“Hrant vuruldu!” Hrant’a sıkılan kurşunlar gibi beynimin ve kalbimin, bedenimin ve ruhumun tüm kıvrımlarını dolaşan bu sözün verdiği acıyı anlatarak başlamak istiyorum; ama nafile, yapamıyorum, vazgeçiyorum. Acaba Nazım Hikmet’in tasvir ettiği o halde miyiz?
Günler ağır,
günler ölüm haberleriyle geliyor.
Düşman haşin, zalim ve kurnaz...
En güzel dünyaları yaktık ellerimizle
ve kaybettik gözümüzde ağlamayı,
bizi bir parça hazin ve dimdik bırakıp
gitti göz yaşlarımız...
Acaba böylesi büyük acılar yüreklerimize sık yapıştığı için, onları ifade edecek sözlerimiz de mi bırakıp gitti bizi? “Hrant vuruldu” sözünü duyduğumda, bir an için yine sözün bittiği o yerlerden birinde hissettim kendimi. Ama bu tür anlarda imdadıma ilk yetişenlerin başında gelen Paul Celan’ı hatırladım yine. Adorno’un, artık bundan sonra şiir yazılamaz dediği Auschwitz’i hayatının her zerresinde yaşamış bu büyük ozanın şu sözlerine sarıldım:
“Onca yitirilen arasında erişilebilir, yakında ve yitirilmeden kalan ise bir tek şey oldu: Dil. Evet, o, yani dil, her şeye karşın yitirilmeden kaldı. Ama kendi yanıtsızlıklarıyla, korkunç bir suskunlukla, öldürücü konuşmaların binlerce karanlığıyla çarpışmak zorunluluğuyla karşılaştı. Bütün bu badirelerin içinden geçti ve olup bitenler için sözcük harcamadı; fakat bütün bunları yaşadı. Yaşadı ve ondan sonra, bütün bunlarla zenginleşmiş olarak, yeniden günışığına çıkmasına izin verildi. Ben, gerek o yıllarda, gerekse daha sonraki yıllarda işte bu dilde şiir yazmaya çalıştım: Konuşmak için, kendimi yönlendirmek için, nerede olduğumu ve nereye götürülmek istendiğimi betimleyebilmek için...”
Evet, bütün bunlar ve daha fazlası için söze ihtiyacımız var. Ve biliyoruz ki, sözün bittiği yerde, şiddetin ve zulmün kahredici uluması egemen olur.
Söze bir soruyla başlamak istiyorum: Hrant nerede ve ne zaman vuruldu? Bu sorunun, pek çok kayda geçmiş açık bir cevabı var, kastettiğim o değil. Şöyle değiştireyim soruyu: Hrant, gerçekten ve sadece o gün, o yerde ve o cani tarafından mı vuruldu? Soruyu bu şekilde koyan ve “hayır” diye cevaplayan epeyce yazı yayımlandı, Hrant’ın son katledilişinin üzerinden geçen şu birkaç günde; ama o ilk ağır darbeden başlayan ve ondan türeyen diğer darbeleri açıkça telaffuz eden yazılara “merkez medya”da rastlamadım.
İlk darbe 1915’te geldi; ilk defa o zaman vuruldu Hrant, yüzbinlerce Ermeniyle birlikte. Kimliğinde kayıtlı, künyesinde yazılıdır bu darbe. Bunun acısını ve bir bireyin tek başına asla kaldıramayacağı ağırlıktaki yükünü bilincinde hissettiğinde, içinde yaşadığı toplumla paylaşmak istedi bunu; ama toplumsal hafızaya giydirilmiş çelik bir kafes ve kopkoyu bir yasak duvarıyla karşılaştı. Yasının tutulmasına bile izin verilmeyen kayıplarla büyüdü. İşte bir kez de burada vuruldu Hrant. Adorno’nun dediği gibi, geçmişi bastırmak ve hatırlamayı engellemek, kurbanları ikinci kez kurban etmek anlamına gelir çünkü.
1915’te yaşananların nasıl niteleneceği meselesini bir kenara bırakalım; sayıları en devletçi kesimlerin hesaplamalarında, en resmî ağızların açıklamalarında bile yüzbinlerle ifade edilen katledilmiş Ermenilerin anısına saygı anlamına gelecek herhangi bir resmî edim, sembol ve işaretin; örneğin bir anıtın, bir müzenin, yaşadıkları veya katledildikleri yerlerde bir cadde ya da sokak adının, herhangi bir köşede küçücük bir duvar levhasının, tarih ders kitaplarında dolaylı bile olsa bir göndermenin bulunmaması, özürden vazgeçtik yıldönümlerinde üzüntü bildiren bir jestin dahi hiç gündeme gelmemesi, kurbanların bir kez daha, daha doğrusu mütemadiyen kurban edilmelerinin göstergesi değil midir? Bu tutumu, resmî tarih politikasının tutarlı bir sonucu olarak değerlendirip, toplumu sorumluluktan azade kılmak mümkün müdür? Yani bütün bunlar, aynı zamanda Türkiye toplumunun “yas tutma yeteneksizliği”nin açık ve hazin kanıtları da değil midir? O zaman, “insanlar ancak kendi kayıplarının yasını tutarlar” belirlemesinden hareketle, “gidenler”in bu toplumun kaybı olarak görülmediği sonucuna varmamız gerekmiyor mu? Şu halde, Ermenilerin bu toprakların insanları, bu devletin eşit haklı vatandaşları olduklarını pişkince tekrar eden resmî ve sivil klişeler büyük bir yalandan ibaret olmuyor mu? Yargıtay’ın gayrımüslimleri “yabancı” sayan kararı, davranışlarımızın, bilinçli ya da bilinçsiz inkârlarımız tarafından belirlendiğinin çarpıcı bir ifadesi değil midir? Keşke sorun sadece “yas tutuma yeteneksizliği”nden ibaret olsaydı. “Ermeni” sözcüğünün bir aşağılama, bir küfür olarak kullanılmasının, sadece bir başbakanın, bir bakanın “Ermeni dölü” sözüyle sınırlı olmadığını da biliyoruz. Diyelim Ermenileri “yabancı” sayıyorsunuz ve bu nedenle onların yasını tutmayı gerekli görmüyorsunuz. Peki “yabancınız” da olsa, sizinle birlikte yaşayan bu insanların kayıplarına ve yasına böylesi bir ilkellikle saygısızlık etme hakkını nereden alıyorsunuz? Böyle bir saygısızlığın, farklı olana karşı düşmanlığı, her türlü ayrımcılığı ve ırkçılığı besleyen, bütün moral kodları paramparça edebilecek zehirleyici potansiyelini görmek bu kadar zor mu? Bunca yıldır bu zehri pompalayan, buna kayıtsız kalan herkes, bir şekilde sorumlu değil midir? İşte Hrant, bir kez de buralarda ve bu yollarla vuruldu; bu darbeden aldığı yara açıktaydı ve sürekli kanıyordu.
Hrant, açık kalan yaraların kapanması ve her iki toplumun da damarlarında farklı şekillerde biriktiğini gördüğü “zehir”in boşalması için bütün benliğiyle çalıştı. Geçmişle yüzleşmenin, demokratik bir toplumda barış içinde birarada yaşama hedefinin vazgeçilmez yolu olduğuna inanıyordu. Öyle özenli, öyle samimi bir dil oluşturdu ki bu yolda, bütün ezberleri bozdu, milliyetçiliklerin bütün sahte güvenlerini darmadağın etti. Bülent Somay’ın Ursula K. Le Guin’in için söyledikleri, sanki Hrant’ın bu dilini anlatır: Tavizsiz, dolambaçsız bir dil, söyleyeceğini sonuçlarından ve yerleşik güçlerle düşeceği çelişkilerden korkmadan söyleyen bir üslup... Yine Somay’dan uyarlayarak devam edelim: Kimsenin duygularını incitmeden, mümkün olduğu kadar çok şeyi altüst etmeyi amaçlayan; duygularınızı incitmese bile savunma mekanizmalarınızı elinizden alan, arkasına sığındığınız duvarları yıkmasa bile geçersiz kılan, kendinizi apansız çırılçıplak hissetmenize neden olan bir dil; “bir tek ben bilirim”ci söylem yerine, söylemlerarası ya da daima “öteki söylemi gözeten” bir dil. Hrant’ın neredeyse tek başına oluşturduğu ve geçmişle hesaplaşmada evrensel birikime bir model olarak katılabilecek bir dildi bu. Bu dil, hayatıydı onun. Kin ve intikam duygularını barındırması mümkün olmayan bu dilin ve bu hayatın karşısında kadim olarak gördüğü ve ebedi olacağına inandığı güvenliğini yitiren ırkçı/milliyetçi zihniyet, hınç ve düşmanlıkla cevap verdi buna. Hakaretler, tehditler yağdı; büyük çoğunluğun kayıtsız bakışları, azımsanmayacak bir kesimin de destekleyici çıkışları altında. Davalar açıldı; yargılamalar açık linç gösterilerine dönüştürüldü; yine büyük çoğunluğun ve onu temsil eden resmî makamların engin hoşgörüsü altında. İnanmak çok zor geliyor, ama hüküm de giydi bu dilden. Bilirkişilerin, savcıların karşı görüşlerine rağmen, Yargıtay’ın onayından geçti bu hüküm. Bu dili mahkûm eden zihniyet, o güzelim hayatı da mahkûm etmiş olmuyor muydu? İşte burada bir kez daha vuruldu Hrant, son zamanlarda canını en çok yakan darbeyle hem de.
O, zaten daha önce çok üst düzey yetkililerin de katıldığı meşum bir koro tarafından “hain” ilân edilmişti; şimdi artık “tescilli bir düşman”dı. Bu ülkede, iç düşman yaratma politikasının veya muhalifleri genel bir “iç düşman” kategorisine yerleştirme yaklaşımının sonuçlarına dair sayısız tecrübe, olabilecekler hakkında herkese yeterince fikir vermiştir, en azından vermiş olmalıdır. “İç düşman” ilan edilen “hainler”, “vatandaş” statüsünden fiilen çıkarılır. Bu politikanın vazgeçilmez ayağı da, “iç düşman”ın bir “dış düşman”la bağlantılı olduğunu propaganda etmektir. Böylece bu “iç düşman”, her türlü güvenceden yoksunlaştırılır ve adeta “kanı helal” bir hale getirilir. Trabzon’da başlayan ve dalga dalga yayılan linç girişimleri, bu politikanın olağan, hatta kaçınılmaz yansımalarıdır. Nitekim, emniyet müdürleri, valiler, bakanlar ve hatta başbakan ve kuşkusuz yaygın medya tarafından, “vatandaşın milli hassasiyetlerden kaynaklanan normal davranışlar” söylemiyle meşrulaştırıldı bu barbarlık ayinleri. Her linç girişimi ve bunu meşrulaştıran her tutum, söz ve suskunlukta Hrant bir kez daha vuruldu.
Hrant’ın geçmişle yüzleşme ve hesaplaşma talebi, sadece “Ermeni meselesi”yle sınırlı değildi elbette. O Türkiyeli bir demokrat, en iddialı demokratlara bile kendilerini sorgulatacak inanç, samimiyet ve kararlılıkta bir demokrat olarak, mesela 12 Eylül ve Susurluk utançlarıyla hesaplaşma mücadelesinin de doğal olarak içindeydi. O 12 Eylül ve Susurluk ki, Türkiye’de işkence ve yargısız infaz başta olmak üzere insan hakları ihlallerini ve her türlü hukuksuzluğu olağan bir yönetim tekniği haline getirmişlerdir. Hele Susurluk! Bütün o vahim suçlar için, onca delil ortadayken ve her şey herkes tarafından biliniyorken, birkaç göstermelik dava ve hüküm dışında bir yargılama süreci başlatılmamış, böylece bunları mümkün kılan zihniyetin dokunulmazlığı korunmuştur. “Bir daha asla” diyenlerin karşısına, “gerekirse her zaman” düsturuyla çıkan bu anlayış; güya devletçe aranan katliam mahkûmlarını, “milli menfaatler” ve “devletin yüksek çıkarları” için istihdam etmiş, “bu devlet adına ve millet için kurşun sıkan vatanseverler” olarak savunmuş, kucaklamış ve kahramanlaştırmıştır. Bundan cesaret alan başka “vatanseverler”, yeni “kahraman” adayları; sokaklarda, üniversite kampuslarında, mahkeme salonlarında satırları, sopaları ve tabancalarıyla boy göstermiş; vatanı, milleti ve devleti korumak için “hainlere” karşı saldırıya geçmişlerdir. Resmî ve “sivil” kollama, koruma ve güzellemeye mazhar olan bu saldırıların her birinde Hrant bir kez daha vurulmuştur.
Hrant; “söz”e olan inancını, karşılıklı sözün, yani insanî diyalogun uygarlaştırıcı ve dönüştürücü gücüne bağladığı umudu hiç yitirmedi. Onun için de sözün değerine ve kendi sözüne sonuna kadar sahip çıktı. Tehditlere, tacizlere hep o narin diliyle karşı durmayı sürdürdü. “Söz”den korkan, insanî diyalogdan ürkenler ise, yasa maddelerine koydukları yasaklarla, yargı kararlarından devşirdikleri sahte meşruiyetlerle, gazete manşetlerinden ve köşe yazılarından söz kılıfında savurdukları ölümcül darbelerle “söz”ü bitirmek için her yolu denediler. “Yok sayılan”ın kendini var etme çabasını temsil ediyordu Hrant’ın sözü. Bu sözü bitirmeye yönelik her hücum onun varlığını hedef alıyordu aynı zamanda. O sözü üreten dili susturamayanlar, doğrudan o dili taşıyan bedene ve varlığa kastederler. İşte bu nedenle, “söz”ü bitirmek için yapılan her şeyde Hrant bir kez daha vuruldu.
Kendi yaşam öyküsünün ve Türkiye’nin yakın tarihinin birçok aşamasında, daha bir yığın irili ufaklı darbe aldı Hrant. Bütün bu darbelerle ruhunda derin yaralar açıldı, ama direndi, onurlu yürüyüşüne devam etti. Ve son darbe, bütün bunların içinden göstere göstere süzülen ya da bütün darbelerin bir özeti olan kurşunlarla geldi. Öyle içeriden, o kadar yerli malı ve bütün kahrediciliğiyle gerçek bir darbe; Türkiye’nin imajını bozan değil, gerçekliğine ayna tutan bir darbe; birçok uğursuz elin kirli birliğiyle yaratılan bu Türkiye’ye değil, bu Türkiye’den vurulan bir darbe.
Şimdi sizler, kurşunlarla gelen son darbeyi kınayan, üzüntülerini bildiren, taziyelerini sunan en tepeden en alta resmî zevat; köşeli, köşesiz beyler ve örgütlü örgütsüz siviller! Bu cinayeti hazırlayan bütün o darbelerle, bu kıyımı yaratan şartlarla, bu kurşunları sıktıran bu Türkiye’yle hesaplaşmaya hazır mısınız? Değilseniz, gözyaşlarınız inandırıcılıktan, sözleriniz samimiyetten yoksun demektir. Ve yangını yüreklerinin derinlerinde hisseden, her kayıpla biraz daha eksilen, Hrant’ın kaybıyla çok, ama çok eksilen bizler! Hep birlikte payımıza düşen sorumluluğu üstlenmeye, bunun gereklerini yerine getirmeye hazır mıyız? Değilsek, acımızın dönüştürücü bir işlevi, sözümüzün kurucu/yapıcı bir gücü de yok demektir. Şimdi zaman, “söz”ün bu topraklarda ve bu dünyada özgürlük, eşitlik ve kardeşlik uğruna verilen mücadelelerden, ödenen bedellerden süzülen can suyuyla buluşmasını, “bütün bunlarla zenginleşmiş olarak, yeniden günışığına çıkmasını” sağlama zamanıdır. Evet, konuşalım; ama Paul Celan’ın sözlerine de kulak vererek:
Konuş –
Anlamı da ver sözüne:
Ona, gölgeyi ver.