hâlâ aydınların memleketin köşesini bucağını bilmeyişinden, kendi hoş deyişiyle “memleket cahilliğinden” yakınıyordu.[17] Orhan Burian, 1952’de, Amerikan edebiyatındaki “sınır edebiyatına” atıfla: “memleketin bilinen kısmıyla bilinmeyen kısımları arasındaki (...) hep yer değiştiren (...) çizgi”yi keşfetmenin, edebiyata katkısı yanında “ulus kafasında kendi ülkesiyle ilgili birtakım bilinmeyenlerin belirmesi durumu” bakımından önemine dikkat çekiyordu.[18] Beri yandan Burian’a göre, memleket şiirlerine hâkim olan, “yabancıların bir memlekete gelince aradıkları manzara resimlerine benzer bir hal”den daha yeni yeni uzaklaşmaya başlanıyordu (agy., s. 121). Bu eleştiriyi, Yahya Kemal’in çok önceleri, Batılı seyyahlara İstanbul’un nasıl göründüğünün cevabını verirken söylediğiyle beraber düşünmeli: “Şüphe yok ki, bize bir Anadolu köyünün pazar yeri nasıl görünürse!”[19] Oryantalist(-ve-Oksidentalist) bakış, elbette, vatanın keşfine çıkan gözlerin önünde bir tül perdeydi.
Vatan mefhumunun milliyetçi ideolojiler açısından pürüzlü yanı, unutulmamalıdır. Füsun Üstel, erken cumhuriyet dönemi ders kitaplarında, bir yandan insanların içinde yaşadığı “yakın yurt” veya “hususî vatan”a olan sevgi ve bağlılığını bir tür proto-milliyetçi duygu olarak ‘okşarken’, diğer yandan dikkatleri “umumî vatan”a yoğunlaştırma gayreti arasında yer yer beliren gerilime dikkat çeker.[20] Zira güçlü mahallî aidiyetler, bölgecilik (dönemin ifade ve yazım biçimiyle: rejyonalizm), hemşehricilik, ortak vatan fikri önünde -fiilî kuvveti de olan- bir engel olarak görülmekteydi.
BİR KEŞİF KOLU: YURT RESİMLERİ
Vatanın keşfine gönderilen keşif kollarının ilginç örneklerinden biri, ressamların yurt gezilerine yollanmasıdır. Tek-Parti CHP, 1938-1944 arasında, çok sayıda ressamı yurt gezilerine, Anadolu’ya göndermişti.[21] Amaç, “yurdun güzelliklerini yerinde tesbit ettirmek ve sanatkârlarımızın memleket mevzuları üzerinde çalışmalarını kolaylaştırmak” olarak konmuştu (akt. Murat Ural, age., 21):
“Şimdiye kadar sadece İstanbul’dan ve birkaç büyük şehirden, gözünün görebileceği, harcıâlem olmuş güzellikleri ve incelikleri resmetmekle meşgul ressamlarımız, yurdun yeni, meçhul ve yerli (abç.) güzelliklerini görmeye ve bunları mevzu alma[ya] davet edilmiştir.” (agk., s. 210)
Refik Epikman, 1940’ta, gözü belirli muhitlere çevirmenin getireceği imgesel zenginliğe dikkat çekiyordu: “Memleket atmosferi, alışkanlıkla elde edilen tonlar yerine araştırma mahsulü, muhitin telkin ettiği renk ve hava, hususi yaşayış tarzları.” (agk.: s. 215) Ressam Malik Aksel, 1942’de memleketin ilk kez somut imgelerle yaşarlık kazandığını dile getirmişti:
“... memleket resimlerinde her yurddaş, kendi hatıralarının canlanacağı mevzular buluyor, onlarda yalnız doğduğu yeri değil, evini tarlasını, bağını bahçesini de görüyor. (...) Bu eserlerde ilk defa olarak, bütün memleket en uzak köşeleriyle, dağlarıyle, ovalarıyle, renkleri ve havasıyle, tipleri ve köstümlerile, tarihi, adetleri, görenekleriyle yaşıyordu.” (a.g.k..: 223)
Ressamlar, önceki yıllardaki İnkılâp Sergisi’nden farklı olarak, teknik ve kompozisyon yönünden ‘serbest bırakılmışlardı’. Gerçi Urfa’ya gönderilen Nusret Karaca’nın, “yetkililerin kendisinden ‘güzel manzara’ resmi istemelerine karşılık... özellikle ‘yerel tiplemeleri’ resmetmek” için mücadele etmesi gerekmiş (agk.: s. 157); gerçi Bingöl’e gönderilen Cemal Bingöl, “çok iptidai olan halkın inkılâba katiyen ısınamadığını”, yerli okumuşların rejime sömürge yönetimi gibi baktığını gözlemişti (agk.: s. 100)... Yine de toplamda “yurdu tanımanın zevk ve neşesi”ni, “memleket içlerine gitmenin zevkleri”ni tatmış, “yurt peyzajlarının güzelliklerini tesbit” etmiş, böylece “büyük bir vatan sergisi malzemesi” üretmişlerdi. Turan Erol, onların “köye ilk giden aydınlar” olduğunu belirtir (agk, s. 12).
Yurt Gezileri projesinin belki de en ilginç yanı şudur: Bu gezilerde üretilen yüzlerce resmin, bir ya da birkaç “yurt resimleri” koleksiyonunda toplanmasını bir kenara bırakalım, büyük kısmı kaybolmuştur! Millî ve politik bir misyonla ‘büyük fedakârlıkla’ yürütülen bir proje çerçevesinde, memleketin namlı ressamlarının ürettiği bu resimlerin önemli bir kısmının kaybolmasından, saklanmamasından söz ediyoruz. Meltem Ahıska’nın, o fevkalâde kitabında, TRT Radyosu arşivlerinin “yok” olmasını anlamlandırmaya çalışırken söylediklerini hatırladım burada. Ahıska’ya göre, “arşiv kaydının yokluğu ben ve öteki ilişkisini sürekli kayan alanlarda kuran pragmatik bir öznelliğe işaret etmektedir”. (Oksidentalist/Garbiyatçı fantezisinin basıncı altında) hegemonyasını kuramayan bir iktidar, geçmişin ve gerçeklerin ‘hakikat’ olarak korunmasına tahammül edemiyor, bu riski üstlenemiyor, bu nedenle “geçmişi imgelemde sabitlemek ve tekleştirmek üzere geçmişin çoğulluğunu yok edip, yokluk temelinde bir anlatı oluşturu”yordur.[22] Bu analizi, vatan imgelemine ilişkin şimdiye kadar tartıştıklarımızla yan yana koyarak devam edelim.
MİLLİ COĞRAFYA
Yukarıda, coğrafyaya/memleket(ler)e bakışı bulandıran Oryantalizmin tül perdesinden söz ettik. Tabii asıl perde, milliyetçilik perdesidir. Bu kalın perdeden zaten yazının başından beri söz ediyoruz.
Somut vatana bakışın önündeki milliyetçilik perdesinin ince, süslü örneğini, Anadolucu milliyetçilikte görebiliriz. Bu söylemde, coğrafyayı, -tıpkı milletin kendisi gibi-, biricikleştirme, arkaikleştirme (ezelî-ebedî süreklilik içinde bir kadim tarihe bağlama), etnografikleştirme eğilimi belirgindir. Bunlarla beraber, millî sembollerin bir hazine deposu olarak simgeselleştirme eğilimi...
İki farklı Anadoluculuk olduğu malûm. Birisi, Eski Yunan’a atfedilen uygarlık mirasını İyonya’ya/Anadolu’ya çekerek aslında Türk Tarih Tezi’nin zihniyet kalıbının içinde kalan Mavi Anadolu’cular. Onlar daha ziyade kendi tezleri doğrultusunda Antik tarihin bir alternatif okumasıyla meşguldüler.[23] Cevat Şakir (Halikarnas Balıkçısı), tabii, Anadolu’nun ‘tözü’ olarak İyonya coğrafyasını ve bilindiği gibi Bodrum ile çevresini romantize ederek ‘iskâna’ açan bir edebiyat da yarattı. Diğer Anadoluculuk ise, milliyetçi-muhafazakâr Anadoluculuk’tur. Bu akım, Anadolu’ya, Türklüğün İslâmlıkla kaynaşarak ve buradaki başka eski medeniyetlerin verimlerini de uyarlayarak ‘kendini yarattığı’ toprak olarak metafizik bir ibdâ (yaratma) misyonu yükler. O millî ruh, aynı zamanda, Anadolu’yu tarihte ilk kez ‘bütün’ kılan bir ibdâ kaynağı olmuştur.[24] Milliyetçi-muhafazakâr Anadolucular, bu ‘bilinç’le, bu ürperişle Anadolu’ya bakmışlar, ‘standart’ milliyetçiliğin pek vakit ayıramadığı memleket tasvirlerine yönelmişlerdir. Fakat tam da o ürperiş, o mistisizm, kimi örneklerde etnosantrizmle birleşerek, onların bakışlarını buğulandırır. Derede tepede millî tarihin sembollerini görür, dağa taşa ‘Türklük’ atfederler; Remzi Oğuz Arık’ın, Mardin’de ‘bile’ salt Türklük görmesi gibi:
“Sağa bak: Türk; sola bak: Türk; aşağı bak: Türk; yukarı bak, Türk”tür. Mardin’de “Coğrafyanın sert, hatta vahşi realitesini, Türk tarihinin mazbut, medeni, gümrah realitesi yumuşatmış, eritmiş gibidir”; Kayseri’de “âbidelerde Helenistik devrinin, Mezopotamya’nın, Orta Asya’nın, Kafkasya’nın ve İran’ın, Roma’nın ve Bizans’ın... motiflerini bulursunuz. Fakat o âbideler o kadar Selçuk o kadar Türktür ki...”[25]
Bu etnosantrik tavırdaki mesafesizlik, bizzat ‘başarılı’ bir estetizasyonun önünde de engeldir. Ahmet Hamdi Tanpınar’i hatırlayalım; Beş Şehir’in “Bursa’da Zaman” bölümünde, “Bursa peyizajının sırrını yoklamak”tan söz ediyordu.[26] Tanpınar da coğrafyayı milliyetçi bir sembolizmle okumaktan geri kalmaz bu eserinde, fakat fizikî ve beşerî coğrafyanın sırrını yoklayan bir meraklı ve içgörülü bakışı vardır, özerk bir estetik görüş geliştirme kaygısı da bulunur onda. Milliyetçi-muhafazakâr coğrafyada eksik olan, işte budur.
“EĞER BU TOPRAKLARDA YAŞAMAYA NİYETLİYSEK...”
Orman talanı ve orman yangınlarıyla, velhâsıl ormanla başlamıştık, öyle bitirelim. Elias Canetti, Alman millî düşünce dünyasında ormanın derin duygusal anlamına değinir. Orman (tam olarak: tropik olmayan, Karaormanlar ‘üslûbundaki’ orman), yoğunluğu ve ağaçların dikey, düzenli, ‘ritmik’ dizilişiyle, Almanlar’da kitle/kitlesellik simgesidir.[27] Ümit Hassan, Göktürkler ve Uygurlar devrinde orman kültünün çok önemli olduğunu, ancak avcılık ve toplayıcılığın önemini kaybetmesiyle, geçimin çobanlık ve savaş-işiyle, sonra da tarımla sağlanır olmasıyla, “orman tanrıları”nın “kötü ruh”lara dönüştüğünden bahseder.[28] Modern Türk millî tasavvurunda da orman, vatan uğruna kurban edilecek bir “kötü ruh” simgesi midir, diye yarı şaka düşünüyor insan. “Terörle mücadele” için yakıldığı ‘iddia edilen’ ormanları, vatandan “bir çakıl taşı” vermemeye azmetmişlerin orman talanıyla yapılan lüks sitelerde villalar edindiğini hatıra getirince...
Yaşar Kemal’in 1951’den (aralıklarla) 1982’ye uzanan ve Bu Diyar Baştanbaşa adı altında kitaplaşan memleket röportajları içinde, “Yanan ormanlarda elli gün” adlı uzun bir röportaj var.[29] 1954 yılında Antalya ve Muğla ormanlarında dağ tepe gezerek, orman yakanların saiklerini, yöntemlerini, bu yangınları engellemeye dönük çabaların tıkandığı noktaları araştırmış Yaşar Kemal. Köylülerle de, ormancılarla da konuşmuş. Yoksul, çaresiz köylülerin ve ormancıların ormanla ve birbirleriyle ilişkilerine nüfuz etmeye çalışmış. Tıpkı ağaçları, ormanları, ormanlık bölgelerde saatlerce yürüyerek kat edilen güzergâhları, yağmurları, kokuları, sesleri tasvir edişindeki ayrıntı ve rikkatle... Bu yetmiş sayfalık röportajda, “devletin ormanı”ndan, “milletin ormanı”ndan bahsedildiğine rastlarsınız. Ormanları korumanın bir vatanseverlik meselesi olduğu vurgulanır. Hatta, köylüleri ikna etmek için, Türklerin Orta Asya’dan kalkıp buralara kadar göçme sebebinin, anayurdun ormansızlaşması olduğu ‘motifini’ işleyen işletme memurları olduğunu da öğrenirsiniz. “Eğer bu topraklarda yaşamaya niyetliysek...”, ormanlara gözümüz gibi bakmak gerektiği fikrine bağlanır röportaj. Evet, bir “millî dava”dan söz ediliyordur ama ormanlar onun bir ‘fonksiyonuna’ indirgenmiş değildir; tersine, ormanlar-ve-insanların kendisi vardır, ‘gerçek hayat’ vardır odakta. Ağacı boğup kurutma pahasına gövdesini yararak çıkartılan yalabuğun lezzetini de, aç köylünün geçimlik toprağa olan âcil ihtiyacını da, ormancının ağaç ve orman aşkını da tanıyan bir bakış vardır. Tek bir ağacın ve her insanın şahsiyetini gözeten, bir ağaçtan doğaya, bir insandan İnsanlığa açılan bir göz vardır.
Ülkeyi, toprağı, vatanı bir harita olarak görmekle, insanların ve diğer canlıların yaşadığı bir yer, (“hayat sahası” değil!) bir yaşama-mekânı, bizzat bir yaşam olarak görmek arasındaki farktan bahsediyoruz. Sahip olmakla sevmek arasındaki farktan.
Yıldırım Türker, bu yazının başında alıntıladığım yazısında, “Vatan, üzerinde kimsesiz bir bayrak dalgalanan çöl müdür?” diye soruyordu. Hızla envanterden düşülen ormanlar kurtulsa bile; Yaşar Kemal’in 1954’teki yanan ormanlar röportajından seslenen türden bir empatiye yabancı olanın vatanı, bayraktan ibaret bir çöldür.
[1] “Türkiye’nin yeniden kuruluşu”. Ötüken, 24 Mart 1972. Makaleler IV içinde, Baysan Basım, İstanbul 1992, s. 435.
[2] “Yurt” ve Arapçadan nakledilen “Vatan” kelimesinin etimolojik kökeni, gayet yalındır: bulunulan, yerleşilen, yaşanılan yer. Almancada vatan/yurt demek olan “Heimat”ın etimolojik kökenindeki “heimoti” veya “Heimot”, yine gayet yalın biçimde, “toprak mülkü” anlamına gelir.
[3] Bu yazı, Medeniyet Kaybı - Milliyetçilik ve Faşizm Üzerine Yazılar adlı derlemede de yer aldı (Birikim Yayınları, İstanbul 2006, s. 263 vd.)
[4] Benjamin C. Fortna, Mekteb-i Hümayûn, çev. Pelin Siral, İletişim Yayınları, İstanbul 2005, s. 210.
[5] Haan Son-Yim: “Mythische und künstlerische Bezüge der Bergnamen in Korea im Hinblick auf die Einheit von Berg und Wasser”. http://www.inst.at/berge/perspektiven/ yim.htm.
[6] Halil Nalçaoğlu, buna dikkat çekmişti: “Vatan: Toprakların altı, üstü ve ötesi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 4: Milliyetçilik içinde, s. 293 vd.
[7] Manuel Castells, Kimliğin Gücü, çev. Ebru Kılıç, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2006, özellikle s. 84 vd. Castells, “ortak çıkarların keşfedildiği ve savunulduğu, hayatın bir biçimde paylaşıldığı ve yeni bir anlamın üretilebildiği kentli hareketler”in potansiyeline dikkat çekiyor.
[8] Fortna, age., s. 231 ve 238-9.
[9] Füsun Üstel, Türk Ocakları, İletişim Yayınları, İstanbul 1997, s. 95 vd. Hilmi Ziya Ülken de, o dönemin Türkçülük dair bütün fikir akımlarında vatan fikrinin vuzuhsuzluğuna dikkat çekmişti: Millet ve Tarih Şuuru. Pulhan Matbaası, İstanbul 1948, s. 163.
[10] Harb-i Umumî’den ‘damıtılarak’ Millî Mücadele’nin hedefini ve yeni millî vatanın kurucu mitosunu teşkil eden Misak-ı Millî’nin sınırları dahi, 1920’den Lozan Antlaşması’na uzanan süreçte değişmiş, daralmıştır. Bkz. Mete Tunçay, “Misak-ı Millî’nin 1. maddesi üstüne”, Birikim 18/19 (Ağustos-Eylül 1976), s. 12-6. Bu yazıyı hatırlatan Kerem Ünüvar’a teşekkürler.
[11] “İktisadî esarete karşı.” Atatürk Devri Fikir Hayatı I. Haz. M. Kaplan, İ. Enginün, Z. Kerman, N. Birinci, A. Uçman. Kültür Bakanlığı, Ankara 1992, s. 327.
[12] Tuna’dan Batı’ya. Remzi Kitabevi, İstanbul 1944, s. 70.
[13] Büşra Ersanlı Behar, İktidar ve Tarih, İletişim Yayınları, İstanbul 2003, s. 213-21.
[14] Ümit Özdağ, Ordu-Siyaset İlişkisi. Gündoğan Yayınları, Ankara 1991, s. 95 vd.
[15] Günlükler (1925-1979), hazırlayan Ahmet Demirel, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2005, 1. Cilt, s. 288.
[16] Millî isimlendirme siyasasını meşhur “Kürdistan tilkisi” vesilesiyle tartışan bir yazı: Suavi Aydın, “Bir tilkinin ettiği: İsimler millî birliği nasıl bozar?”, Toplumsal Tarih, Kasım 2005.
[17] Yazılar, Adam Yayıncılık, İstanbul 1994, s. 109-10.
[18] Denemeler Eleştiriler. Türkiye Bilimler Akademisi, Ankara 2004, s. 127-8.
[19] Mektuplar Makaleler. İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul 1990, s. 285.
[20] “Makbul Vatandaş”ın Peşinde. İletişim Yayınları, İstanbul 2004, s. 159-63. Rejyonalizm illetinden yakınan Remzi Oğuz Arık da, “bu yamalı coğrafyayı vatan yapmak” uğraşının zorluğundan dem vurur. Coğrafyadan Vatana, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1983, s. 236.
[21] Yurt Gezileri ve Yurt Resimleri: Milli Reasüans T.A.Ş., İstanbul 1998.
[22] Radyonun Sihirli Kapısı. Metis, İstanbul 2005, s. 65-71.
[23] Bu konuda Barış Karacasu-Kaya Akyıldız, “Mavi Anadolu: Edebî kanon ve millî kültürün yapılandırılışında Kemalizmle bir ortaklık denemesi”, Toplum ve Bilim 81 (1999), s. 26-43.
[24] Hilmi Ziya Ülken, 9. dipnotta andığım Millet ve Tarih Şuuru kitabının “Türk milletinin teşekkülü” başlıklı son bölümünde; Selçuklu iktidarının İlhanlı saldırıları karşısında zayıfladığı ve Anadolu’nun birçok yönetim merkezi arasında bölünerek ademîmerkezileştiği dönemde yeşeren kültürel zenginliği ve çoğulculuğu da över. İlgiye değer bir noktadır bu.
[25] Coğrafyadan Vatana, s. 166 ve 196.
[26] Beş Şehir, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1972, s. 132.
[27] Canetti, her milletin, ayrı bir ‘kitle’ simgesi olduğunu yazar. Bu simge, “yoğunluk, büyüme, sonsuzluğa açılım, şaşırtıcı veya çok dikkat çekici iç bağlantılar, ortak ritm, ani deşarj”a dair ortak duyguları temsil eder. Elias Canetti, Masse und Macht, Fischer Taschenbuch Verlag, Frankfurt a.M., 1996, s. 197-203. [Türkçesi: Kitle ve İktidar, çev. Gülşat Aygen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1998]
[28] Gerçi değerli Hocam, orman kültünün ve onun içinde “ayı” kültünün etkilerinin kısmen bakî kaldığını belirtir ama konumuz açısından bunu paranteze alalım. Eski Türk Toplumu Üzerine İncelemeler, Kaynak Yayınları, İstanbul 1985, s. 109 vd.
[29] Bu Diyar Baştanbaşa 2. Adam Yayıncılık, İstanbul 2000, s. 92-161. Bu esere dikkatimi çektiği için Murat Gültekingil’e teşekkür etmeliyim.
TABLO
Bir millî coğrafya
seyyahı:
İsmail Habib Sevük[1]
İsmail Habib Sevük’ün 1936-37 yıllarındaki gezi notlarının istisnâî bir önemi var. Vatanın köşe-bucağını tasvir etme şevkiyle yazılmış yazılar bunlar; erken Cumhuriyet döneminin önemli bir açığını kapatmaya soyunmuş gibiler. Bir yandan, coğrafyaya millî bir damga vurma misyonunu bire bir yansıtan yazılar. Diğer yandan, zaman zaman bakışının önündeki milliyetçi perdenin aralandığını, hümanizan bir doğa-ve-insan sevgisinin göz kırptığını görebiliyoruz.
O yıllarda Cumhuriyet’te tefrika edilmiş olan yazılar, 1943’te kitaplaşmış.[2] İyi gezmiş, Sevük: Fırat havzası, Gaziantep, Maraş, Kapadokya, Toroslar, boydan boya Karadeniz ve “Yukarı Doğu Diyarı” – yani Zigana’dan Erzurum, Kars, Sarıkamış, Artvin...
Sevük, sadece beşerî coğrafyaya değil, fizikî coğrafyaya da vurur millî damgayı. Baştan, Anadolu haritasını, ‘Türk İnkılâbı’nın siyasî misyonuna göre okur: Dünya üzerinde, “tek başına garba bakan” tek yarımadadır burası! Sonra mesela Gâvurdağı’nın sarplığı, düze indirilip “ehlileştirilmemiş” dağlı Türklerin (Dağ Türkleri!) yaban, özgür, baş eğmez tabiatının cisimleşmesidir. Çoğu yeri, orada verilmiş millî cenklerle anlamlandırır. Bu bakımdan, Serhad şehri “kahraman” Erzurum’un “vatandan alacaklı olduğunu” söyler! Genel olarak Anadolu’nun haraplığını, yine Cumhuriyetin milliyetçi tarih okuması üzerinden, Osmanlı’da devşirmelerin memleketi ‘hor kullanması’ ile açıklar. Zira; “Onların vatan içinde memleketleri yoktu”!
Coğrafî mekânlar, millî ekonomiye katkılarıyla da millî bir işlev edinir, millî bünyenin uzuvları olurlar. Mesela Zonguldak, “Vatanı ışıklatan, vatanı yürüten ve vatanı ısıtan belde”dir. Madencilik, “vatanın derinliğinin fethidir”; “artık vatanın yalnız üstünde değil böğründeyiz de.” Cumhuriyet, bilhassa imar faaliyetiyle, “Şarkta Şarkı boğuyor”dur! “Bütün bunlar sadece bir kasabanın imarı değil, bunlar devletin ‘artık bu yerler benimdir’ diye mührünü basmasıdır.” Bu fasılda da, ‘Eski Rejim’in vatanı ihmal edişine mukabil ulus-devletin ona ‘sahip çıkması’ izleğini sürdürür Sevük: “Maziden aldığımız vatan sadece mesafeydi. Vatanda kaybolduğumuz için vatanı kaybediyorduk. Şimendifer siyaseti dediğimiz şey, mesafenin elinden vatanı fethedişimizdir.” “Vatan içinde vatan buluyoruz. Gözünü içten çok dışa diken mazi yerine gözümüzü içe çevirdik. (...) Eski genişliği bu asıl içle yapmıştık, o genişliğe sarılırken bu içi unuttuk.”
Beşerî coğrafyanın millîleşme sürecinin ‘engebelerine’ de rastlarız Sevük’te. Samsun’u İzmir’e benzetirken, bir gâvurluk rabıtası da kurar mesela: Nasıl eskiden bir “Gâvur İzmir”, bir “Müslüman İzmir” varsa, keza Müslüman olanı yanında bir de “Kara Samsun/Hıristiyan Samsun” vardır. Gaziantep’i anlatırken, olanca içtenliğiyle, “eskiden Kürdtepe denen, en şarktaki Türktepe”den bahseder! Bu “eskiden” dediği zamanların üzerinden 20 yıl bile geçmiş değildir! Niğde’den Hıristiyan Türklerin (Karamanlılar) gidişine yanar, sonra: “yalnız içindekiler değil, mezarlıkların içindekiler de ölmüş.”
Sevük, şüphe yok, hararetli bir milliyetçi olarak, Cumhuriyetin resmî ideolojisinin gözlüğüyle bakar coğrafyaya. Ama onda dikkate değer ve istisnâî olan yan, millî coğrafyaya bir pitoresk veçhe kazandırmaya çalışması, her yere romantik bir estetizasyon nesnesi olarak, ‘gönül gözüyle’ bakmasıdır. Şöyle yazar: “Vatanı yalnız güzelliği, bereketi ve mâmurluğu için sevmeyiz. Eğer öyle olsa daha güzel, daha verimli ve daha ileri yerleri vatandan daha çok sevmek icap ederdi. Fakat şu Rize’ye bak, insan vatanı daha çok seviyor.”
Bu coğrafya romantizmini ve bir ‘millî pitoresk’ inşâ etme çabasını, birkaç tadımlık vererek örneklemek istiyorum.
İlk göze çarpan örnek, Sevük’ün Fırat ile Dicle’ye dair anlatımıdır. İki görkemli nehrin, Leyla ile Mecnun misali birbirlerine kavuşmak üzere yol alışlarını, beş sayfa boyunca tasvir eder:
“Fırat’ın boyu üçbin kilometreye yakın, Dicle’ninki onun yarısı kadar; birincisi asıldır, ikincisi birinciye bağlı. Fakat daha zayıf, yağlarını eriterek sadece asâbdan ibaret bir yiğit gibi. Dicle daha tombul, rahat yaşamaktan yağlanmış kadınlar gibi. Fırat Dicle’den bir misli uzun, fakat Dicle Fırat’tan bir misli dolgun. Fırat çöllere düşmeden önce böyle değildi. Onun suyu da olgun ve coşkundu. Fakat aşk kimi eritmedi, çile kimi zayıflatmadı ve çöl kimi kavurmadı? Fırat bedevî güneşine sularını kaptıra kaptıra tükenerek, kızgın toprağa soğrula soğrula azalarak; bir taraftan durgun ve uzun yatağında tortu bıraka bıraka şeffaflaşmış, diğer taraftan çöl tepelerinin bakır renkleriyle gölgelene gölgelene çehresi tunçlu; halinde gün görmüş adamlara mahsus bir pişkinlik; akışı farfarasız, duruşu ağırbaşlı, lakin neticede sonsuz çöllere yenilmeden sonsuz çölleri yenmiş bir kahraman. Halbuki Dicle (...) Hakkâri ve Mardin taraflarındaki biraz dar boğazlardan sonra bütün geçtiği yolda rahatça akan; iklimi orta, yatağı sağlam; ne kavrulma, ne emilme; solundaki ufuklara baştanbaşa ormanlı ve sulak dağları tükenmez birer nimet gibi sıralanmış; bu dağlardan aldığı arka arkaya nehirlerle biteviye suları çoğalan, dolgun kalçalı, olgun göğüslü; lakin acele aktığı için tortu bırakmadığından ruhu bulanık, asabî girdaplarıyla hırçın huylu, lakin güzel; lakin bükülüşleri işveli bir nehir... Evet, evet Fırat erkek, Dicle kadındır!” Ve sonunda, “haritaya bile haber vermeden kavuşup öpüşüyor”lardır...
O ‘habersiz’ haritayı da bizzat bir fizikî coğrafya unsuruymuşçasına romantize eder İsmail Habib Sevük. Toroslar, “Anadolu’yu alttan ve yandan dirseğini bükmüş bir kol gibi kucakl”ıyordur. Kızılırmak-Yeşilırmak ırmak ağızlarının arası, “Karadeniz’in Mezopotamyası”dır.
Çoruh’u tasvir edişi, yine ‘rikkatledir’: “Ne Karasu ne Murad; o kadar körpelikte bu kadar dolgun değiller. Eh, onlar kardeştir, yolları uzundur ve ikisi birleşip koskoca Fırat’ı meydana getirecekler. Halbuki Çoruh öyle değil, vakti yok; yolu kısa, kendi müstakil; ne yapacaksa çabuk yapmalı.(...) hep acele bir işi var gibi çevik çevik akıp gidiyor. (...) ... bu atlet nehre bu [bakırımtrak] erkek renk o kadar yakışıyor ki.”
Coğrafyayı cinsiyetlendirmek, hem genel olarak coğrafya söyleminde, hem de millî coğrafya söylemlerinde rastlanan bir ideolojik motif. Sevük’te, görüldüğü gibi, geniş yer tutuyor. Bir başka seyahatnamesinde de, Karadeniz ile Akdeniz’i ve Çanakkale Boğazı’nı cinsiyetlendirdiğini görürüz:
“(...) Akdeniz, sathı daha geniş, güneşi daha yakıcı, mukabilinde nehirleri daha az. İnsanlar arasında fazla bütçeler noksan bütçelerin imdadına koşmaz. Lakin tabiat daha adaletli. Karadeniz bir gün Akdeniz’e yardım için şahlandı: Büyük bir enerji güzel bir boğaz doğurmuştur. (...) apaçık ki erkeklik Karadenize, kadınlık Akdenize düşüyor, besleyen o, beslenen öteki.”
“Çanakkale Boğaziyle İstanbul Boğazı; iki denizin iki dudağı, öteki deniz esmer ve çetin; beriki deniz beyaz ve işveli; erkeklik onda, dişilik bunda olacak; besleyip dökülen o, beslenip dolan bu; iki deniz birbirine dudaklarını uzattı; Marmara iki dudağın pusesidir. Tabiat, işine geldiği ve tavına getirdiği zaman, biçimsizliği sevmez. İki dudağın nisbeti iki denizin nisbeti kadar.”[3] (age.: 172)
Millî sembolizme adanmamış, ayrıntılı, ‘rikkatli’ tasvirlere devam... Hasandağı’nın eteğinde uzanan “loş, hâki renkli, ıssız ovanın”, “tasalı [bir] genişliği” vardır. Ardahan yakınlarında. “kimisi topaç gibi söbü, kimisi şemsiye açmış gibi edâlı, kimisi çardaklanmaya ehemmiyet vermiş çamlar” görür. Artvin’de, “Yeşillikler içinde dağa yaslanan şu kasaba, endâmı körpe, cepkeni gergin, eteği yırtmaçlı, yüzü güleç, taptaze ve gürbüz bir dağ kızı gibi”dir.
Beşerî coğrafya tasvirleri de hoştur Sevük’ün. Antep’in dar sokakları hakkında: “Caddeler ki şehirlerin şiryanlarıdır, belli, Antep’te ince damar çok, şiryan az.” Trabzon’un şehre sırtını dönmüş duruşu hakkında: “Trabzon’un bütün caddeleri ve sokakları denize küskün. (...) İçli dışlı iki inat; deniz iki koldan habire şehri kucaklayacağım, şehir de kati’yyen denize bakmayacağım diye dayatıp duruyorlar. Dış inadın usandığı, iç inadın da tındığı yok!”
Zonguldak tasviri, sanayiinin var ettiği şehrin dinamiğini resmeder: “... bir kozalaktan kocaman bir ağaç çıkar gibi şu alımlı çalımlı Zonguldak bu vagonetlerden çıktı. (...) Endüstri şehirlerinin kerameti, birdenbire gelişmek; iyi ama maden oraya ‘çabuk şehir ol’ demiş, fakat arazi de ‘burada şehir olmaz’ demiş; at var, meydan yok; sanki çelik zemberekli bir küheylan, koşacak yer bulamadığı için, olduğu yerde şahlanıp duruyor. Zonguldak, ne yayılan, ne duran... dikilen şehir.”
Niğde merkezini tasvir ederken yazdıklarının, 1980’lere dek ne kadar çok kasaba-şehre uyacağını düşünün: “meydanı çökertmek ister gibi abanmış hükümet konağı... Niğde’nin en büyük binası olduğunu biliyor gibi kurulan muallim mektebi... seyrekleme bina dizisi... kasabamsı şehrin eti ne budu ne...”
İsmail Habib Sevük, Niğde intibaları vesilesiyle, eski eserlere duyarsızlıktan yakınır: “Niğde’nin bütün evlerini ve bahçelerini satsanız o abidelerin bir kırığını satın alamazsınız. Onları (eski eserleri, abideleri) bozmak kendi şerefimize kendi elimizle saldırmak değil midir?” Bugünün müteahhitlik ortak paydasında birleştirebileceğimiz milliyetçi ve muhafazakârları, böyle konuşarak ortalığı bulandıran bir İsmail Habip Sevük’ün üzerine yürürlerdi muhtemelen, “şerefsiz” diye höykürerek. Türk milliyetçiliğinin coğrafyası zayıftır. Öyle ya, “vatanseverlik” mesaisi, Hasandağı’nın eteğindeki ovaya, Çoruh’un akışına, Ardahan’ın çamlarına bakacak hal bırakır mı insanda?
[1]Bu yazının ilk versiyonu, Birgün Kitap ekinin 11 Temmuz 2006 tarihli sayısında yayımlanmıştı.
[2]İsmail Habip Sevük (1987): Yurttan Yazılar. Kültür ve T urizm Bakanlığı Yayınları, Ankara.
[3]Tuna’dan Batı’ya. Remzi Kitabevi, İstanbul 1944, s. 14-5 ve 172.