Türkiye’nin toplum ve devlet olarak bir çözülüş ve çürüme süreci yaşamakta olduğu her geçen gün daha açık kanıtlarıyla su yüzüne çıkıyor. Haziran ayının geniş yankılar uyandıran iki olayı bu ürkütücü gerçekliğin çarpıcı tezahürleridir.
Tüm güvenlik kuvvetlerinin “duygu ve düşüncelerine tercüman” olduğu, bizzat Emniyet Genel Müdürü tarafından da belirtilen Necdet Menzir, devlet aygıtının iç işleyişini, bürokratik işlevin içeriğini düzenleyen yasa, kural ve gelenekler olarak devletin, artık var sayılamayacağının kanıtını vermiştir. Onun iktidar ortağı bir partiyi alenen suçlayıp, tehdide dahi cüret edebilmesi, şimdiye kadar en partizan hükümetler zamanında bile –muhalefete dönük olsa dahi– ihlaline izin verilmemiş bir bürokratik temel kuralı meydan okurcasına çiğneyebilmesi, buna rağmen, onu görevden alabilmek için zatına daha yüksek bir paye teklif edilmesinin düşünülüyor oluşu ve ortada bütünlüklü bir devlet mekanizmasının olmadığının en açık göstergesidir.
Görünen odur ki, devletin her aygıtı, özellikle de güvenlik aygıtları özerk güçler haline gelmiş ve devleti kâğıt üzerinde temsil eden siyasal iktidar, bu özerkleşme realitesini, bu konfederasyona benzer durumu kabullenerek iş görmektedir.
Bu olay nasıl devletin çözülmüşlüğü olgusu ile ilişkili ise Bay Ayvaz Gökdemir de çürümenin hangi düzeylere “yükseldiği”nin kanıtıdır. Onu hâlâ kendisini temsil eden bir bakan olarak yerinde tutan devlet, böylece maganda üslûbuyla ve mantığıyla konuşmayı da kendine yakıştırabildiğini, bundan pek de rahatsız olmadığını tescil ettirmiş oldu. Bu noktada sıkıntı sadece başkalarından özür dileme zorunda kalmaktan ötürüydü. “Biz”e göre bu bakan gerçek duygu ve düşüncelerimizi ifade etmişti, yani “esas”ta yanlış bir şey söylememişti. Ancak “esas”ımızı başkalarının yadırgamayacağı vitrinlerle örtmeyi ve o başkalarının “esas”ımızın bu vitrindeki gibi olduğunu sanmasını gelenekleştirmiş olan devletimiz, vitrindeki bu mahlûku izah etmekte bir hayli zorlanmıştır. Ama o sakil geleneğinin gereğini bile yerine getirmekten acizdir artık. Gerçi o vitrin geleneğine tutunmayı hâlâ sürdürenler, Ayvaz Gökdemir’in bizi “alem”e rezil ettiğini ve mutlaka istifa etmesi, ettirilmesi gerektiğini söyleyip durmaktadır ama, anlaşılan Ayvaz Gökdemir’e hak verip destekleyen güç, artık o gelenekten daha ağır basmaktadır.
Gerek Menzir ve gerekse Gökdemir, o güce yaslandıklarını özellikle belirttiler. Büyük çoğunluğu ile, en azından şu sıralar sesini en fazla yükseltebilen kesimlerce temsil edilen haliyle “halkımız”ın samimi duygu ve düşüncelerini dile getirdiklerini söylediler. Ne yazık ki pek de yanlış değildir bu sözler. Menzir’in insan hakları ihlâllerine karşı çıkan “içimizdekiler”e, Gökdemir’in de aynı karşı çıkışı “dışarıdan” yapanlara karşı söylediklerinin daha ağırını bu “halkımız” tereddütsüz onaylamaktadır. Menzir vakasında bu “halk”ın onayı neredeyse tamdır. Ayvaz vakasında ise ortada “Batı”ya karşı söylenme gibi bir boyut olduğundan tarihî komplekslerimiz devreye girmeye, “rezil olduğumuz” bu açıdan ifade edilmektedir.
Bu “halkımız”a göre insan hakları ihlâllerinden, binlerce “faili meçhul” cinayetten, Gazi Mahallesi türünden olaylara kadar “genişletilen” ölü ele geçirme uygulamalarından dolayı kendi adımıza utanç ve infial duymamız, rezilce bir durumda olduğumuzu düşünmemiz söz konusu bile olmamalıdır. Bunların normal olduğuna bizi inandıracak gerekçelerimiz vardır. O gerekçelerin “hakkın kaynağı güçtür” veya “güçlü olan haklıdır” mantığına pek uygun, bunlardan türetilmiş gerekçeler olması da, o “halkımız”ca normal karşılanacaktır.
Bu normal karşılamanın gerisinde, güç ve otoriteye ilişkin tarihsel mirasımızın, 1980’li yılların her tür etik değer ve kaygıyı un ufak eden koşullarında postmodern kılıkla yeniden dirilmesi olgusu yatmaktadır. Dolayısıyla bu toplumun tipik bireyi, gücün, otoritenin karşısında başeğmekten, ona teslim olmaktan “utanmadığı” gibi, güce sahip olunduğunda, onu sınırsız biçimde kullanmaktan da “utanmamak” gerektiğine inanır. Tam teslim ast olabildiği kadar, kolaylıkla astını post gibi ezen üst olabilen tipik insanların oluşturduğu bu postmodern halkımız için, güç ve otoriteyi elde tutanları sınırlayan “insan hakları” gibi bir engeli meşrû addetmek hayli zordur. Bu hakların özel olarak güç ve otoriteyi resmen elinde tutanlara karşı konulmuş güvenceler olduğunu bir türlü idrak edememenin, insan haklarının bu özgül mahiyetini tanımaktan ısrarla kaçınmanın ve o nedenle de insan haklarının her gündeme gelişinde “polisin de insan hakları yok mu?” ya da “PKK da insan haklarını ihlâl ediyor” demenin, polislerin “insan hakları-polis düşmanı” sloganlarına alkış tutmanın gerisinde bu kıraç anlayış yatmaktadır.
Menzir olayının sıcaklığı hâlâ sürmekteyken, iki yıl önce güvenlik güçlerinin “ölü ele geçirdikleri” üç Dev-Sol mensubu ile ilgili davada polislerin yargılanmasını aslında protesto eden ve bu protestosunu tam bir gövde gösterisi biçiminde yapan aynı İstanbul polisinin bu hareketi karşısında kimsenin çıtı dahi çıkmadı. Çevresinde tam teçhizatlı motosikletli polislerin hünerlerini göstererek tur attığı, bine yakın polisin yerleri titreterek yürüdüğü bir binada hukuk devletinin vitrin icaplarını yerine getirmeye çalışan savcı ve hâkimlerin de herhalde yegâne kaygısı, o polis ve onlara alkış tutan “halkımız” tarafından “yanlış anlaşılmak” olmalıydı. Bir milletvekiline alanen meydan dayağı atan mensuplarını adliyeye teslim etmeyerek “koskoca” TBMM’yi bu durumu sineye çekmeye mecbur etmiş bir “teşkilat”ın, adliyeye verilecek bir hesabı olabilir miydi? TBMM ile ilişkisi bu seviyede olan o teşkilat, o güç, gerektiğinde Meclis’e birkaç kez haddini bildirmiş olan Ordu ile eş değilse de, ona yakın bir güç odağı değil midir?
Devletimiz güçlü değil, “çok” güçlüdür artık. Güçlerinin bu çokluğu karşısında “halkımız”ın siyasal tercihleri de “güçlerden güç beğenme” kıstasına göre oluşabilir bundan böyle.
Gerçek anlamıyla siyasetin bitişi demektir bu. Siyasal partilerin, savunur gözüktükleri ideolojilerinin bizzat çürütücüsü haline gelip, çıplak çıkar şebekelerine dönüşmelerini tamamlayan devletin de çıplak güçler toplamı haline gelişi olgusuyla Türkiye’nin “modernleşme dönemi”nin siyaset platformu fiilen kendi kendini imha etmiş olmaktadır.
Hem –ancak siyasette devrim anlamına gelecek– yepyeni bir siyaset zemini için, hem de tam aksine güçler cangılının karanlığının oturması için vakit gelmiş veya meydan boşalmış demektir bu. Birinci ihtimalin gerçekleşmesi fizik güçten ziyade ve asıl onun karşısına çıkabilmek için moral ve etik güçlülüğe, insanî donanıma sahip olduğumuz, sahip olmanın gereğine inandığımız ölçüde mümkündür. İkincisi için ise birey ve topluluklar olarak olduğumuz gibi kalmamız yeter de artar bile.