Hrant Dink’in göz göre göre öldürülmesi mi daha asap bozucu, yoksa olayın hemen akabinde resmî ağızlardan verilen demeçlerin kaypaklığı mı... bilemiyor insan.
“Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor” mesajı kadar mekanik ve bilindik taziye, kınama sözleri çarçabuk sarfedilip laf hep “tam da Ermeni soykırımı yasa tasarısı için ABD’de kritik bir dönemece girilmişken...” mealinde tesbitlere getiriliyor. Sanki mesele hadisenin kendisi değil de, zamanlamasıymış gibi. Belli ki Pamuk’un Nobel’i almasına sevinemeyenler, aynı nedenlerle Dink’in katledilmesine de üzülemiyor.
Aynen Lady Diana’nın ölümü karşısında Kraliyet ailesinin samimi bir elem ifade edememesi gibi. Ama yine de bizim devlet erkanına kıyasla fersah fersah daha samimi bir tepki(sizlik) idi Kraliçe Elizabeth’inkisi; zat-ı şahaneleri, ancak halkın yoğun baskısı üzerine, günler sonra zuhretmişti kameralar karşısında, alabildiğine gönülsüz, zoraki. Putin, daha yeni bir örneği. 7 Ekim 2006’da evinin asansöründe beş kurşunla can veren, Çeçenistan’daki kirli savaşın vicdanı, Rus muhalif gazeteci Anna Politkovskaya’nın ölümüne dair, ancak üç gün sonra, bir beyanatta bulunmuştu Rus Devlet Başkanı – o da yabancı basının ısrarıyla, güç bela. Ve Hrant Dink’in bu Rus muadilinin katli karşısındaki mendebur tutumuyla dahi, Türkiye’deki kendi muadilinden daha dürüst bir tavır sergilemişti Putin.
Bizim bürokrat ve siyasetçilerdeyse elem, esef, lanet vs. lafları gırla ama aslında ortadaki tek samimi hissiyat, hadisenin yurtdışında bulacağı yankının milli çıkarları zedeleme ihtimaline karşı duyulan tedirginlik ya da memleketin huzuru kaçacak endişesi. “Hrant Dink’ler ölmez, vatan bölünmez!” diye formüle edilebilecek bir ucube hissiyat onlarınkisi, Nazım okuyan Türkeş misali.
Yarım ağız taziyeler resmî ağızlara mahsus değil, tabii ki. Zaten hep iktidarın dilini konuşagelmiş kalem erbabı da aynı telden çalmakta. CNN-Türk’ün radyo yayınında dinlediğim Oktay Ekşi, onun hemen peşisıra basın açıklaması yapan Erdoğan’la neredeyse harfiyen aynı şeyleri söyledi, “meslektaşının” suikastinin Ermeni lobisinin emellerine alet edilebileceğine dikkat çekmeyi zinhar ihmal etmedi. Köşeyazısına, Dink’in ölüm haberi karşısında “Olmaz, olmamalı!” diye isyan ettiğini aktararak başlayan Hıncal Uluç, birkaç cümle sonra çıkarıveriyordu ağzından baklayı: “Türkiye’yi karıştırmak isteyenlerden, Ermeni tezlerine yeni bir dayanak yaratmayı düşünenlere kadar bu ölümden menfaat umanların sayısı o kadar çoktu ki”.
Bir tek, cinayetiyle TC’yi zor duruma düşürdüğü için Dink’e sitem etmedikleri kaldı, ölüye hürmeten! Mübalâğa değil maksadım. Madımak cehenneminden kıl payı sağ kurtulan Aziz Nesin’e yöneltilen “kışkırtma” ithamlarını hatırlayalım.
Nesin ile Dink’in hayatları bir başka manidar düzlemde daha kesişiyordu. Zira Nesin’in, en çok değer verdiği eserlerinden birisi kendi adını taşıyan, kimsesiz ve yoksul çocuklar için kurduğu vakıftı. Hayır, Dink’in çocukluğunu geçirdiği yetimhane orası değildi, zaten bu kronolojik olarak mümkün de değildi ama Aziz Nesin Vakfı çocuklarının büyütüldüğü sevgi dolu, barışsever, dayanışmacı ortam düşünülürse, o yetimhaneden çıkmış olması daha akla yatkın sanki. Gelin görün ki hiçbir iyiliğin cezasız kalmadığı güzide memleketimizde, daha geçenlerde, işlemedikleri bir tecavüz suçu için Bayrampaşa Cezaevi’nde falakaya yatırılmıştı Vakıf sakini gençlerden bazıları.[1] Dink ise “yetim Ermeni çocukların iaşesine tahsis edilmiş vakıf mülklerini akıl almaz bir hukuksuzlukla gasbetmeyi milli hak diye savunmakta ısrarlı bürokratlar”a karşı mücadele vermekteydi.[2] Yetimhanelerle, yetimlerle uğraşanların, uğraşanlara göz yumanların taziyelerine kulak asmamız bekleniyor şimdi.
Bu yarım ağız taziyelerdeki samimiyetsizlik o kadar kanına dokunuyor ki insanın, hani neredeyse “iyi oldu vatan hainine!” diye tepkisini alenen dillendirenlere bir nebze daha fazla saygı duyası geliyor. Kaç yerinden kurşunladığı halde mucize eseri kurtulan Akın Birdal’a mahkeme salonunda “seni kurşun manyağı yaparım” diye tehditler savuran “yavuz hırsız”ın fütursuzluğu, ona bu cüreti veren kendileri değilmiş gibi vakur pozlara bürünenlerin riyakârlığının yanında -insanın dili varmıyor ama- daha muteber kalıyor. Hasbelkader Birdal gibi kefeni yırtıp tetikçisiyle yüzleşmek için duruşmaya gelebilecek olsaydı, Türklüğü aşağılamaktan kendisine 6 ay mahkumiyeti reva görenlerin huzuruna çıkıyor olmayacaktı sanki Dink.
301. maddeden aldığı bu ceza çok koymuştu Hrant Dink’e, son yazdıklarından, röportajlarından biliyoruz. Sonsuz bir iyimserliğin bile sonunu getirmeyi becermişti cübbelilerimiz. Ceza için gerekçe gösterilen yazısında, daha doğrusu ibaresinde “pis Türk kanı” demişti Dink, Ermenilerin Türkleri ezeli düşman bellemişliğinin ketleyici nefretine atfen. Barış ve uzlaşma adına bünyelerinden bu nefreti atlamaları çağrısını yapıyordu Ermeniler’e, bir Ermeni olarak böyle bir telkinde bulunmak hiç kolay olmasa da. Ama “pis” ve “Türk kanı” yanyana gelmişti ya bir kere, bağlamın kıymeti yoktu artık. Halbuki ben biraz evvel ne kadar “iyi oldu vatan hainine!” dediysem, Dink de o kadar “pis Türk kanı” demişti işte. Dink’den yana çıkan, üç profesörün imzaladığı bilirkişi raporu da yetmedi. Anlatamıyordu meramını bir türlü Dink, uyanamıyordu ne yapsa bu Kafkaesk kabustan. Yaşarken ona dünyayı böyle zindan edenlerin, ölümüne üzüldüklerine inanacağız şimdi, öyle mi?
Ve fakat bütün faturayı resmî makamlara ve onların medyadaki dalkavuklarına kesmek hakkaniyetli olmaz. Zira Dink’in akîbetinin vebali, hayattayken ona yeterince sahip çıkmayan, adliye önlerinde Kerinçsiz ve çetesine meydanı boş bırakan herbirimizin boynuna. Keşke cenaze alayındaki örgütlülüğümüzü, yad etmedeki hünerlerimizi iş işten geçmeden seferber edebilseydik. Pamuk’un kitaplarını okuyan her bin kişiden yalnızca biri, Dink’in cenazesinde sokaklara sığmayan kitlenin küsuratı o akla ziyan davalarda boy göstermiş olsa, bugün belki de... Şimdi en şairane ifadeler, en dokunaklı sözler... artık hepsi nafile. Zaten “ruhumun güvercin tedirginliği” diyerek bize bir şey bırakmamıştı söyleyecek, Hrant Dink. Ve evet, “yarım ağız” değil üzüntümüz, serzenişlerimiz ama Dink’in ardından çoğumuz günah çıkarır gibiyiz.
“Bu kurşunlar aslında Türkiye’ye sıkılmıştır” hamaseti Nasreddin Hoca’nın kedi/ciğer fıkrasını anımsatıyor bana o yüzden. Hrant Dink’le özdeşleştirilen Türkiye nerede sahi? Yok, o Türkiye bu Türkiye ise Hrant Dink nerede peki?
[1] Can Dündar, ‘Ölüsü bile uğraştırıyor,’Milliyet, 16 Ocak 2007.
[2] Ömer Laçiner, ‘Milliyetçiliğin Doğası’ http://www.birikimdergisi.com/birikim/guncel.aspx.