Yugoslavya’nın 1990’larda başlayan dağılma sürecinin son halkası 21 Mayıs 2006’da Karadağlıların Sırbistan-Karadağ Devlet Birliği’nden ayrılma yönünde oy kullandıkları referandum olmuştu. Bu referandum Karadağ’ı bağımsızlaştırdığı gibi, Sırbistan’ı da 5 Haziran 2006 tarihinden itibaren bağımsız bir devlet haline getiriyordu.
Böylece Sırp milliyetçilerinin her daim hayalini kurdukları ‘Büyük Sırbistan’ ideali silikleşip gitgide imkânsızlaşıyordu. Hatta bu ‘Büyük Sırbistan’ ideali ile ilgili olarak bir fıkra bile üretilmişti. Fıkranın kısaca ortaya koyduğu şuydu: ‘Büyük Sırbistan’ hayalleri bir yana, Sırbistan’ın hal-i pür melali daha çok cep telefonunun evrimine benziyor; her yeni modelde daha küçük ebatlar!
Sırbistan’ın esasen 1990’lı yıllardan itibaren yaşamaya başladığı bu tek başınalık hali ülkedeki bir kesim için daha yoğun bir içe kapanmayı beraberinde getirirken, diğer bir kesim açısından Avrupa kurumları ve uluslararası örgütlere entegre olmuş demokratik bir Sırbistan’ın yaratılması yolunda mücadele edilmesi gerekliliğini ortaya koyan bir işaretti. Bu bağlamda beliren demokratik muhalefet 5 Ekim 2000’de Miloşeviç’i iktidardan uzaklaştırmış fakat müteakip yıllar Sırbistan Demokratik Muhalefeti (SDM) adı altında hareket eden bu geniş koalisyonu oluşturan gruplar arasındaki farklılıkların su yüzüne çıktığı yıllar olmuştu.
Kabaca yönelimleri aynı olsa da bu koalisyon içinden çıkan unsurlar zamanla neredeyse yan yana duramaz olmuş, içlerinden Şeşel önderliğindeki Radikal Parti karşısında tek başına durabilecek bir siyasi hareket çıkartamamışlardı. Her ne kadar 23 Aralık 2000’deki seçimlerde SDM koalisyonu parlamentodaki 250 sandalyeden 178’ini almak gibi bir başarı gösterdiyse de, bahsi geçen ayrışmalar neticesinde Sırp Radikal Partisi 28 Aralık 2003’te yapılan seçimlerde 82 milletvekili çıkaracak oya ulaşmış ve ülkenin en büyük siyasi partisi konumuna gelmişti.
2003 seçimleri sonucunda -fakat ancak uzun süren pazarlıklar sonucu Mart 2004’te- Koştunitza liderliğindeki Sırbistan Demokratik Partisi (DSS), önceleri bir STK olarak faaliyet gösteren G17+ ve Velimir İliç’in Yeni Sırbistan Partisi’yle (NS) ittifak halinde olan karizmatik Vuk Draşkoviç’in Sırp Yenilenme Hareketi (SPO) ile bir azınlık hükümeti kurdu. Bu noktada şaşırtıcı olan kurulan azınlık hükümetinin Sosyalist Parti’nin dışarıdan desteğini alıyor oluşuydu. SDM içerisinde DSS’in birlikte siyaset yaptığı Boris Tadiç liderliğindeki Demokratik Parti (DS) ise kurulan hükümette yer almadı. Buna karşın demokratik bloğun desteğini alan Tadiç 27 Haziran 2004’te gerçekleştirilen ikinci tur cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Radikallerin adayı Nikoliç’i geride bırakarak cumhurbaşkanı olabildi.
Anlaşılacağı üzere demokratik bloğun toplam oyu Radikal Parti ve Sosyalist Parti’yi geride bırakıyor, fakat parlamento düzeyinde uzlaşı sağlanamadığı için bu tablo hükümet kompozisyonuna yansımıyordu. Miloşeviç’in Lahey’e teslimi ve sonrasında ölümü, Cinciç suikastı, yeterli katılım sağlanamadığı için sürekli yenilenen seçimler, Karadağ’ın bağımsızlığını kazanması, yeni anayasanın kabulü ve Kosova’nın nihai statüsü gibi yüklü siyasi gündeme Sırp halkının yaşadığı işsizlik ve sosyal güvenlik sıkıntılarının yol açtığı memnuniyetsizlik ortamı da eklendiğinde siyasi tablo gitgide karışıyordu.
Karadağ’ın da ayrılışıyla 1. Dünya Savaşı bitiminden bu yana ilk kez bu denli ‘yalnız’ kalan Sırbistan 21 Ocak 2007’de gerçekleştirilen parlamento seçimlerine işte böyle bir atmosferde girdi. Seçimlerle ilgili sembolizmi pekiştiren özel bir husus da bu seçimlerin hemen sonrasında yaklaşık sekiz yıldır yönetsel anlamda BM’nin ve askerî anlamda NATO’nun kontrolü altında bulunan Kosova’nın nihai statüsünün belirlenecek olmasıydı.
21 Ocak’ta gerçekleştirilen parlamento seçimlerine 20 parti (münferit partiler, koalisyonlar ve listeler olarak) katıldı ve bu parti-listelerin ulusal düzeyde altısı, azınlıklar seviyesinde ise beşi parlamentoya girmeye hak kazandı. Seçim sonuçları değerlendirilirken sıklıkla vurgulanan görüş 2003 seçimlerindeki tablonun kabaca devam ettiği, bu bakımdan Sırbistan siyasal hayatında çok da fazla bir değişimin söz konusu olmadığıydı. Dile getirilen diğer bir unsur halkın üst üste tekrarlanan seçim ve referandumlardan bezmiş olması dolayısıyla seçim kampanyasının heyecandan yoksun oluşuydu.
Beklendiği gibi Radikal Parti seçimden %28.59’luk bir oy oranı ve 81 sandalye ile birinci olarak çıktı. Nikoliç ve ultra-milliyetçi şürekâsı umdukları oyu alamadıklarını belirttilerse de 2003 seçimleri ile karşılaştırıldığında Radikallerin aldıkları oyda yüz bin kişilik bir artış olduğu gözlendi.
Yine tüm seçim öncesi anketlerde öngörüldüğü üzere, bir suikast sonucu öldürülen eski Başbakan Cinciç’in ve şimdiki Cumhurbaşkanı Tadiç’in partisi olan DS geçerli oyların %22.71’ini alarak ikinci sırayı aldı ve 64 sandalye kazandı. DS 2003 seçimleri ile karşılaştırıldığında neredeyse aldığı oyu ikiye katlayarak bu seçimlerin sayısal bazdaki en başarılı partisi oldu.
Başbakan Koştunitza önderliğindeki DSS-NS ittifakı geçen seçimlere oranla belirgin bir düşüş yaşayarak üçüncü parti konumuna geriledi. %16.55’lik oy oranı ile ancak 47 sandalye kazanabilen Koştunitza ve yandaşları böylesi bir oranla başbakanlık koltuğunu nasıl koruyabileceklerini kara kara düşünmeye başladılar.
Parlamentoya giren diğer üç parti ise ekonomi teknokratlarının oluşturduğu G17+ (19 sandalye), Miloşeviç’in Sosyalist Partisi (16 sandalye) ve Miloşeviç’in devrilmesine sebep olan sokak eylemlerinin önde gelen isimlerinden Çedomir Jovanovic etrafında toplanan Liberal Demokrat Parti (LDP) koalisyonu (15 sandalye) oldu. Özellikle Sosyalist Parti ve LDP koalisyonunun %5’lik seçim barajını aşması sürpriz olarak algılandı.
Sırbistan’daki seçim sistemi yapılan değişikliklerle azınlık parti ve listelerine %0.3’lük bir baraj getirir hale geldiği için Voyvodina Macarları İttifakı 3, Sancak Listesi 2; Roma Birliği, Arnavut Koalisyonu ve Roma Partisi 1’er sandalye edinerek parlamentoya girmeye hak kazandılar. Azınlık temsilcileri böylece kurulacak olası demokratik blok hükümetine katılma şansını da elde etmiş oldular.
Bu sonuçlar çerçevesinde yapılacak hükümet pazarlıklardan DS, DSS-NS, G17+ arasında bir koalisyon çıkması hikmetinden sual olunmaz uluslararası toplum tarafından en memnun edici seçenek olarak algılanacak kuşkusuz. Radikal Parti’nin henüz daha seçimler yapılmamışken iktidara talip olmadığı mesajını vermiş olması zaten böylesi bir koalisyonu zorunlu kılıyor. Radikal Parti’nin niye bu yönde bir tutum takındığını soracak olursak muhtemelen iki açıklama yapılabilir. Bunlardan ilki Radikal Parti’nin tek başına iktidar olacak sandalye sayısını yakalayamamış oluşu ve parlamentoya giren partiler arasında kendisiyle koalisyon kurmaya yanaşacak herhangi bir parti bulunmamasıdır. İkinci ve daha stratejik husus Radikallerin Kosova’nın nihai statüsünün Belgrad’ın formüle ettiği “bağımsızlıktan az, otonomiden fazla” yoluyla değil de “sadece adı konulmamış bir bağımsızlık” yoluyla belirleneceğini sezmeleri ve dolayısıyla Kosova’yı kaybeden taraf olmamak (ya da Türkçe jargonla söylersek ‘Kosova’yı satanı biz de satarız!’ diyen taraf olabilmek) için demokratik bloğun hükümet olmasına ciddi bir itiraz getirmemesidir.
DS-DSS arasında varolan anlaşmazlığın başbakanlık koltuğuna kimin oturacağı konusunda tekrar ortaya çıkacağına şüphe yok. Koştunitza reformist çizgi ile milli ‘hassasiyetler’ arasındaki dengeyi en iyi kendisinin kurduğu düşüncesine sahip olduğu için seçimlerde yenilgi almış olmasına rağmen başbakanlık için bastıracağını ilan ederken, DS yetkilileri seçimlerde elde ettikleri mutlak başarının başbakanlığı kendilerine getirmesi gerektiği düşüncesinde. Seçim sonuçlarının resmiyet kazanmasıyla başlayan koalisyon görüşmelerinin başbakanlık ve önemli bakanlıkların dağılımı çerçevesinde bulunacak bir formülle sonuçlanması bekleniyor. G17+’nin ekonomi ve maliye gibi alanlarda söz sahibi olacağı düşünülürse içişleri, dışişleri, adalet ve savunma bakanlıkları için çetin pazarlıklar yapılması gerekecektir.
Hükümet kurma çalışmalarını zora sokan diğer bir temel unsur BM’nin Kosova Özel Temsilcisi Ahtisaari’nin 26 Ocak’ta Temas Grubu ülkeleri olan ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya ve Rusya ile paylaştığı raporunu 2 Şubat tarihinde Belgrad ve Priştine’ye de sunacak olması. BM Özel Temsilcisi’nin 21 Ocak seçimleri öncesinde Radikallerin elini kuvvetlendirmemek için açıklamadığı kararın seçim sonrasına bırakılmış olması işleri kolaylaştırmıyor. Sırbistan’da her ne kadar Koştunitza hükümeti halen görevdeyse de yeni hükümet kurma çalışmalarının devam ediyor oluşu bu konuda ciddi bir belirsizlik ortamı yaratıyor. Ahtisaari’nin taraflara sunacağı metnin BM Güvenlik Konseyine gönderilecek nihai metin olmadığı, Belgrad ve Priştine’ye taslak üzerinde değişiklik önerileri yapabilecekleri bir süre tanınacağı da biliniyor. Ancak siyasi iradesi tam olarak oluşmamış bir Sırbistan’ın bu denli kritik bir konuda nasıl bir yol izleyeceğini şimdiden tahmin etmek müşkül. En kuvvetli olasılık Ahtisaari’nin hem tam bağımsızlık için bastıran Kosovalıları, hem de Kosova’nın Sırbistan’ın ayrılmaz bir parçası olduğunu yeni anayasanın içine olanca açıklığıyla dercederek tutumunu ortaya koyan Belgrad’ı bir ara formül çerçevesinde istemedikleri bir çözüme zorlaması.
Her ne kadar Rusya planın Sırbistan’da yeni hükümet kurulana kadar ortaya çıkmamasını istese de konu ile yakından ilgili diğer üçüncü ülkelerin daha fazla gecikme olmaması gerektiğini düşündükleri bir gerçek. Basına sızan ayrıntılara göre Ahtisaari’nin taraflara önereceği plan Kosova’ya Bosna-Hersek’tekine benzer bir ‘kontrollü bağımsızlık’ verilmesini içeriyor. Plana ait diğer önemli bir ayrıntı da Kosova’nın IMF, Dünya Bankası ve hatta BM gibi kurumlara egemen bir devlet gibi katılabilecek olması.
Ahtisaari’nin planının Kosova’ya bir tür bağımsızlık getireceği bilinmekle beraber Belgrad’ın tepkisini yumuşatmak adına Kosova’daki Sırp azınlıkla ilgili ciddi düzenlemeler ve yaptırımlar da içermesi bekleniyor. Bu bağlamda plan Sırpların yoğun olduğu bölgelerde yeni bazı belediyeler kurulması, kültürel ve siyasal haklarının tanınması, Sırplara ait dini ve kültürel hafıza alanlarının koruma altına alınması gibi unsurları da içeriyor.
Rusya’nın veto edebileceği endişesiyle BM Güvenlik Konseyi’ne sunulacak rapora konulmayan fakat ayrı bir anlaşmayla üzerinde mutabık kalınan önemli bir husus ise Kosova’nın bağımsızlığını ilan edebileceği ve bunun başta AB ülkeleri ve ABD olmak üzere kimi ülkelerce tanınabilmesini sağlayacak bir yöntemin bulunacağı. Sırbistan’ın Kosova’yı tanımak zorunda kalmayacağı böyle bir düzenlemenin hayata geçirilip geçirilemeyeceğini önümüzdeki aylarda göreceğiz. Her halükarda Sırpların kendi kimliklerinin kurucu unsuru saydıkları Kosova’yı kaybetmelerinin hem Sırbistan açısından hem de Güneydoğu Avrupa’nın politik atmosferi bakımından ciddi sonuçları olacaktır.
Bu noktada AB’nin oynayacağı rolün yönünün belirleyici etkiye sahip olacağını kestirmek güç değil. Mayıs 2006’da özel olarak Sırp savaş suçlusu Ratko Mladiç’in Lahey’e teslim edil(e)meyişi, genel olarak da ICTY (Yugoslavya için Uluslararası Ceza Mahkemesi) ile yeterli işbirliği sağlan(a)maması üzerine askıya alınan Sırbistan-AB ilişkilerinin yeniden başlatılması kuvvetli bir olasılık. AB tarafından yeni bir havuç-sopa mekanizması geliştirilmesi gibi bir yöntem benimsenerek Kosova meselesinin yaratacağı gerilimin yumuşatılmaya çalışılması da oldukça muhtemel.
AB’nin güvenlik algısının bir tezahürü olan Balkanlar’daki istikrar arayışı AB’nin kendi güvenlik söylemi içinde tutarlı olmakla birlikte, Sırbistan’ın kendisinden beklenilen bu yaklaşımı sergileyip sergileyemeyeceği şüpheli görünüyor. Radikallerin Kosova ile ilgili olarak pusuya yatıp beklemeye geçmeleri bunun en açık göstergelerinden birisi. Sırbistan’daki demokratik blok içinde yer alan Koştunitza grubunun dahi her fırsatta yinelediği ‘milli hassasiyetler’ edebiyatının veya ırkçılığa varan kör milliyetçiliğin toplumun her katmanında varolabildiği bir ortamda Avrupa’yla bütünleşme prensibinin hayata geçirilememe olasılığı da ortada. Çok daha değişik bir projeksiyonla Kosovalı Sırpların Kosova’dan, Republika Srpska’nın da Bosna-Hersek Cumhuriyetinden ayrılarak ‘anavatan’a kavuşması ve bu yazının başında aktarılan fıkranın bir nebze de olsa tersine çevrilmesi gibi bir durumu özlemle, sabırla bekleyen insanların olduğu bir toplumdan bahsediyorsak AB’nin öngöreceği havuç-sopa politikasının da işe yaramayabileceği hesaba katılmalıdır.
Tüm bunlara rağmen, ılımlı ve dünyaya açılmaya yatkın Sırpların daha iyi bir geleceğe sahip olma umuduyla demokratikleşmeye yönelik politikalara destek vermesi de bir o kadar muhtemel. 21 Ocak seçimlerinde demokratik bloğun parlamentoda 2/3’lük bir çoğunluk kazanmış olması böylesi bir projeksiyonun daha mümkün olduğunu ortaya koyuyor. Fakat ülkenin içinde bulunduğu karamsar atmosferin siyasi kırılganlığı körüklediğini sürekli akılda tutmak gerek.
Sonuç olarak 1990’larda komşularının kâbusu olan Sırbistan bugün artık kendi kendisinin kâbusudur diyebiliriz. Son seçimlerin verdiği en önemli mesaj da bu: Sırbistan kâbustan uyanmakta zorlanıyor. Çözümlenmeyi bekleyen savaş suçlularının iadesi ve Kosova’nın nihai statüsünün belirlenmesi gibi meselelerden kaynaklanacak gerginliğin kimin hanesine artı kimin hanesine eksi puan yazacağı ortaya çıktıkça Sırbistan’ın geleceğine dair öngörüde bulunmak da kolaylaşacak. Milliyetçiliği ve yabancı düşmanlığını hiçbir biçimde elden bırakmamaya yeminli kemik bir kitlenin varlığı ise demokratikleşme yönündeki iradenin kırılganlığının devam etmesine sebep olacak. Bu bakımdan ne tesadüftür ki Sırbistan’ın geçirmekte olduğu bunalım Türkiye’nin yaşadığı sıkıntılarla ciddi biçimde benzeşiyor.
(31.1.2007)
HAYATİ GEÇİCİ