Milliyetçiliği eleştirmek, onun özellikle duyarlı olduğu konularda farklı görüş ileri sürmek ve hele milliyetçiliği kategorik olarak reddetmek hemen her ülkede zor ve riskli olmuştur. Türkiye ise TC’nin kuruluşundan bu yana bunun özellikle zor ve mazûr görülemez sayıldığı birkaç ülkeden biri olagelmiştir.
Böyle olmakla birlikte, son yıllara kadar bu tutum daha ziyade devlete, elitler ve merkezi oluşturan siyasal kadrolara has olup yığınların pasif desteğini alabiliyorken, epeydir hem legal siyasal platformda yer alabilmenin zorunlu vizesi haline geldi, hem de “aşağıdan”, “kendiliğinden” bir milliyetçilik dalgası ile birleşerek düşünce ve davranış dünyamızın egemen bir özelliği oluverdi.
Sözkonusu olan, örneğin MHP’de ya da bizzat devletin şahsında temsil edilen bir milliyetçiliğin öteki ideolojileri geriletmesi biçiminde bir olgu değil, çok daha kapsamlısıdır. Sosyal demokratından İslâmcısına, liberalinden bir kısım “sosyalist”ine kadar yasal siyaset alanını dolduran tüm akımlar bu yaygın milliyetçileşme dalgasına gönüllü katılmakta, katkıda bulunmaktadırlar.
Gerçi bir bakıma yeni bir olgu değildir bu. Merkez sağ partilerin bayrak, ezan temalı sıradan milliyetçiliğinden “Sol Kemalist”lerin anti-emperyalizm vurgulu milliyetçiliğine, Ecevit’in “çağdaş” yorumundan RP’nin Türkiyeli, hattâ Türk bir İslâma yatkın anlayışına, Atatürk (devlet) milliyetçiliğinden bir kısım “sosyalist”lerin “bağımsızlık”, “yurtseverlik” sloganlarıyla örtülü bir milliyetçiliğin zemininden beslenmelerine ve nihayet MHP’nin malûm, beratlı milliyetçiliğine kadar çok çeşitli türleriyle milliyetçilik bu ülkede gayet yaygın bir kullanım ve nüfuz sahasına her zaman sahipti.
Ancak yakın dönemlere kadar bütün bu milliyetçilikler –MHP’ninki bile dahil– asıl sahiplenilen bir ideolojiye, ya da ekonomik-siyasal bir programa ek bir meşrûiyet sağlamak için başvurulan referanslardan biri idi. Örneğin MHP’nin egemen teması anti-komünizmdi, Türk milliyetçiliği bu tutumun meşrûiyet gerekçesi ve kararlılık “güvencesi” olarak rol oynuyordu. Kemalizm ve “ortanın solu”ndan türeyen akımlarda da “çağdaşlaşma” ana perspektif sayılıyor, “Atatürk milliyetçiliği” buradan türetiliyordu. Son yıllarda ise bu ilişki adeta tersine dönmüş, hemen her konuda ileri sürülen görüşlerin kabul edilebilirliğinin öncelikli ölçütü, onların milliyetçilikle bağdaştırılabilirliği olmuştur. Bir başka deyişle, kabul edilebilir, tartışılabilir bir görüşün yukarıda sayılan milliyetçilik türlerinin ortakça “duyarlı” olduğu noktaları rencide etmeyecek biçimde ve bu “titizliğin” elverebildiği içerikte olması “zorunlu” hale gelmiştir.
Eğer Türkiye toplumu varlığını doğrudan tehdit eden açık bir saldırıyla karşı karşıya olduğu bir dönem yaşıyor olsa idi –aynı durumdaki her toplumda da olacağı gibi Türkiye’de de– bunları doğal ve kaçınılmaz saymak mümkündü. Bu ülkenin hayli vahim bir Kürt sorunu yaşıyor olması bu durumun izahı olamaz. Bu olgu “milliyetçileşme” durumunun yalnızca bir yönünü, Türk ve Kürt milliyetçilerinin bir etki-tepki ilişkisi içinde tırmanışını –örneğin MHP’nin neredeyse özel hiçbir çaba göstermeksizin güçlenmesini– açıklar.
Oysa bu yazıda, milliyetçileşme derken, Kürt ve Türk milliyetçiliklerinin tırmanışının sadece tezahür biçimlerinden biri olduğu, çok daha genel, sonuç ve tezahürlerden ziyade saikler düzeyinde tespit edilmesi gereken bir sorunu kasdediyoruz. Milliyetçiliğin –en kestirme bir ifadeyle– kendini koruma güdüsü/ihtiyacından beslendiğini söylüyorsak, bu kendini koruma ihtiyacının tüm öteki ihtiyaç ve arzuları bastırdığı, belirlediği bir durumu milliyetçileşme olarak tanımlıyoruz.
Bu milliyetçileşme hali Türkiye toplumunun, tüm dünya ile birlikte yeni bir çağa girdiği dönemde yaşanıyor. Nasıl teşekkül edeceği hâlâ belirsiz bir “yeni dünya düzeni”nden, gelecekte dünyanın bir kültür dünyaları saflaşması ve savaşına sahne olacağı ihtimalinden, çağa dinamizmini veren yeni bilimsel, teknolojik devrimlerin toplumsal düzenleri ve toplumlar arası ilişkileri köklü biçimde değiştirme potansiyeli taşıdığından, iletişim devriminden, ulus-devletin kaderi üstüne tartışmalardan bahsedildiği bu son derece hareketli, imkân ve tehlikelerle dolu ortamda, Türkiye toplumunun düşünce ve davranış dünyasının, niçin bu “kendini koruma” ihtiyacını başatlaştırıp, tüm sorunların öncelikle bu ihtiyaç ve güdüyü tatmin edecek çözümler aramaya yönelmiş olduğunu sorgulamak istiyoruz.
O halde milliyetçiliği bir ideoloji olmaktan çok, kendilerine özgü, iç tutarlılığa sahip fikirlerden oluşan ideolojilere sızan, onların özgün kurgularına nüfuz ederek düşünce akışında ve hattâ fikirlerin içeriğinde belli özel değiştirmelere yol açan bir faktör olarak tanımlamak çok daha yerinde olur. Bildik tüm ideolojilerin milliyetçiliğe adapte olabilmesi, tescilli milliyetçi temaların hemen hepsi içerisinde –kısmî kılık ve “kaynak” değişiklikleriyle- “üretilebilmesi” bu yaklaşımın yerindeliğini kanıtlar.
Milliyetçiliğin genellikle toplumun buhran dönemlerinde kendini özerk bir ideoloji gibi sunabildiği de bir vakıadır. Dikkat edilirse bütün bu durumların hepsinde milliyetçilik, her biri başka bir ideolojiyi çağrıştıran fikirlerin eklektik bir toplamıdır. Olağan ideolojiler, kendilerini kuran iç tutarlılık endişesiyle buhran durumlarının haliyle karmaşık, bulanık gerçeklikliğinde kolayca bir açıklayamama zaafına düşebilirken; öylesi bir iç tutarlılık endişesini bir yana bırakarak, o ana kadarki süreçte genel kabul görmüş fikirler, üretildikleri ideolojik bağlamdan soyulup milliyetçiliğin düsturları olarak biraraya getirilirler. Milliyetçi “ideoloji” böylece oluşturulur. Bu ideoloji(ler)nin portföyünde daha düne kadar birbirleriyle mantıken veya tarihen uzlaşmaz sayılagelmiş fikirlerin birarada yeralması “doğal”dır.
Milliyetçilik, böylece bir “ideoloji” olarak biçimlendiğinde dahi, bütün o farklı ögeleri birbirini itmeyecek şekilde “yapıştıran” bir sıva gibi değil, o ögelerin içeriğine sızarak birbirini itme vasıflarını adeta uyuşturmuş bir özellik olarak işlev görür.
Ancak az önce de belirtildiği gibi milliyetçiliğin bir “ideoloji gibi” biçimlenmesi buhran dönemlerinde revaç bulur. “Olağan” durumlarda ise siyasal hareketlerce temsil edilen bildik ideolojilerin içinde yukarıda özetlenen şekilde işleyen bir etken olarak kendini duyurur.
Burada sözü edilen milliyetçi etken, evrensel geçerlilik tezi üzerine kurulu ideolojilerin temel önerme ve kavramlarının “millet”lerin özel tarih ve kültür birikimi bağlamında içeriklendirilmesi, daha doğrusu bu boyutu da yansıtması değildir. Bu, o önerme ve kavramların evrensellik vasfını yok etmedikçe ya da onları, ancak kendi kültür ve tarihleri bağlamında edinebilecekleri bir içerikte olabildiklerinde “gerçek” evrenselliğe sahip olacaklarmış gibi yorumlamadıkça doğal ve kaçınılmaz bir sonuçtur. Bir ideolojinin somut insanlar tarafından “temellükü” yani kavranılıp benimsenmesi başka türlü olamaz. Tipik bir İngiliz liberali veya Marksisti ile tipik bir Alman, Japon, Türk liberali, veya Marksistinin aynı sorunlar karşısındaki düşünüş ve davranış tarzları arasında görülen esasa ilişkin olmayan farklılıkların önemli bir nedeni de kuşkusuz o tarih ve kültür bağlamı farkının yansımasıdır.
Milliyetçi etken ise, az önce de kısmen işaret edildiği üzre, ideolojilerin önerme ve kavramlarının “mümkün” millî form ve içeriklerine indirgenmesidir. Başka bir “millileştirme” tarzı da ideolojinin evrensellik de dahil tüm vasıf ve önermelerinin, ancak o belirli “millet”in şahsında gerçekleşebilir ya da geçerli olabilir sayılması türünden bir önkabulle olur. İlki için örneğin “bizde özgürlük ancak şu içerikle sınırlandığında mümkündür” veya “şu anlaşılmalıdır” diyen bir Türk liberali; ikincisi için ise, kendi toplumunda özgürlüğün en ufak kısıtlanmasına dahi tepki gösteren, “gayrımeşrû” sayan bir Amerikan liberalinin, diyelim Latin Amerika diktatörlüklerindeki özgürlük diye ayaklananların meşrûiyetini tanımaması, bunların olsa olsa “komünistlerce manipüle edilmiş” olabileceklerini kabule hazır olma tavrı örnek gösterilebilir. Evrensel geçerlilik iddiası sadece ideoloji olmanın kendisinden gelen bir boyut olmayıp, aynı zamanda enternasyonalizm gibi bir değere, ilkeye sahip olmakla pekiştirilmesine rağmen sosyalizmin de benzer yollarla pekala “millî”leştirilebildiği ortadadır.*
O halde denilebilir ki, bir ideolojinin milliyetçileşmesi, öznesinin belirli bir milletle sınırlanması veya o millete göre tasarlanmasıdır. İdeolojinin evrensellik vasfını böylece yitirişi, yani örneğin Türk liberalizmi, sosyalizmi veya İslâmcılığı haline gelişi, onu sadece millî sıfatı farklı, ama aynı adı taşıyan akımlarla arasına bir sınır, bir mesafe koymaya yöneltmez; çok daha önemlisi onu söz konusu ideolojinin evrensellik vasfını sürdürenlerine karşı da “yabancı”laştırır.
Dikkat edilirse modern çağlar öncesinin yine evrensellik vasfına sahip ideolojilerinin –“inanç sistemleri” demek daha doğru olur– bahsedilen tarz ve içerikte millileştirilmelerinin söz konusu olmadığı görülür. Örneğin Müslümanlık, Hıristiyanlık ya da Budizm gibi evrensel (öznesi bütün insanlık olan) inanç sistemlerinin şu veya bu nedenle farklı yorumlanışları kamplaşmalara yol açabilmiş ise de; –bugün ulus diye tanımladığımız– toplulukları dikey ya da yatay kestiği gibi (mesela İslâmiyette Sünni-Şii ayrımının Arap, İran, Türk, Kürt, Hint... “millet”lerini “ikiye böldüğü” gibi) yani ne Şiiliği, ne de Sünniliği herhangi bir milletin özgüllüklerine indirgeyemeyeceğimiz gibi; daha da önemlisi diyelim Sünniliğin Arap veya Türk özelliklere tâbi bir içeriklendirilmesi gibi bir durumla da karşılaşmıyoruz. Bu inanç sistemlerinin “hayata tercümesi”nde hiç şüphesiz bunu yapan toplulukların tarihsel mirası belli farklılıklar yaratmamış değildir ama, inanç sisteminin evrensel ölçütleri belirleyicilik vasıflarını daima koruyabilmiş, o nedenle de örneğin dinlerin bu boyutu üzerinden hareket eden tarikatler, o din dünyası içindeki siyasal, kültürel veya “millî” sınırlarda duraklamayan bir yaygınlık kazanabilmişlerdir.
Burada kanımızca en önemli etken söz konusu inanç sistemlerinin hemen tamamen insan ilişkileri ve düzeyi ile sınırlı oluşlarıdır. Tümünün nezdinde bu ilişkilerin nesnesi, dolayımı olan mal, para, toprak vs. gibi maddi unsur ve araçlar pasif unsurlardır. Yani nitelik veya nicelikleriyle insan ilişkilerinin içeriğini değiştirebilen bir etken sayılmazlar. Şüphesiz, örneğin zengin veya yoksul olmanın inanç sisteminde öngörülen insan ilişkilerindeki aslî özelliklerin insanın kendisini ve başkalarını tanımlama ve değerlendirmesindeki öncelikli kural ve ölçütlerin benimsenmesinde sorunlar yaratacağı ve yarattığı bilinmez değildir. Bundan dolayı sözkonusu inanç sistemleri içinde “zengin” kategorisini tamamen ortadan kaldırmayı savunan radikal eşitlikçi yorumların yanısıra “zengin”leri “güçlü”leri meşrûlaştıran tam aksine din yorumları da ortaya çıkabilmiştir. Ancak ister yoksullara “iyi bir öte dünya” tesellisiyle zenginliği, mala “tamah etmemeleri”ni empoze eden statükocu, “egemenden yana” yorumlar olsun, ister o radikal eşitlikçi yorumlar olsun, her ikisi de maddi olanın insanın kendini kavrayışı ve insan ilişkileri düzeyine belirleyici bir etki yapmaması gerektiği noktasında birleşirler. Radikaller bunu mal, para, araçlar düzeyinde mutlak bir eşitlik kurarak, ötekilerse bu düzeye ne olursa olsun önem vermemeyi öğütleyerek yapmak isterler.
Oysa modern çağların zihniyet dünyası tam aksine maddi olanın belirleyiciliği önermesi üzerine kurulmuştur. Bu zihniyet dünyasını oluşturan iki büyük ideolojik perspektif de (liberal ve sosyalist) insanın ve insan ilişkilerinin maddi olanın düzeyinde belirlendiğini ve o düzeydeki değişimlerle değiştiğini varsayar. Her ikisi de evrensellik özelliği ve iddiası taşır, ama bu evrensellik maddi olanın düzeyinde tesbit edilen ve içeriklendirilen bir niteliktedir. Bilindiği üzre liberalizm insan ve insan ilişkileriyle ilgili değer, ilke ve normların evrenselleşmesi, yani evrensel kabul gören içeriklere kavuşmalarını sağlayacak şeyin mal ve hizmet mübadelesinin tüm dünya ölçeğinde yaygınlaşıp yoğunlaşması olduğunu varsayarken, sosyalizm bunun altındaki düzeye, yani üretime, onun tüm dünyayı kapsayacak kollektifleşme potansiyeline işaret eder.
Bu maddi düzeyin evrensel geçerlilikte –yani aynı içerikte kabul edilmiş– değer, ilke ve normların taşıyıcılığını yapacağına dair varsayım –veya inanç– o denli güçlüydü ki, örneğin sosyalist yaklaşım başlangıçta ulus-devlet ve ulusal pazarın kurulması ve korunmasına ağırlık veren burjuvazinin gerçekte kozmopolit olduğunu vurguluyor, işçi-emekçilerin özel bir vatanları olmayıp üretimdeki konumlarından ötürü ancak enternasyonalist olabileceklerini belirtebiliyordu. O nedenle de bu döneminde sosyalist akımlar, ulusal pazarı vatan, içinde yaşayanları millet olarak tanımlayan burjuvazinin ilk “milliyetçi” söylemini, bunun va’zettiği milletin bir bütünlük olduğu ve herkesçe bu bütünlüğü korumanın öncelikli varoluş koşulu ve o ödevi sayılması gerektiği yolundaki hükmü benimsemeyi ilke olarak reddediyorlardı.
Fakat süreç ilerledikçe bu söylemin burjuvaziden çok daha fazla daha alttaki toplum kesimlerince “ciddiye alındığı”, benimsenebildiği ve hattâ büyük burjuvaziye karşı en popüler ithamların –”gayrımillî” oluşu, olmaya meyilliği gibi– bu söylemden hareketle yöneltildiği görüldü. Bu orta ve alt sınıflarca benimsenen milliyetçi söylemde büyük burjuvazinin milleti ve millî bütünlüğü “koruma” kaygısının tali hattâ şüpheli sayılması gerektiği, onun aslî kaygısının çıkarını, kârını azamileştirmek olduğu ve bu güdü gerektiriyorsa “millet”e pekala boşvereceği argümanı da vardır.
Henüz milliyetçilik diyemeyeceğimiz, ama ideoloji olarak ister liberalizmi, sosyalizmi, isterse bunlardan çok dinî inançlarına sarılmayı seçmiş olsun, hemen tüm birey ve toplulukların fikir dünyalarına girmiş bu tür düşüncelere, kaygılara milliyetçi etken, milliyetçileştirici faktör diyoruz. Çünkü söz konusu birey ve topluluklar, o kaygı ve düşüncelere sahip olmakla birlikte kendilerini yine sosyalist, liberal vb. addedebiliyor ve örneğin 19. yüzyıl sonu Avrupa’sında o kaygı ve düşünceleri eksenine alarak, milliyetçiliği bu sayılan ideolojilere alternatif, onları reddeden bir ideoloji olanak sunanlardan kendilerini özenle ayırıyorlardı.
Konumuz açısından bizi ilgilendiren nokta, modern zihniyet dünyasının ortak içerikte değer, ilke ve normların evrensel geçerlilikte kabulünü sağlayacak iki temel dinamik saydıkları üretim ve mübadele süreçlerinin bu varsayımı tökezleten sonuçlarla karşılaşmasıdır. Şöyle ki, bu dinamiklerin dünya ölçeğinde oluş, cereyan ediş özellikleri, tahminlerin de ötesinde gelişirken; bu olgunun insanları birbirleriyle daha özdeş hissedecekleri, kendisi ve öteki arasındaki ayrımı, önceki ideolojilerin başaramadığı bir netlikle giderip, evrensel değer ve ilkelerin ilişkilere egemen olacağı bir “insanlık ailesi” oluşturacağı varsayımı “millet” kavramında özetlenen bir engelde takılmış hattâ bunun etkisiyle bir tür “geriye etki”ye yol açmışlardır. Bu takılma ve “geriye etki”, sadece insanın kendini ve ilişkilerini kavrayış, anlamlandırış düzeyi ile doğrudan ilişkili değer ilke ve normların “millilik” atfedilen ögelerle içeriklendirilmesi yöneliminde değil, bizzat “doğası” dünya çapındalığı gerektiren endüstriyel üretim ve mübadele dinamiklerinin de “millet”le sınırlı olmasını esas alan, “kendi kendine yeterli”liği hedeflemiş “millî toplum” modelleri öne sürülür olmuştur. Özellikle bu ikinci –kendi kendine yeterli toplum– yönelim zaman içinde giderek geçersizleşmiş ise de; milliyetçileşme eğilimi içinde bir mit olarak hâlâ yaşadığı da belirtilmelidir.
Demek oluyor ki “milliyetçileşme”, evrenselleşme özelliğine karşı duyulan “korku”yla ve bunun depreştirdiği “korunma güdüsü”yle derinden ilişkilidir. Kişi veya topluluğun bu saiklerle, içeriğine kendisinin karar verebilecek gibi gözüktüğü “konu”larda, örneğin böyle gözüken değer, ilke, norm ve fikirler düzeyinde, bunların “millî” içerikle sınırlanmış halini kabul ederek bunu yapabilir, içeriğine müdahale edemediği, kendi iradesi dışında işleme özelliğine sahip dinamiklerle ilgili konularda ise başlıca kaygısı “nasıl korunabileceği” olur. Bunlara ilişkin kabul edebileceği görüş ve tutumlarda aranan ilk özellik, işte o korunma kaygısını tatmin derecesidir.
“Milliyetçileşme”nin evrenselden kaçış, korku ve ona karşı korunma gibi negatif ögelerden oluşma bir etken olduğu, bizzat millet ve millî (örneğin egemenlik gibi) kavramlarının zaman içindeki anlam ve içerik değişikliklerinde izlenebilir. Nitekim, Amerikan ve Büyük Fransız Devrimi’nde ve bunların yol açtığı siyasal altüst oluş döneminde devrimcilerin bir diğer adı olan “millici” (nationalist) deyimi, egemenliğin ilahi ve doğal bir hak olarak kral (aristokrasi) ve ruhban sınıfına verili olduğunu reddeden, bunun “millet”e ait olduğunu savunanları ifade ediyordu. Bu millicilerin uğruna mücadele verdikleri millet, bugün anladığımız gibi insanlığın belirli bir bölümü değil, tüm insanlıktır. Fransız İhtilali’nin ünlü “grandnation” deyimi yüceltilen bir Fransız ulusunu değil, egemenliğin bizzat kendine ait olduğu bilincine varmış, tüm toplulukları içeren bir deyimdir. Amerikan Anayasası da milleti, önce ve sadece bu bilince sahip oluş özelliği ile tanımlamıştı.
Buna karşılık, daha Fransız Devrimi’nin başından itibaren egemenliği fiilen sahiplenmenin (pratikte seçme ve seçilme hakkının) burjuva normlarına tali kılınması eğiliminin var olduğu söylenecektir. Doğrudur ve bu eğilim sahipleriyle daha o zamandan başlayarak milleti “sınırlı” bir topluluk olarak tanımlamaya girişenler aynıdır. Yani milletle birlikte milletin egemenliği kavramının da evrensel (herkesi içeren herkese şamil) içeriğini sınırlamak, aynı eğilimin iki yüzüdür. Nitekim bu eğilimin yönlendirdiği milliyetçilik akımının tarihi apaçık göstermektedir ki; milletin tanımı daraltıldıkça “millet egemenliği” de, o oranda kısıtlanmıştır. Millet tanımının en fazla daraltıldığı (ırkçı) yorum ve uygulamaların tümünde millet egemenliğini toptan reddeden dikta rejimlerinin kurulması ve savunulması tamamen mantıki bir sonuçtur.
Devam edelim, millet ve millet egemenliği kavramını burjuvazinin sahiplenmesi ile içine girilen süreçte, bu sınıfın milleti üretim ve mübadele dinamiklerini doğrudan elinde tuttuğu yönetip, denetleyebildiği alan ve nüfusla sınırlı bir içeriğe indirgemesinin onun iktisadî çıkarları ile ilişkisi zaten bilinmektedir. İncelediğimiz boyut açısından bu olgu, pekalâ burjuvazinin, mahiyeti gereği evrensel olan üretim ve mübadele süreçlerinin bütününe egemen olamama korkusunu da yansıtmaktadır. Henüz endüstriyel devrimin şafağında yaşayan bu sınıfın dünya ölçeğinde servet ve üretimin hâlâ çok büyük ölçüde toprağa ve zanaatkârlığa dayalı oluşu karşısında duyabileceği tereddüt, milletin sınırlanmasında tali de olsa bir faktör olarak görülebilir. Bu, şu haliyle hayli zayıf görülen argümanı 19. yüzyılın ortalarından itibaren endüstriyel devrimin görülmedik bir etkinlikle devreye girişiyle birlikte burjuvazi(ler)nin gösterdiği tavır değişikliği ile birarada düşünürsek, epeyce bir gerçeklik payı taşıdığını teslim edebiliriz.
Şöyle ki, bu dönemde söz konusu burjuvazi gerek endüstriyel devrimin anavatanlarında milletlerini “genişletmek” için gerekse milletlerine ek alanlar sağlayabilmek için, tarihin en kanlı savaşlarını başlatmaya hazır hale gelmişti. Bu tutum değişikliği onun kendi üssünden, milletinden edindiği güvenin başlangıçta sözünü ettiğimiz o endişe ve korkuyu üzerinden attığının bir kanıtı olarak pekala görülebilir.
Şüphesiz burada sözü edilen milleti genişletme girişimi, Fransız İhtilali’nin evrensel millet kavramına yeniden dönüşün değil, evrenseli -aralarında sınırlar olan ve olması gereken- milletlere bölmüş bir kabulün üzerinden yürütülmektedir. Evrensel milletin milletlere bölünüşü “öteki”ni kendinden ayırma ve bunun sonucu olan korku ve korunma saiklerinin beslediği milliyetçileşmenin rüzgârına açılmaktır. Bir önceki paragrafta bahsedilen “korkudan kurtuluş” ile şimdi sözünü ettiğimiz “korkuya kapılış ve korunma” arasında bir çelişki yoktur. İlki, milletin içinde evrenseli temsil eden işçi sınıfının ezilmesinden dolayı üzerinden atılmış bir korkuyu, ikincisi ise üretim ve mübadele süreçlerine egemen olabilme konusunda kendisi ile pekala savaşacak ötekine karşı duyulan tedirginliği, şüpheyi ifade eder.
Milletle birlikte yine evrensel bir ilke, değer olarak ortaya çıkmış “millet egemenliği” kavramının içeriğinin de burjuvazi tarafından daraltılması çabasının da söz konusu “korku ve korunma” kaygısı çok daha belirgin ve esaslıdır. Hatırlanmalıdır ki, tüm 19. yüzyıl boyunca millet kavramının milletlere bölünmüş bir içeriğe indirgenmekte oluşuna enternasyonal kavramını sahiplenerek karşı çıkan, bu indirgeme sürecine bir realite olarak teslim olmayı reddeden sosyalist akımlar, aynı zamanda “millet egemenliği”nin -pratikte seçme ve seçilme hakkının- burjuva normlarına tâbi kılınarak kısıtlı hale getirilmesine karşı da mücale etmekteydiler.
Yani bir başka deyişle, burjuvazinin çıplak çıkar, güç ilişkileriyle ve bunlara göre ördüğü “gerçekliğe” karşı ve onu dönüştürmek üzre evrensel değerle yüklenmiş köklü zenginlik ve umudu temsil etmekteydiler. Millet ve bundan türetilmiş kavramları, artık o değerleri kesinlikle içermediğinin bilgisi ve bilinci ile “sözlüklerinden çıkarmışlardı”.
Tekrar vurgulamalıyız ki, modern çağların başlangıcında özellikle Amerikan ve Fransız devrimlerinin millet ve millî egemenlik kavramları, insanlığın yücelişine duyulan derin bir inanç, güven ve umudun ifadesiydiler. Bu anlamı yüklenmiş olarak millet ve millî egemenlik kavramları sonraki süreçte, bu evrensel içeriklerinin sürekli indirgenmesi ve daraltılması ile günümüzdeki millet ve millî egemenlik kavramlarına vardılar. Buraya kadarki süreçte, giderek nefrete dönüşen korkuların her an saldırganlığa dönüşebilecek -itici bir- korunma refleksinin ve tehdit paranoyasını yapısallaştıran “öteki” kaygısının oluşturduğu boğucu havayla beslendiler. Binbir haklı nedene dayandığı tartışılmaz olan 20. yüzyılın sömürgecilikten kurtuluş hareketleri de bu kavramları devraldılar. Ne yazık ki, devraldıklarında gözeneklerine yeterinden fazla o zehirli hava sinmiş olan millet kavramına yaslanmakla çok geçmeden aynı zehiri bizzat üretmeye başladılar. Burada, başlangıçtaki o son derece haklı nedenleri bu kez çok daha katmerli cilalayıp, söz konusu hareketlerin vardıkları noktayı, sonuçta yarattıkları halin iç karartıcı olumsuzluğunu perdelemeye kalkışanlarla, yani azgelişmiş ülkelerdeki milliyetçiliği, millî devlet kuruluşlarını mazûr ve meşrû gösterenlerle polemiğe girmeye niyetimiz yok. Amacımız sadece bunlardan özellikle “sosyalist” etiketi taşıyanların, eğer düşünmek isterlerse üzerinde kafa yorabilecekleri bazı noktaları hatırlatmaktır.
Bir önceki bölümde millet ve milliyetçiliğin de içinde oluştuğu modern çağ zihniyet dünyasının evrensel değer, fikir, ilke ve normları nesnelliğe, maddi olana bağlayan, ancak ve sadece buradan, bu düzeyden türeyen/türetilen şeyler olabileceklerini varsayan bir kavrayış tarzı olduğunu belirtmiştik. Liberal akımın bu noktada mübadele sürecini öne çıkaran bir yorumu temsil ettiğini, sosyalizm akımının ise üretim süreci ve dinamiklerine vurgu yapan bir anlayışta olduğunu belirtmiştik.
Bu bakımdan söz konusu iki yoruma göre de gerçek kılınabilecek değer, fikir ve normların –üretim ve mübadelenin– maddi düzleminde “karşılığı” olmalıydı. Dolayısıyla liberaller açısından evrensel –veya değil– bir değerin, fikir ve normun insanî varoluş ve ilişkilerimizde ne ölçüde ve içerikte somutlanabileceğini tayin edecek olan, o insanların üretim ve mübadele zeminindeki işlevleridir. O nedenle de liberal yaklaşım, ilke olarak hiçbir hak ve değeri yadsımamakla birlikte bunların derece ve içeriğinin maddi zemindeki işlevlerle orantılı, onlara göre somutlanacağını söyler. Ve buradan hareketle örneğin endüstrileşmenin dinamiğinde giderek daha daralan bir işleve indirgenen işçi bireylerin şahsında “seçilebilirlik” vasfı, “yönetebilme” niteliğini şüphesiz göremez.
Sosyalizm akımı ise bilindiği üzre, endüstrileşme dinamiğinin bu yönü üzerinde pek az durmuş, siyasal-toplumsal tezlerini asıl olarak üretim ve mübadele süreçlerinin özel mülkiyet kurumu aracılığıyla burjuvazinin elinde ve denetiminde oluşu olgusu üzerine oturtmuştur. Bu kurumun ortadan kaldırılmasının sosyalistlerce de olumlanan endüstrileşme dinamiğinin halihazır işleyişinde nitel bir değişim yaratmayacağı noktası gözden ırak tutularak, sadece özel mülkiyet ve ona bağlı paylaşım ve mübadele tarzlarının ortadan kaldırılmasıyla insan ve insan ilişkilerinde eşitlik, özgürlük, kardeşlik gibi evrensel değerlerin somut hale geleceği bir insanlık durumuna doğru sürecin hızlanacağını varsaymıştır.
O zamana kadar enternasyonalist bir bilinçte olmasa da, bunun olumlayıcı sezgisine sahip duran, öteki “millet”lere karşı –kendi– milletinin çıkarları edebiyatına yüz vermeyen Avrupalı tipik işçinin, 19. yüzyılın sonlarına doğru bu edebiyata kulak verdiği, ulus-devletlerin hizmetindeki dinin de desteklediği millî-dinî görüşler ekseninde sendikal örgütlenmelerin boyvermeye başladığı görülür. Bu süreç, I. Dünya Savaşı’nın hemen arefesinde, hepsi de 19. yüzyıl sonlarının havasında kurulmuş sosyalist-işçi partilerinin oluşturduğu II. Enternasyonal partilerinin herbirinin kendi “millî hükümet”lerini destekleyerek –o zamana kadar hep karşı çıktıkları– milletler arası savaşa onay vermeleriyle sonuçlanır.
İşçi sınıf(lar)ındaki bu milliyetçileşme, özetle endüstriyel milletlerin bu işçilerinin endüstrileşme sayesinde yükselen refahtan hayli doyurucu bir pay alır hale gelişleriyle açıklanageldi. Sonraki yıllarda geleneksel sosyalist teorinin başlangıçta tüm dünya devriminin öznesi, aslî gücü ve sürükleyicisi addedilmiş bu (metropol) işçiler(in)in giderek daha tali rollere layık görüldüğü “teori”lerle görünüş kurtarılmaya çalışıldıysa da; teorinin, en azından bu noktada öngörülerinin tutmadığı ve dahası düşünüş çerçevesi ve kavramsal araçlarıyla o öngörüleri yeniden doğrulayacak açıklama ve çözümleri üretmekten aciz kaldığı apaçıktır. Bunun doğrudan bir sonucu olarak hayli uzun bir süreden beri o geleneksel sosyalist anlayışlardan hiçbiri bu (metropol) işçi sınıfının öznesi olacağı bir “devrim teorisi” kurma zahmetine bile girişmemekte, o işçilerden fiilen (ve herhalde manen de) umudunu kesmiş görünmektedir. 1980’li yılların Avrupa’sında yükselen neo-faşist, milliyetçi akımların bu işçi kesiminin yerli ve en niteliksiz işgücünü temsil edenler kesiminden hatırı sayılır ölçüde taraftar topladığı da belirtilmelidir.
Bu anlatılanlar, modern çağlar zihniyet dünyasınca evrensel değerlerin taşıyıcısı, hattâ kaynağı olarak gösterilen üretim ve mübadele dinamiklerinin işçi sınıfı baz alındığında doğrulanmış sayılamayacağını, tam aksine yanlışlandığını gösterir gibidir. Oysa, öte yandan aynı dinamikler üzerinde oluşmuş “burjuvazi”nin, o dinamikleri en derinliğine temellük etmiş kesimlerinin millet, millî devlet ve milliyetçilik konaklarında epeyce durduktan sonra neo-liberal bir ideoloji ve “globalizm” sloganıyla bir tür evrenselliğin savunuculuğuna başladığını, kendisini ne millet, ne millî devletle sınırlı saymadığını, millet ve millî devlet kategorilerinin, artık “tarih dışı” olduğunu ilân ederek bir “dünya düzeni”nden, ya da millet ve millî devletleri aşan birlikteliklerden söz edip, bunları gerçekleştirmeye giriştiğini görmekteyiz.
Dolayısıyla, modernizmin evrensel değerler ve evrensel bir düzen ideali, bu idealin yüzyılı aşkındır “özne”si sayılmış işçiler tarafından değil, onun tarihen karşısında olan sınıf tarafından gerçek kılınmakta dedirtecek bir sonuçla karşı karşıyayız.
Neo-liberalizmin “evrensel değer”lerinin içeriği, bunun modern tahayyül ve idealle ilişkisi şüphesiz tartışmaya fazlasıyla açıktır. Ancak üretim ve mübadele dinamiklerinin, gerçekten de evrensel bir “maddi zemin” yarattığı, dünyamızı bütünsel bir alan haline getirdiği de bir gerçektir. Ve bu anlamda modern çağın rüyası, ideali gerçekleştirilmiş olmaktadır. Neo-liberalizmin bu alanı, bu alanda düşünmeyi ve hangi değerlerle, anlam vericilerle kavramamız gerektiğini ifade etmek için önerdiği globalizm kavramı da hiç şüphesiz tam da “galibin” edasıyla, kibriyle sunulmaktadır.
Ama bu galipler milliyetçi bir yaklaşımın iddia edeceğinin aksine herhangi bir millet veya milletler değildir. Gerçi Kuzey ülkeleri denilen kategoriyi oluşturan toplumlar, böyle bir görüntü sunar gibi iseler de; daha dikkatli bir analiz o Kuzeyli toplumlardaki nüfusun giderek büyüyen bir kesimin her an –işini, gelir düzeyini ve toplumsal statüsünü– kaybetme tehdidi ile yüzyüze yaşadığını, buna mukabil “Kuzeyli olmayan” ülkelerin birçoğunda onlardan çok daha fazla Kuzeyli sıfatını hakeden, uluslararası üretim ve mübadele ağı içinde hareket eden güçlü toplumsal kesimler vardır. Bütün milletlerin neo-liberalleşmiş –yani bu bağlamda milletlerine karşı herhangi bir yükümlülük pek duymayan, toplum diye bir kaygıları, toplumsal (veya millî) bir aidiyet duygusundan giderek uzaklaşan– “iş çevrelerinden oluşan yeni bir “millet”tir bunlar. İş yapma tarz ve koşulları, alışkanlıkları, ortak dilleri ve tüm dünyayı mekanları kılan yaşam tarzları ile kozmopolit bir tabakadırlar. Bu tabaka, şüphesiz Kuzey ülkelerinde daha “kalın”, Güneyde ise daha incedir ve aralarındaki ilişki geçmişin o acenta, komprador ilişkisinden farklı, dinamik yani güç ilişkilerine göre tersine dönmeye açıktır. Bu kesime yenilerde dahil olan Uzakdoğu kaplanlarının –Japonya dahil- daha “millî” görünmeleri geçicidir ve ileride eğer bunlara Çin de –belki Hindistan da– katılırsa, bu geleceğin kozmopolitizmi, Batılı elitizmiyle –hiyerarşik vasfı çok daha belirgin– Uzakdoğu elitizminin sentezi ekseninde bu yeni milletin dünya görüşü olabilecektir.
Mağluplar milleti ya da mevcut milletlerin büyük çoğunluğunu oluşturan mağluplar ise tam aksine kendi milliyetçiliklerini “geliştirmek” peşindedirler. Kuzey ülkelerinde işsizliğin –toplum ve “millet” dışına düşmenin- kuyusuna en yakın duranlardan başlayıp, orta sınıfların epeyce bir kesimine kadar geniş bir çoğunluğun derece derece kapıldığı yabancı düşmanı “akımların “millî”ci söylemi, Latin Amerika’dan, Afrika’ya, Balkanlar’dan Ortadoğu’dan Hint yarı kıtasına ve Filipinlere kadar tüm milletlerdeki etnik (millî) çatışmalar, resmî milliyetçiliklerin kabartılması olgusu ile aynı düzlemdedir. Bunların tümü de neo-liberal galiplerin haşmetiyle büyülenip, başa çıkılmaz gibi görünen o gücün altında kendilerine bir yer bulmak, bulundukları yeri korumak istemektedirler.
Neo-liberalizmin –kendisine karşı hiçbir tehdit ve tehlike özelliği taşımadığı için– soğuk ve küçümseyici nazarlarla izleyip, arada bir azarladığı bu milliyetçi dalga içindeki en traji-komik ögeler ise Güney’in vaktiyle Kuzey’e yetişmek için millî devlet formuna büründürülmüş toplumlarındaki millî devlet savunucularıdır. Hiç de sağlam olmayan toplumsal temelleri üzerine kurulmuş olan bu ulus-devlet kopyalarının tümü de I. Dünya Savaşı ve Ekim Devrimi sonrasının iki kutuplu dünya dengesinin geriliminde oluşturulmuş ve büyük ölçüde o gerilim sayesinde ayakta kalmayı başarabilmişlerdi. 1990’larda ise hem o gerilimin ortadan kalkması, hem de 1970’li yılların sonlarından itibaren ardına 2. Sanayi Devrimi’nin rüzgârını alan neo-liberal dalganın atomize edici etkilerinin sonucunda, zaten rahatsız toplumsal temellerinden doğan dinî veya etnik milliyetçi akımlarla sarsılan bu devletler tam bir açmaz içindedirler.
Örneğin Türkiye bunun gayet tipik bir örneğidir. Çünkü Türkiye devleti bir yandan dinî ve özellikle de etnik-milliyetçi akımlarla dışa vuran temelindeki gerilimi azaltmak için neo-liberalizmin odağına, Kuzeye tutunmuş olmasını –yakında orayla birleşeceği umudunu veren– bir koz olarak kullanmaya çalışmakta; ama öte yandan da Kuzey’de odaklanmış galiplerin –kozmopolit yeni “millet”in– “öteki millet” –mağluplar– düzeyinde topluluklara ayrışma dinamiğini “altyapısı” addettiğini, alttaki gerilimi yukarıya değil, yüzeye boşaltan bu dinamiği bir düzenleme faktörü olarak gördüğünü kavrayamamakta, daha doğrusu kavramak istememektedir.
Türk ulus-devletinin kuruluş mantığının en sadık savunucuları, “Kemalistler” bu açmazın farkındadırlar. O nedenle de onsuz bir varoluşu düşünemedikleri bu devletin Kuzeye –örneğin Avrupa Birliğine– tutundukça çözüleceğini, çözülmek zorunda bırakılacağını sezmiş olarak derin bir rahatsızlık içindedirler. Ancak başlangıçtan beri onu, “çağdaş uygarlık” deyip yücelttikleri için bu rahatsızlık açıkça dile getirilememektedir.
Onların “hislerine tercüman olmaya” koşanlar sayesinde bu ihtiyaçlarını gidermektedirler. Sözkonusu tercümanlar birtakım “sosyalist” etiketlilerdir. Kemalist ulus-devletin, en ateşli savunucuları şimdi bunlardır. Aralarındaki su sızmaz birliktelik, çaresiz bir korku ve korunma duygusuna sığınmaktan başka bir şey yapamayacak olduklarından dolayıdır. Köhnemiş bir ulus-devlet milliyetçiliği ile geleneksel sosyalizmin arkaik söyleminin karmasından oluşmuş bu dilde o çaresiz korunma ve korku duygusu “bağımsızlık” tabiriyle, ulus-devlet milliyetçiliği “yurtseverlik” tabiri ile ve yalnızca neo-liberalizme tepkiyi değil, “2. Sanayi Devrimi”nin karmaşık, ama olağanüstü riskler yanında, en azından buna eş zenginlikte olanaklarla da yüklü dinamikler karşısındaki güvensizlik ve acz duygusu da “anti-emperyalizm” tabiriyle karşılanmaktadır.
Tüm milliyetçilikler gibi, argümanlarını mitikleştirilmiş bir geçmişten alan ve hâlâ formunu koruyan devletin bariz desteğinde yürütülen bu kampanyanın geleneksel sosyalizme zaten sızmış milliyetçiliği daha da alenileştirmekten başka bir yararı olamaz. Neo-liberalizm kendisini, ancak gülümsetecek o “emperyalist” sıfatıyla hitabeden bu bayların tedavüle soktuğu bu boyalı milliyetçiliğin mağluplara layık menüde yer almasının kendi lehine olacağının herhalde bilincindedir.
Neo liberalizme karşı ve onu aşmak için tek yol, onun tamamen ve çok katlı olarak dünya ölçüsünde işler hale getirdiği üretim ve mübadele süreçlerinde belirleyici olan dinamiklere göz dikmek, bunları “mağlup”larca temellük edilir hale getirmenin sonsuz çeşitlilikte, şüphesiz zor ve yaratıcı yetenek ve perspektif gerektiren çok yönlü uğraşına girebilmektir. Artık aşınmış ve aşılmış “millet”in siperlerine sığınarak değil, modern sağ liberal akımları, ancak “millet”i ululayan güç ve akımların ardına saklanarak mücadele edebiliyorlarken onlara karşı özgüven ve inançla yükseltilmiş enternasyonalizm bayrağını yeniden yükselterek verilmelidir bu uğraş. Kol güçlerinin ve sayının değil, zihnin, üretici ve bilhassa yaratıcı bir emeğin zamanıdır şimdi. Çağımızı yönlendiren, 2. Sanayi Devrimi dediğimiz devasa gelişmeyi mümkün kılan dinamiklerin özünde bu emek vardır. Bu emek tözsel olarak evrenseldir ve “mağluplar” tarafından temellük edildiğinde ve onu sadece “iş”in sınırları içinde değil, yaşam tarzımızın bütününde işler hale getirdikçe, bu denemeye ve bu mücadeleye girildiğinde, o emeğin “taşıyıcıları” hem insan ve insanî, hem de zaten enternasyonalisttirler.
(*) Geçerken belirtelim ki, ideolojilerin millileşmesi, siyasal hareket formuna girdikleri ve onun tarafından temsil edildikleri oranda kaçınılmazlaşır. Siyasal hareket olmanın gerektirdiği güç mantığı ve bildik siyaset yapma araç ve yöntemlerinin ulus-devletler çağında oluşmuş ve ulus-devletlerin sınır ve sınırlamaları dahilinde uygulanabilir oluşu millileşmeyi adeta solunan havanın bir özelliği haline getirir.