Nefret ve Cesaret

Hrant Dink’e kıydılar...

Hrant’ı, “hepimizin kardeşliği için, kana kana, doyasıya kucaklaşmak için, hepsi bu” demek istermiş, ruhundaki onca örselenmeyi göstermek istermiş gibi çaresizce, insanın ta içine dokunan bir çaresizlikle omzuna düşüveren başından, uzattığı boynundan vurdular. İşte, o kadar merhametsizce.

Hrant’ın öldürülüşünün, tam da Hrant’ın seçilmiş olmasının gösterdiği o mutlak merhamet yokluğu, o karanlık nefretin varlığı dondurmalı kanımızı asıl. Tam da Hrant’a yönelmiş olmasıyla ne denli korkunç, ne denli ilkel, ne denli kör oluşunu açığa vuran o nefretin bu topraklardaki mevcudiyeti, buradaki o nefret olanağı yerimizden etmeli her birimizi. Vicdan duygusunun yokluğuyla milliyetçi reflekslerin sonsuz çeşitlilikteki buluşma, içiçe olma, karışma, simbiyoz halleri kaçırmalı uykularımızı. Bilmeliyiz ki, o yüze ve sese -kıvançla, taptaze bir umutla, bir kez daha insanlığımıza güvenmek için sadece karşılaşmış olmanın yeteceği o yüze ve sese- bile kast eden bir nefret odağı, ayırt etmeksizin kendisi dışındaki her şeyi, her canlıyı menziline yerleştirebilir. O nefretin çünkü, fokurdadığı kükürt çukurunda, o nefreti bir parça da olsa ıslah edecek, o nefreti azıcık da olsa yüksüzleştirecek şeydir ta en başta yakıp yıktığı. Her türlü iyileştirme gayretinin tam karşısında duran, her türlü iyiliğe tümüyle kapalı bir kendilik nefretiyle yoğrulmuştur çünkü. Paradoksal görünebilir belki ama, muhatabında tam da değer verdiği, iyi saydığı şeyi –samimiyeti, iyi niyeti, açık sözlülüğü, mertliği- yok etmeye kalkışan o nefretin taşıyıcısı, nefretinin vahşiliği karşısında duyduğu dehşetin açığa çıkmasından korkar en çok. Seri hareket ihtiyacı duyması bu yüzden belki de. En sıradan bir insan ilişkisi karşısında bile, o ilişkiden kıymetli bir şeyler edinme, bir doyum, derinlik elde etme, zenginleşme, çoğalma ihtimaline saldırır doğruca... Ne kadar ürpersek, ne kadar iğrensek, ne kadar korksak yeridir.

Ama cesaret var bir de, cesur insanlar... Hrant Dink var...

Koşullar ne denli değişken ve olumsuz olursa olsun, verilecek en cesurca yanıtın ne olduğunu bilen kutup yıldızları var. Cesareti hepimiz için ete kemiğe büründürenler. Hakiki kahramanlar. Onların her seferinde tekrarladıkları cesur eylemlerin, sayısız cesaret örneğinin devasa mirasına sahibiz. Ve ne iyi ki, “Cesaret aynı (cesur) yolda devam etmenin ne demek olduğunu belirleyen koşulları yaratır”. Artık oradan geri dönmek olmaz.

Haddimi aşarak söylememe izin verilirse eğer; yetimhanede büyümüş bir Ermeni çocuğun, iki kere yağmalanmış, iki kere sekteye uğratılmış, iki kere silinmiş tarihine yönelik o tutkulu arayışını anlamak niye bu kadar zordu ki? Onun kökenlerine/köklerine yönelik yakıcı merakını, keşfetme arzusunu bu topraklardan başka hiçbir yerde doyuramayacağını bilmek için atacağımız adım ne kadar ufacıktı oysa. Düşünsel serüvenini, kendini belki de bu kez daha eksiksiz, daha telafi edici bir biçimde inşa etmek için açıklamalar arayan, bu yüzden de geçmişe bakmak mecburiyeti duyan –yerinde bir tavırla bunu hepimize öneren- huzursuz bir zihnin soluklanabileceği bir yer arayışı olduğunu, o masumiyeti fark etmek ne kadar kolaydı. Her birimizden daha çok -şimdi, ölümünden sonra, ölümün sadece bir adım uzağında olduğunu bilerek yaşamayı seçtiğini öğrendiğimize göre daha da çok- bu topraklara ait olduğunu, buralı olduğunu, başka hiçbir yerde yaşamaya katlanamayacağını görmek. Yine de bundan sonra, buradan başka hiçbir yerde yaşamaya katlanamayacak olmanın anlamını bulmayı umalım. Buradan başka hiçbir yerde yaşamaya katlanamayacak olma halinin kaçınılmaz olarak, karşı durulamaz bir zorunlulukla burada bulunmaya verdiği eşsiz değeri, olası bütün seçenekleri daha en baştan dışta bırakmış oluşunu, derin bir hürmet ve sadakatle bu topraklara ve insanlara bağlanmış olmayı... hepsini kapsayan çok katlı anlamını.

“Bana ait olmayan cennetlere gitmem. Avrupa’yı, Amerika’yı altın tepside sunsalar, gitmem. Gözünüzü seveyim... Her kök kendi toprağında... Benim köküm burada”

Tüm bunlar ortada duruyor, ve tüm bunları üstlenmek şimdi hepimizin boyun borcu ya... Bizi Hrant’sız öylece bıraktılar ya... Son zamanların en güzel ve en ümitlendirici sloganlarından biriyle, Hepimiz Ermeniyiz.


Seni uğurlamak için toplandığımızda, sessizce yürürken öylesine çoktuk ki. Mucize gibiydi. Hepimize verilmiş eşsiz bir armağan gibi. Seni öz kardeşi sayacak kadar bilmiş, seni kaybettiği için ufalmış ufalmış, azıcık kalmış bir arkadaşım, “Hrant, buna inanamazdı” dedi. O büyülü hakikate işte, sanki tam tersinden dokunmak istiyordu. Senin tam da buna inandığına. Orada uçsuz bucaksız, sapsarı bir buğday tarlası olmuş öylece akarken biz, hepimiz; bizi de inandırdığın şeye senin aslında en başından beri inandığına şahitlik ediyordu. Şimdiden geriye bakarak daha iyi anlıyoruz ki, bizatihi varlığın (neysen o kalma doğrultusundaki inatçı kararlılığın), bu toplumun zihniyet dokusunda yepyeni olasılıklara kapı aralayan yırtılmalardan/kırılmalardan birisi olmuş. “Bir hakikat öznesinin oluşumuna girmek, ancak başımıza gelen bir şey olabilir” çünkü. Fikirlerimizin gücüne inandığımızda, varlığımızı kendiliğinden devrimci tahayyül gücünün imkanlarına açtığımızda, hem şimdi-burada hem de gelecekte varolmayı, “muktedir olduğumuzu bilmediğimiz şeyin zuhur edişini” idrak ettiğimizde olacak olanlara. Senin kendi hayatından yaptığın şeyi anlatmak istiyordu. İnsanın kendisi için en dayanılmaz, en acı tecrübeleri dahi -o açık yaraları-, şefkatle, sabırla taşıyabilme gücüne...

Senin arkanda, kalbimizin acısını tuta tuta yürürken hatırladığımız şey, senin eyleminin bize hatırlattığı şey; “‘Biri’ olma sıfatımla, kendi varlığımı aşmayı nasıl sürdüreceğim” sorusuydu. İnsana özgü biricikliği tümüyle içeren kapsamı, insanın çekirdeğine uzanan derinliğiyle o soruyu ıskalayan bir varolma hali, insanı arayacağımız yer değildir. Şuraya bakacağız: Geleceği yaratabiliriz...

Hrant, kardeşimiz, ışıklar içinde uyu...