Sosyal Güvenlik Taarruzunda Mola

Halkla ilişkiler ve tutundurma kampanyası “reform” adı altında yürütülen sosyal güvenliğe yönelik büyük taarruza zorunlu bir mola verildi. Anayasa Mahkemesi, Aralık ayı içinde Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasası’nın bazı maddelerini iptal edince hükümet yasanın yürürlüğünü altı ay sonraya, 1 Temmuz 2007’ye ertelemek zorunda kaldı.

Uluslararası finans çevreleri ve işveren örgütlerinin talebiyle ve büyük bir “halkla ilişkiler” kampanyası ile yürütülen sosyal güvenlik taarruzunda verilen molanın bir ricata dönüşüp dönüşmeyeceği önümüzdeki aylarda siyasette ve sosyal alanda yaşanacak muharebelere bağlı. Taarruzun yaratacağı hasarın 2007 Kasım’ında yapılacak seçimlerde AKP’ye fatura edilme ihtimali, yasayı seçim sonrasına sarkıtabilir. Bu konuda toplumsal örgütlerin, sendikaların gösterecekleri -şu anda son derece cılız kalan- refleks de bir diğer önemli değişken. Ancak sosyal güvenlik taarruzunun topyekûn niteliğine karşın sendikaların konuyu palyatif bir tarzda ele alması ve hattı müdafaada kalması bu değişkenin etkisini azaltıyor.

Caydırıcı bir toplumsal basınç olmaksızın, hazırlıkları uzun yıllardır devam eden ve neo-liberal politikaların mütememmim cüzü olan sosyal güvenlik taarruzundan egemen çevrelerin kolayca vazgeçebileceğini düşünmek fazlasıyla iyimserlik olur. Mola, seçim sonrasına uzasa da, taarruzun AKP veya bir başka hükümet bileşimiyle sürdürülmesi pekâlâ mümkün. AKP kadroları, 1999-2002 döneminde gerçekleştirilen daha hafif şiddetli bir önceki sosyal güvenlik taarruzu sırasında, son derece cevval bir tutumla sosyal güvenlik hakkını savundular, ancak hükümet olmalarının hemen ardından sosyal güvenliğe hücum ettiler. Sosyal güvenlik taarruzu bir nevi “partiler üstü politika” özelliğine sahip. Bütün “ana akım” siyasetler sosyal güvenlik konusunda nüanslar dışında benzer politikalara sahip. Diğer bir ifadeyle uluslararası finans çevrelerinin tutsağı durumundalar. Bu politikaların temel hedefi sosyal güvenliği “sosyal” olmaktan çıkarmak ve bireysel bir harcama ve tercih alanı haline getirmektir. Yasanın temel düzenlemelerinin tümü sosyal güvenliğe ayrılan kamusal katkıların azaltılması hedefine yöneliktir. Çalışanların yükümlülüklerini artırıp haklarını kısan yasa; emeklilik hak ediş koşulları zorlaştırılmakta ve emekli aylıklarını düşürmektedir.

Yasa, sağlık hizmetlerinde kapsamlı bir piyasalaşma öngörmekte, sağlık henüz fethedilmemiş bir alan olarak piyasaya sunulmaktadır. Sağlık hizmetlerinin piyasadan satın alınması (özelleştirilmesi) kurumsallaştırılmakta, kamunun sağlık hizmeti üretimini terk etmesi hedeflenmektedir. Böylece insanların en kırılgan ve savunmasız oldukları alanda piyasa mekanizması devreye sokulmaktadır. Liberalizmin sihirli “seçme özgürlüğü” söylemi burada da devreye girmekte, “hekimi ve sağlık kuruluşunu seçme özgürlüğü” adı altında ölümcül bir rekabete kapı aralanmaktadır. Dahası “hekim ve sağlık kuruluşunu seçme özgürlüğü” zenginlerin daha ayrıcalıklı sağlık hizmeti almasının adı olmaktadır.

DEVLETİ SOSYAL GÜVENLİKTE KÜÇÜLTMEK

Sosyal güvenlik reformunun temel amacı, devleti sosyal güvenlik alanında küçültmektir. Sosyal güvenlik alanında küçülen devletin güvenlik alanında büyümesi ve bir güvenlik devletine dönüşmesi arzulanıyor olmalı. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından hazırlanan ve “Sosyal Güvenlik Sisteminde Reform Önerisi” başlığıyla Temmuz 2004’te kamuoyuna sunulan ve Nisan 2005’te revize edilen[1] ve “Beyaz Kitap” olarak bilinen rapor, sosyal güvenlik reformunu “sosyal güvenlik açıklarını” kapatma gerekçesine dayandırmaktadır. Kitapta yer alan aşağıdaki ifadeler, reformun asıl hedefini lafı dolandırmadan açıkça ortaya koymaktadır:

“Devlet bütçesinden karşılanan bu açıklar, ülkemizin borçlarını ve faiz oranlarını artırmakta, hayat pahalılığına, yatırımlarda daralma ve işsizliğe yol açmaktadır. Bunun sonucunda işsizlik oranı artmakta ve gelir dağılımı giderek bozulmaktadır. Sosyal güvenlik sistemimizin mevcut yapısı, ülke ekonomisinin geleceğini ve toplumsal barışı tehdit etmektedir”. (Sosyal Güvenlik Sisteminde Reform, Temmuz 2004, önsöz)

“Sosyal güvenlik sisteminin yaşadığı finansman sorunu, kamu finansmanı üzerinde yarattığı baskı dolayısıyla, başta enflasyon olmak üzere, diğer temel ekonomik göstergeleri de olumsuz etkilemektedir. Son on yıldır bizzat sosyal güvenlik sisteminin kendisi ülke ekonomisinde istikrarsızlık yaratan ana sebeplerden biri haline gelmiştir”. (Beyaz Kitap, Nisan 2005; 12)

“Sosyal güvenlik sistemi kaynaklı kamu borç stokundaki bu artış, bir yandan faiz oranlarının yükselmesine yol açarken bir yandan da geleceğe ilişkin belirsizliği artırarak enflasyonun yükselmesine yol açmaktadır. Ayrıca, bütün bunlar yatırımları olumsuz etkilemekte ve sürdürülebilir büyüme oranlarına ulaşılmasını engellemektedir. Bunun sonucunda işsizlik oranı artmakta ve gelir dağılımı giderek bozulmaktadır” (Beyaz Kitap, Nisan 2005; 14)

Sosyal güvenliğe ayrılan kaynakları tüm sosyoekonomik kötülüklerinin anası ve günah keçisi olarak gören bu rapor sosyal güvenlik taarruzunun manifestosudur. Yasanın ayrıntıları ancak raporun temel felsefesi temelinde anlaşılabilir. Makro ekonomik istikrarsızlığın ve temel sosyal sorunların kaynağı olarak sosyal güvenliğe aktarılan kaynaklar gösterildiği için reformun temel amacı da bu açıkların kapatılması olmaktadır. Stand-by anlaşmasının gereği olarak 26 Nisan 2005 tarihinde IMF’e sunulan Niyet Mektubu’nda sosyal güvenlik sistemine aktarılan yüzde 4.5 oranındaki bütçe desteğinin yüzde 1’e düşürülmesinin temel hedef olduğu belirtildi ve sosyal güvenlik reformunun Meclis’ten geçirileceği taahhüt edildi. Bu taahhüt çerçevesinde sosyal güvenlik yasası Meclis tarafından “temel yasa” adı altında yangından mal kaçırırcasına, tartışılmadan kabul edildi.

LİBERAL MANİPÜLASYON: SOSYAL GÜVENLİK AÇIĞI

Sosyal güvenlik taarruzunda en çok kullanılan barut, “sosyal güvenlik açıkları” ve “sosyal güvenlik kara deliği” söylemidir. Özünde devletin sosyal yükümlülüklerini yük olarak gören ve sosyal politikayı çağdışı bulan neo-liberal ideolojinin kavramı olan “sosyal güvenlik açığı” ne yazık ki günlük dile yerleşmiş ve benimsenmiş durumdadır. Bu söylem o kadar yer etmiştir ki, sadece neo-liberalizmin sözcüleri tarafından değil kimi sol/sosyal demokrat eğilimli yazarlar tarafından; sadece işveren örgütleri tarafından değil sigortalılar tarafından da kullanıldığı görülmektedir. Bu neo-liberal hegemonya sosyal güvenlik taarruzuna karşı savunmayı zaafa uğratan büyük bir gedik yaratmaktadır.

Anayasa Mahkemesi’nin kısmi iptal kararının ardından “sosyal güvenlik açıkları” ve “kara delik” edebiyatının yeni örneklerine tanık olduk. Ancak Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararının ardından estirilen neo-liberal fırtınayı değerlendirmeden önce Anayasa Mahkemesi’nin kararına göz atmakta yarar var. Çünkü Anayasa Mahkemesi’nin son kararı ülkemizde sosyal politikanın paternalizm ile neo-liberalizm arasında sıkıştığını gösteriyor. Paternalizm sosyal güvenlik ve sosyal hakları devletin bir lütfu olarak görürken, neo-liberalizm sosyal devlet yerine güvenlik devletini koyuyor.

Anayasa Mahkemesi, sosyal güvenlik yasasını esas olarak kamu görevlileri yönünden iptal etti. Yasa, ücretli çalışanları (SSK’lıları), Emekli Sandığı kapsamındaki kamu görevlilerini (memurları) ve bağımsız çalışanları (Bağ-Kur’luları) tek çatı altında topluyor ve haklarını en düşük düzeyde “eşitliyordu”. Cumhurbaşkanı Sezer ve CHP, sendikaların itirazlarını da dikkate alarak yasanın pek çok maddesinin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. (Bu noktada CHP’nin örneği az görülen bu sosyal faaliyetinin altını çizmek gerekiyor. Zira enerjisini asıl olarak sosyal olmayan meselelere hasreden “sosyal demokrat” parti için bu girişim ayırt edici bir örnek niteliğinde) Ancak Anayasa Mahkemesi bu iptal taleplerinin bir kısmını reddetti, bir kısmını ise sadece kamu görevlileri yönünden kabul etti. Kamu görevlileri açısından yapılan iptaller o dereceye vardı ki, Mahkeme res’en kamu görevlilerini tümüyle yasanın kapsamı dışına çıkaran bir karar da aldı. Böylece “tek çatı” olanaksız hale geldi ve mahkeme kamu görevlilerinin sosyal güvenlik hukukunun ayrı bir yasayla düzenlenmesini istedi.

PATERNALİST- NEO-LİBERAL SENTEZ

Ancak Anayasa Mahkemesi, kamu görevlileri dışında kalan diğer yurttaşların sosyal güvenlik haklarını budayan yasanın esasını Anayasa’nın “sosyal devlet” ilkesine aykırı bulmadı ve yine Anayasa’nın “eşitlik” ilkesini dikkate almaksızın sadece kamu görevlilerini hak kayıpları karşısında korudu. Diğer sigortalılarla ilgili son derece sınırlı ve kısmi iptallerle yetindi. Anayasa Mahkemesi kamu görevlilerinin haklarını geriye götüren yasa hükümlerini iptal ederken “memurunu koruyan devlet” refleksiyle, paternalist güdülerle davrandı. Diğer çalışanların hak kayıplarını Anayasa’ya uygun bulurken ise neo-liberal politikaların etkisinde kaldı. Böylece ortaya tuhaf bir “paternalist-neo-liberal sentez” çıktı.

Mahkemenin iptal kararı, yüksek yargının cumhuriyetin üç niteliğine (laik, demokratik, sosyal hukuk devleti) aynı hassasiyeti göstermediğini ortaya koyması açısından ilginçtir. Örneğin laiklik konusunda kendisini Anayasanın lafzı ile sınırlamayan ve laiklik ilkesini yorumlayarak başları örtülü yurttaşların kamu hizmeti almasını (üniversite öğrencisi olmalarını) yasaklayan mahkeme[2] aynı hassasiyeti ve yorum genişliğini demokratik ve sosyal hukuk devleti ilkeleri konusunda göstermedi.

Yüksek Mahkeme, kaderleri piyasaya bağlı olan ve kamu görevlileri gibi iş güvenceleri olmayan, esnek ve kuralsız çalışmayla karşı karşıya olan işçilerin emekli olmak için 9000 gün prim ödeme koşulunu Anayasaya uygun bulmuştur. Mahkeme, kamu görevlilerinin katkı payı ödemesini iptal ederken, aynı olanağı diğer yurttaşlara tanımamış ve sağlığın ticarileşmesini öngören genel sağlık sigortası hükümlerine dokunmamıştır. Anayasa Mahkemesi işçilerin ve esnafın daha az emekli aylığı almasına yol vermiş; dahası emekli aylıklarının hesap yönetiminde de ayrımcı bir uygulamanın kapısını aralamıştır. Mahkeme işçilerin ve kamu görevlilerinin diş çürüklerini bile ayrıma tabi tutmuştur. Yüksek Mahkeme, kamu görevlilerine yapılan diş protezi yardımının sınırlanmasını Anayasa’ya aykırı bulurken tüm diğer yurttaşların diş protezi hakkının yok edilmesini Anayasa’ya uygun bulmakta beis görmemiştir. Yurttaşların bir bölümünün dişlerinin çürümesi Anayasa’ya uygun, bir bölümünün ise aykırı! Bu hukuk garabetinin gerekçeli kararda nasıl izah edileceği gerçekten de merak konusu.

Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı bütün tuhaflığına rağmen sosyal güvenlik taarruzunu kesintiye uğratan siyasi bir sonuç doğurmuş ve kamu görevlilerini yaklaşan felaketten korumuştur. Bu durum hükümeti sıkıştırmıştır. AKP seçim öncesinde piyasaların rasyonelleri ile seçim korkusu arasında bir yol bulmaya çalışacaktır.

SOSYAL GÜVENLİK KATKILARI “SAÇMALIK” MI?

Anayasa Mahkemesi’nin kararının ardından gelen tepkiler de Anayasa Mahkemesi kararı kadar tuhaftı. TÜSİAD yaptığı açıklamada, kararın ayırımcılık yarattığını savundu. Ancak ayrımcılığa karşı çıkan TÜSİAD dipte eşitliği savunuyordu. TÜSİAD sosyal güvenliğe ayrılan kaynakların makul düzeyde olmadığı iddiasındaydı:[3]

“Kamu bütçesinden sosyal güvenlik kurumlarının gelir-gider farklarının kapatılması için yapılan transferlerin milli gelir içindeki payı % 4.8 gibi sürdürülemez bir boyuta ulaşmıştır. Makul ölçülerde yapılması halinde sosyal devlet olmanın gereği olarak görülebilecek bu transferler, ne yazık ki, üyelik yolunda ilerlediğimiz AB’nin Maastricht kriterlerine göre toplam bütçe açığının milli gelire oranı için öngörülen % 3 seviyesini bile tek başına geçen boyutlara varmıştır.”

“Sosyal güvenlik reformu, sürdürülebilir bir sisteme kavuşmak için elzemdir. Bu çerçevede, reformun temel esaslarından geri adım atılmadan, kanunun 1.1.2007 olan yürürlük tarihi, kesinlikle seçim sonrasına bırakılmadan, belirli bir süre ertelenerek TBMM’de yeniden ele alınması sağlanmalıdır.”

TÜSİAD’in sosyal güvenliğe ilişkin iddiaları resmî tezin bir tekrarı niteliğinde. TÜSİAD, sosyal güvenlik kurumlarına bütçeden ayrılan payın yüzde 4.8 gibi sürdürülemez boyutlara ulaştığını söylüyor. Makul ölçüde olsaydı sosyal devletin bir gereği olarak buna katlanılabilirmiş ama 4.8 gibi makul olmayan bir düzey sürdürülemezmiş. Böylece TÜSİAD’ın makul bir devlet katkısına sıcak baktığını hatta bunu sosyal devlet olmanın gereği olarak gördüğünü, burjuvazinin AB ile bütünleşmeyi savunan kanadının AB normlarından nasibini aldığını görüp rahat bir nefes alıyoruz! Ancak büyük burjuvazinin hesabında bir yanlışlık var.

TÜSİAD, yüzde 4.8’lik bütçe katkısının sürdürülemez olduğuna nasıl karar vermiş? Elbette üyelik yolunda ilerlediğimiz AB kriterlerine göre. Sözkonusu AB kriterleri olunca akan sular dururdu. Fakat büyük burjuvazi, AB ülkelerinde bütçeden sosyal güvenlik için ayrılan kaynakların oranına bakmayı unutmuş olmalı. Eurostat verilerine baksalardı AB ülkelerinin bütçelerinden sosyal güvenliğe ayrılan katkıların milli gelire oranının yüzde 19.3 olduğunu görür ve “makul” konusunda bir fikir sahibi olurlardı. Maastricht kriterleri ile sosyal güvenlik katkılarını ilişkilendiren büyük burjuvazi nedense AB ülkelerinin makulünü görmezden geliyor. Bu örnek, bir kez daha büyük burjuvazinin AB perspektifinin iktisadi bütünleşmeyle sınırlı olduğunu ve Avrupa’nın sosyal boyutundan hiç haz etmediğini tekrar tekrar kanıtlıyor. Bütçeden faiz ödemeleri için yapılan transferlerin son on yıllık ortalamasının milli gelire oranının yüzde 16’lar seviyesinde olduğunu görmezden gelen TÜSİAD, yüzde 4’lük sosyal güvenlik katkısını Maastricht kriterlerinin ihlali olarak gösterebilmektedir. Arabayı atların önüne koymak bu olsa gerek.

Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı merkez medyada “sosyal güvenlik açıklarının” yeniden keşfine yol açtı. Neredeyse ezberlenmiş klişelerin tekrarı olan bu değerlendirmelerden ikisini ele almak sosyal güvenlik dezenformasyonunun boyutlarını göstermesi açısından yeterli olacaktır. Mehmet Altan, iptale ilişkin yorumuna[4]Devlet, toplumuna karşı...” başlığını uygun görmüştü. Ancak Altan, yazısında sosyal güvenlik yasası ile devletin topluma reva gördüğü güvencesiz düzeni görmezden geliyor ve eleştirisini Anayasa Mahkemesi’nin ayrımcı kararı ile sınırlıyordu. Altan, sosyal güvenlik taarruzunu inanılması güç akıl yürütmeyle savunuyordu:

“Sosyal güvence sistemi radikal ve acil bir neştere muhtaç. Bunu resmî rakamlar söylüyor.

İçinde bulunduğumuz yıldaki sosyal güvence açığı 16 milyar YTL. 2007 yılında ise 23.3 milyar YTL olacak. Dolar olarak söylersek 16-17 milyar dolar.

GSMH’ya oranını söylersek, yüzde 4.1’i. Taşınması çok ağır bir yük.

Reform yasasını Anayasa Mahkemesi’ne kim götürdü? CHP ve Cumhurbaşkanı.

Başvuruları sonuçlandı ve devlet memuru, ülkenin vatandaşına karşı daha avantajlı duruma geçti.. Bu, aslında başvuranların hayata bakışını da somutlaştırıyor.

Halbuki hukuk sistemimiz, hem anayasanın eşitlik kuralını gözetmeli, hem de toplumun fakirleşmesine neden olan bir büyük kara deliği kapatmaya yönelik bir çabayı desteklemeliydi...

Toplumunu fakirleştiren bir devletle karşı karşıyayız. Bu, sonsuza dek süremez.

Biz, Avrupa’nın en fakir ve en eşitsiz ülkesi olarak kalamayız.

Bu devlet eninde sonunda değişmek zorunda kalacak.

Eşitlikten yana ve vatandaşını seven bir devlet olacak...”

Mehmet Altan, Çalışma Bakanının bile “kara delik” demekten kaçındığı sosyal güvenlik katkılarına “kara delik” diye kara çalmakta ve bunu “toplumu zenginleştirme” ve “devletin vatandaşını sevmesi” adına yapmaktadır. Böylece sosyal güvenliğe daha az kaynak ayıran devletin vatandaşını daha çok seven devlet olacağını öğrenmiş olduk. Mehmet Altan, Avrupa’nın en fakir ve en eşitsiz ülkesi olmaktan kurtulmanın yolunu sosyal güvenliğe en az kaynak aktaran Avrupa ülkesi olmakla mümkün görüyor olmalı. AB karşılaştırması yapmayı çok seven Mehmet Altan, AB ülkelerinde sosyal güvenlikte devletin rolünden ve devlet katkısının boyutlarından söz etmeye gerek duymuyordu. Ancak Mehmet Altan gibi bir yandan devlete karşı toplumu savunuyor, öte yandan piyasa karşısında toplumun korunmasını göz ardı ediyordu. İşte bu yaman çelişki!

Eser Karakaş da Mehmet Altan’a benzer görüşler dile getiriyor ve sosyal güvenliğe ayrılan kaynakları “saçmalık” olarak görüyor.[5]

“2006 yılında bütçeden yani kamu gelirlerinden sosyal güvenlik sistemine yapılan transfer, aktarma 17 milyar doları aşma eğiliminde (yaklaşık 24 milyar YTL).

İyi işleyen bir sosyal güvenlik sistemimiz olsa ve açıklar üretmese idi bu 17 milyar ABD Doları ile kaç okul, kaç hastane yapılabileceğini de okurların, CHP’nin, Sayın Cumhurbaşkanı’nın ve Anayasa Mahkemesi üyelerinin takdirine sunuyorum.

Sözkonusu 17 milyar dolarlık transfer Milli Eğitim Bakanlığı’nın 2007 ödeneği olan 17.9 milyar YTL’den çok daha fazladır.

Aynı transfer büyüklüğü Sağlık Bakanlığı’nın 2007 ödeneğinin (6.6 milyar YTL) yaklaşık dört katıdır.

2007 senesinde Türkiye sosyal güvenlik açıklarına bütçeden büyük bir ihtimalle eğitime, sağlığa ve adalete ayırdığı toplam kaynaktan daha fazla kaynak ayıracaktır.

Ve bu saçmalığı kabul etmek olanaksızdır.”

Eser Karakaş’ın “saçmalık” olarak nitelediği tam olarak sosyal bir devletin yapması gerekendir. Bu “saçmalık”, devletin sosyal güvenliğe düzenli ve anlamlı düzeyde kaynak ayırmasıdır. “Sosyal güvenliğe ayrılan 17 milyar dolar ile kaç okul kaç hastane yapılabilirdi” edebiyatına verilecek yegâne yanıt şudur: Sosyal güvenliğe aktarılan ve saçmalık olarak nitelenen bu kaynaklar halen sosyal güvenlik şemsiyesi altındaki 63 milyon yurttaşa harcanmıyor mu? Eser Karakaş’ın unuttuğu nokta şu: Bu paralar ile zaten sağlık ve sosyal güvenlik hizmeti veriliyor. Sağlığa ve sosyal güvenliğe ayrılan kaynakları saçma bulup ardından “bu paralar ile kaç hastane kaç okul yapılırdı” sorusunu sorabilmek aynı yazı içinde nasıl mümkün olabiliyor?

Sosyal güvenlik taarruzunda kısa bir mola verildi. Ancak piyasanın toplumu kendi kurallarına tabi kılma hamlesi sürüyor. Bütün mesele toplumun piyasaya karşı kendini savunacak bir irade sergileyip sergileyemeyeceği. Sol, toplumun piyasaya; bireyin devlete karşı savunulmasında sahici bir güç haline gelecekse, sosyal güvenlik hakkı için yürütülecek mücadele fena bir hareket noktası olmasa gerek.

AZİZ ÇELİK

[1] Sosyal Güvenlik Sisteminde Reform Temmuz 2004. http://www.calisma.gov.tr/birimler/sgk_web/html/beyazkitap.html

[2] Anayasa Mahkemesinin 1989/1 esas, 1989/12 karar sayılı ve 7.3.1989 tarihli kararı.

[3] TÜSİAD,19 Aralık 2006 tarihli basın bülteni, www.tusiad.org.tr

[4] Mehmet Altan, “Devlet, toplumuna karşı...”, Star gazetesi, 18.12.2006.

[5] Eser Karakaş, “Sosyal güvenlik ve yeni karar”, Star gazetesi, 19.12.2006