Psikanalitik nesne ilişkileri kuramı; 1) Kişilerarası ilişkilerin kaynağı ve doğasına, 2) İntrapsişik yapıların kaynağı ve doğasına ve bunların halihazır kişilerarası ilişkiler bağlamında başkalarıyla kurulmuş tarihsel (tarihsel/içselleştirilmiş) ilişkilerin yeniden aktive olması, modifiye ve fikse olmasından kaynaklanıyor olmasına ilişkin psikanalitik çalışmayı temsil eder. Aynı kuram; kişilerarası ilişkilerin içselleştirilmesi ve bunun normal ve patolojik ego ve süperego gelişmelerine yaptığı katkı ve intrapsişik ve kişilerarası nesne ilişkilerinin karşılıklı etkileri üzerinde çalışır.
Sözkonusu kurama göre; insan egosu doğumda bütünlüklü haliyle vardır ve henüz farklılaşmamış nesnesi (=öteki) ile göreli basit bir ilişki içindedir. Giderek nesnelerle, özellikle de anneyle yaşanan erken deneyimlerdeki engellenmelerin –kötü deneyimlerin– bir sonucu olarak o nesneyi kontrol etmek kaygısıyla nesneyi içselleştirmek şeklinde bir defansif tavır geliştirilir. Daha sonra yine defansif amaçlarla çeşitli nesneler ve nesne ilişkileri biçimlendirmek için nesne deneyimleri iyi ve kötü olarak bölünür. Bu bölünmüş nesnelerle ilişkilerini sürdürmek için egonun karşılık gelen parçaları arasında da bir bölünme meydana gelir ve ego baştaki içsel birliğini/bütünlüğünü yitirir.
O bütünlüğün yeniden gerçekleştirilemeyişi ve egoda süregiden bu bölünmelerin varlığı şizoid duruşun/varoluşun temel özelliği ve meselesidir. Dolayısıyla şizoid varoluş en önce önemli nesnelere ilişkin olarak id’den kalkışan tehdit edici itkilerin (impuls) kontrolünden daha ziyade, kendi bütünlüğünü yeniden oluşturarak bütünlüklü nesne ilişkileri kurmaya muktedir bir egoya sahip olamayışla malûldür. Bu zayıf, frajil ve infantil ego nedeniyledir ki; nesne sürekliliği sağlanamaz ve bütünlüklü nesne ilişkileri kurulamaz. Burada karşılıklı bir ilişkinin yürürlükte oluşunu not etmek gerekiyor: Bir yandan nesneler dünyasıyla başedemeyen bu infantil ego nedeniyle, emosyonel hayatındaki aslî nesnelere ilişkin bir tutarsızlıkla bölünen ve içsel bütünlüğünü kaybeden şizoid söz konusu bu çaresizliğinin/yazgısının kurbanı haline gelirken; diğer yandan içselleştirdiği nesneleri iyi ve kötü yanlarıyla birleştiremediği ölçüde mutlak iyi ve kötü nesneler halinde bölüp, nesnelerindeki bu bölünmeye koşut olarak kendi egosunda da bir bölünmeye uğramaktadır.
Mental bozuklukları sınıflandıran DSM sisteminin son versiyonunda (DSM-IV) bir tanı kategorisi olarak yeralan şizoid kişilik bozukluğu için oluşturulmuş tanı ölçütleri şunları kapsamaktadır:
• Gençlik erişkinlik döneminde başlayan ve değişik koşullar altında ortaya çıkan, sürekli, toplumsal ilişkilerden kopma ve başkalarıyla birlikte olunan ortamlarda duyguların anlatımında kısıtlı kalma örüntüsü. Ve aşağıdaki özelliklerden en az dördünün bulunmasıyla karakterize durum.
1- Ailenin bir parçası olamadığı gibi, ne yakın ilişkilere girmeyi ister, ne de yakın ilişkilere girmekten zevk alır.
2- Hemen her zaman tek bir etkinlikte bulunmayı yeğler.
3- Başka biriyle cinsel deneyim yaşamaya karşı ilgisi varsa bile çok azdır.
4- Alsa bile çok az etkinlikten zevk alır.
5- Birinci derecede akrabaları dışında yakın arkadaşları ya da sırdaşları yoktur.
6- Başkalarının övgü ya da eleştirilerine karşı ilgisiz görünür.
7- Duygusal soğukluk, kopukluk ya da tekdüze bir duygulanım gösterir.
Belki zaten biliyorduk. Şimdi daha çok farkediyoruz: İdealize edilmiş bir özel hayatın kapitalist toplumun temposu, düzensizliği ve kıyıcılığı/vahşiliği karşısında ve bir teslimiyet duygusu eşliğinde bir seçenek gibi algılanması ve sunulması; ters bir etkiyle özel ve kamusal alanlar arasındaki ayrımda bir silinmeye neden olurken, diğer yandan da bizi nesneler dünyasında açık bir bölünmeye marûz bırakıyor. Kamusal hayata ilişkin olarak duyulan yoğun korku nedeniyle o özel hayatın bir kaçma reaksiyonu olması ve dolayısıyla idealize edilmesi ölçüsünde, adı geçen iki alan arasındaki sınırın güvenliği de -paradoksal bir biçimde- tehlike arzediyor.
Sonuç olarak; toplumsal hayatın alanı olarak kamusaldan bu korku/endişe yüklü çekilme, kendi içinde ötekilerle ilişkinin bir hayli mesafeli ve kontrollü hale geldiği özel bir toplumsal etkileşim tarzı ve alanı yaratıyor. Nesneler dünyasındaki bu bölünme bizi kişiselliği ve daha özel olarak da kişisel mahremiyeti koruyarak toplumsal yaşama katılmanın handiyse olanaksız hale geldiği netameli bir eşiğin önüne savuruyor. Ötekilerle ilişkide güdülen o kontrol ve mesafe kaygısı/zorlantısı, kapalı ve bütün referanslarını sonsuz bir bükülmeyle kendi içinde bulan minik çevrelerin/grupçukların harcı ve zemini oluyor. Bu mesafeli ve kontrollü temas çok fazla da -çok doğal olarak- sürdürülemiyor. Çünkü o zeminde ve o harçla oluşturulan bir toplumsallık (yalancı-toplumsallık demeyi deniyorum) içinde kişiselliğin/tinselliğin, artık sadece mimiklerden, beden hareketlerinden, giysilerden, davranış stillerinden, eğlenme biçimlerinden, yemek ve müzik alışkanlıklarından okunabilir bir şey olduğu yazılı (o çerçevede fazla seçeneğiniz de yok zaten). Ötekilerin bilgisini onlarla yaşanan bir ilişkiden değil de onların gözleminden çıkarsanabilir sanmaya başlıyoruz: Bir klinik durum ve hâkim belirti olarak böylesi bir yanılsama.
Böyle olunca, ama galiba daha çok neden böyle olduğuna gelince: Artık inancın ve ütopyanın herhangi bir anlam ifade etmediğini, sadece olguların ve “şimdi/burada” bulunanın kendi başına yegâne gerçek addedildiği, görüntünün/görünenin zaten/her zaman anlamı deklare ettiği ve gözlenebilir olanın ötesinde bir şey olmadığını vaaz eden bir felsefi/ideolojik tavrın uzantısında duruyor olma halimiz sanki. O tavır; artık başkalarıyla empatik bir titreşim içinde olmayı, yani başkalarının yaşadıklarına/deneyimlerine ait içsel referans çerçevelerini, duygularını tanımayı, “sanki oymuşsun gibi tanımayı”, halden anlamayı imkânsız ve gereksiz kılıyor.
Yukarıda sözü edilen o sürekli gözlenir/görünür olma kabusuna karşı geliştirilebilen biricik savunma çekilme ve sessiz kalma oluyor. Artık birbirimize hakikaten el olma/yabancı olma halini de içeren bu sürecin sonunda ötekine doğrudan seslenme/söyleşme hakkını ve imkânını da yitiriyoruz. Nihayet kamusal alan; içinde izole bireylerin umutsuzluk ve çaresizlik içinde bir özel mekândan bir diğerine koşuşturdukları bir koridorlar ağına dönüşüyor. En vahimi de belki şu: Diğerleri tarafından sürekli bir okunma/gözlenme kipinde yaşıyor olmanın bilgisiyle bizatihi duygulanım kapasitemizi habire buduyor, boğuyoruz. Kamusal bir hayat kendi gerekleri uyarınca sürdürülemez oldukça özel olanın bir projeksiyonu olarak varolabiliyor. Böylece kamusal hayatın alanı giderek artan ölçülerde kişilik kültlerince işgal edilmeye müsait hale geliyor. Artık örneğin; kibarlık/nezaket gibi bir insanî erdem, bir başkasının gerektiğinde sorumluluğunu duymak ve yükünü omuzlamaktan, başkalarının acısını hissetmek ve o acıyı onarmaya çalışmaktan (bunların eksikliğinde ne kalır ki bizden geriye) bir kaçışın gerekçesi yapılabiliyor. Psişik hayatı karakterize eden şey artık nesne ilişkilerinden dehşet verici bir çekilme sürecidir. Bu sürecin sonundaki yıkıcı tehlike; bütün nesne ilişkilerinin kaybı ve böylece bir yokolmadır. Yokolmadır; çünkü insanî deneyim ve davranışın temel koşulu/motivasyonu başkalarıyla kurulacak teması arama ve sürdürme halidir. Keza; benzer bir biçimde sağlıklı bir olgunlaşmanın tayin edici kertesi ötekiyle çok yönlü ve yakın bir ortaklığı/karşılıklı olma halini/birlikteliği varetme kapasitemizdir.
Burada aynı anda ve çok doğal olarak egoyu koruma kaygısıyla yönlenen bir başka süreç başlar: Gerçeğe kaçış şekline bürünen savunmacı bir tavırla karakterize bu süreç o umutsuz izolasyon duygusunu tolere etmeye ve savuşturmaya matuf özellikleriyle somut nesneler dünyasına ilişkin zorlantılı (kompulsif) bir ilgiyi kışkırtır ve şekillendirir.
Anılan özellikleriyle gerçeğe kaçış tavrının olağanüstü bir esneklik edinerek yöneleceği dünya, öncelikle bildik metalar dünyası olacaktır. Handiyse bir mal öforisi halini alan malların biriktirilmesi/istif edilmesi o tavrı temsil etmesi itibariyle bir hayli tipiktir. Zamanımızda büyük çoğunluğun yaşadığı o müthiş değersizleşme ve aşağı olma duygusunun biricik telafisini tüketim olanaklarına sahip olmaya eşdeğer görmesinden söz ediyorum.
Rollo May’in söylediklerini aktarıyorum: “... duygusuzluk, dünyanın baskısı altında kişinin içe dönmek zorunda kalmasıyla gündeme gelir; birey bu yüzden yeni bir kimlik problemiyle yüzyüzedir: ... Böyle başlayan sürecin bir adım ötesi duygusuzluk, daha sonrası ise şiddete başvurmaktır. May, duygusuzluğu seks olgusu içinde incelediğinde, kişinin ‘ölü’ olmadığını kanıtlamak için sekse abandığını anlatır. İç yaşam kuruduğu, duygu azaldığı zaman duygusuzluk artar, kişi dokunamazsa, şiddet, iblisçe bir zorunlulukla olası olan en dolaysız dokunma itkisi halinde ortaya çıkar. [ç.n.]
... Cesaret, daha çok umutsuzluğa rağmen ilerleyebilme yetisidir... Bu, cesaretin başlıca özniteliği bizim kendi varlığımız içinde onsuz kendimizi bir boşluk olarak hissedeceğimiz merkezileşmişliği gerektirmesidir. İçteki ‘boşluk’, dışla bir duygusuzluk ilişkisidir; ve uzun vadede, bu duygusuzluk korkaklık olarak birikir”. (Yaratma Cesareti, 5-6).
Bir diğer kompulsif ilişki/bağlanma cinsel ilişkiler alanında zuhur eder. Kompulsif cinsel deneyimler diğer yandan, şizoid patoloji içinde bir gerçek duygusu yaşamanın, o duygunun bir tür gaspının imkânını sunar.
Ancak; bu biçimde girişilen gerçeğe kaçışlar iki nedenden ötürü sık olarak başarısızlığa mahkûm olacaktır: 1) İçsel dünyaya temel bir inançsızlığın sürüp gidiyor olması ve, 2) İhtiyacını duydukları nesne ilişkilerine ait yatırımları, o ilişkinin tecellisi halinde şizoid bir paniği uyarmaya bir hayli müsait olduğundan. Dolayısıyla; yoğun, rekabete dayalı veya cinsel bir ilişki korkusu bir kavşağa işaret eder. Sözkonusu bu şizoid ikilemin yaygın ve akut olduğu ölçüde hangi tarzda çözüleceğini büyük ölçüde halihazır sosyo-kültürel bağlam belirler ve giderek o çözümler ait oldukları sosyo-kültürel ortamı şekillendirmeye koyulur. Bugün belki de dinî/mistik ilgilerin/cemaat yapılarının bu denli çoğalmasının ve patlamasının dinamiklerinden birisi bu çerçeveye oturuyor. O ilgi ve yapılar deyim yerindeyse yukarıda anılan gerçekliğe kaçma savunmasını ters yüz ediyor ve bizzat o savunmadan bir kaçış seçeneği işlevi görerek şizoid daireyi tamamlıyorlar. Bir yenilgi olarak da görülebilir olan şizoid ikilem için bir mazeret kodlayarak iş gören bu seçenek, diğer yandan regresif bir tarzda destekleyici alt-kültürlerin yaratılması yoluyla egoyu ayakta tutmaya yarayan bir ilişkiler matriksi sunuyor.
İlişki ve davranışlarımızın kararlaştırılması ve örgütlenmesinde kompülsif bir akılcılık tavrının benimsenmesi bir diğer gerçekliğe kaçış örüntüsünü temsil eder. Bu nokta tam da pazar akılcılığının ve bürokratik aygıtın bireysel psikolojilerimizin nazik alanını işgal edişinin hikâyesidir. Artık bireysel dünyalarımızda her daim hükmünü yürüten bir dizi psikolojik savunma düzeneği piyasadan ve bürokrasiden devşirilen materyalle düzenlenir. Marksizmden sonra biliyoruz ki; kapitalist üretim koşullarında ürünün somut kullanım-değerlerinden değişim-değeri soyutlanır ve üretimin ürünlerinin değerleri olası kullanım-değerleriyle değil, fakat değişim-değerleriyle yeni pazardaki değerleriyle belirlenir. Değişim-değeri bir soyutlamadır ve ürünün somut/yararlı özelliklerinden rasyonel olarak soyutlanmıştır. Şu da söylenmiş oluyor: Aynı anda ve böylece ürünlerin kullanım-değerleri bu soyutlama sürecinde bastırılmıştır (represe edilmiştir). Bu soyutlama ve represyon süreçleri aynen kullanım ve değişim değerlerinin mantığı uyarınca tek tek bizleri bu hayata uydurarak hizaya sokar. Artık her şeyin değerinden, piyasada belirlendiği ve geçerli olduğu ölçüde söz edilebilir olacağını esas kabul ederiz. Bütün hayatımızı o lanet olası değişim değerlerimizi çoğaltmak eksenine oturturuz. Bedensel/zihinsel bir bütün olarak hayatımızın somut ihtiyaç ve duyumları (id dünyası) bastırılarak onlardan piyasanın makul, akılcı, hesaplı dünyasında yerini almasını hakedecek (aynı zamanda o bastırma fiilinin amili olan) rasyonel bir ego soyutlanır. Yani ego’nun rasyonalitesi/geçerliliği piyasanın değişim ilişkilerindeki hâkim rasyonalite ile uyumlu olduğu kadardır, o ölçüdedir. Sonuç olarak id’den doğan ve id’i bastıran ego kapitalist toplumsal koşullara teslimiyetimizi de garanti eden güçtür.
SONSÖZ
Öyleyse iki bildik toplumsal kuruluş: Bir yanda temel bir kapitalist dinamik olarak; mevcut bütün ayrım çizgilerini –kişisel, cinsel, mesleki, bölgesel vb.– mutlaklaştıran atomizasyon süreçleri ve halihazır yabancılaşmış iş/faaliyet sistemleri; diğer yanda o yabancılaşmış iş/faaliyet sistemlerine ikâme edilecek aynı zamanda tek tek her bireyin kendi üretici/yaratıcı potansiyellerini özgürce dışavuracakları topluluklar ve o toplulukların temel bir ön şartı olarak o atomizasyon süreçlerine direnç ve belki de ben/öteki ayrımını bir hayli silikleştirmeye aday bir ben/öteki ilişkisi.
Bir yanda bireycilik, bencillik, sadece kendi çıkarlarını çoğaltmaya ayarlanmış bir kişilik yönelimi; diğer yanda dayanışma, özveri, diğerkâmlık, dostluk –dostluğu kendi gerekçemiz yapabilme insanî kapasitesi, kendi varoluşumuzun kaçınılmaz koşulu olarak ötekilerle gerçekleştirdiğimiz etkileşimler ve bu etkileşim alanına ait arzularımızın aktüelleşmesi ölçüsünde ötekilerin bağımsız varoluşları ve haklarına ilişkin saygı–. Ben böyle anlıyorum: Düpedüz; bir yanda kapitalizm, bir yanda sosyalizm.
Freud’un yaşamının sonlarında dürtü kuramında yaptığı değişiklik uyarınca; Libido eros ile yerdeğiştirir. Kuramın başlangıçtan itibaren sebat eden ikili yapısı uyarınca eros’un (yaşam dürtüsünün) karşısında da Thanatos (ölüm dürtüsü) yer alır. Buna göre yaşayan bir varlık kendi içsel hareketiyle sadece ölüme varır, bu nedenle ölüme karşı duran şey, artık yaşama içsel bir şey değil, iki ölümlü varlığın birleşmesidir. Eros bu birleşmenin adıdır. Eros’un ortaya çıkışıyla ima ettiği şey, ötekine duyulan arzudur. Yaşayan varlık daima ötekiyle birleşerek, birlik içinde ölüme karşı, kendi ölümüne karşı savaşır. Tekil eylemimizin varacağı yer ölümdür ve yaşam dürtüsü doğamızda yazılı bir yaşama arzusunda değildir.
Öyleyse; yukarıda anılan karakteristikleriyle kapitalizmin oturduğu eksen ölüm eksenidir. Yaşam ekseni sosyalizmdir.