1990’lı yılların Türkiye’sinde kamu çalışanları ücretliler kategorisi içinde örgütlenmeye, örgütlü eyleme en eğilimli ve en faal kesim olarak öne çıktılar. Son yıllarda ve özellikle son aylarda doz ve kapsamını düzenli bir biçimde yükselttikleri eylemlerini sonuçta yasal sınırlamaları aşmayı da göze alarak bir genel iş bırakımı ile zirve noktasına vardırdılar.
Gerek içerdiği hizmet alanlarının çeşitliliği ve önemi nedeniyle toplumsal düzenin işleyişindeki rolü, gerekse sağladığı hatırı sayılır katılım oranı ve gerekse eylemler sürecinin açıkça kanıtladığı rahatsızlık ve kararlılık potansiyelinin yüksekliği ile kamu çalışanları hareketinin, günümüz Türkiye’sinde hiç kimsenin hafife alamayacağı bir toplumsal-siyasal ağırlığa sahip olduğu şüphesizdir. Hiçbir ciddi siyasal odak veya akım bu faktörü görmezden gelemez.
Ancak öte yandan bu hareketin gerek toplum ölçeğinde gerekse bizzat ücretliler dünyasının öteki kesimlerinde umulan türden bir destek görmediği de ortadadır. Gösterilen ilgi ve destek, hareketin büyük kitlesini oluşturan alt kademe memur ve çalışanların çok düşük olduğu herkesçe kabul edilen ücret düzeyleriyle ilişkili bir “anlayışla karşılama” tutumundan ibarettir. Bu anlayışla karşılama, “kamu kuruluşları” ve “işletmeleri”ndeki -o çok sözü edilen- “personel fazlalığı” argümanınca bir miktar törpüleniyor olsa da alt kademe memurların çok zor, hattâ acınacak koşullarda olduğu konusunda hemen herkes hemfikirdir ve onların durumlarını biraz olsun düzeltmeleri için harekete geçmeleri anlayışla karşılanmakta ve örneğin güvenlik güçleri, memur eylemlerine karşı sert davrandığında genel bir tepki görmektedir.
Fakat bu “anlayışlı”lığa rağmen yine de “memur hareketi” geniş ücretli yığınlarının indinde bile “kendi dışlarında” bir hareket olarak algılanmakta, ortada aynı içerikte -ücret, sendika, toplu sözleşme, grev gibi- talepler olmasına karşın bir ortaklık, bir kaynaşma, bir aynı düşünüş iklimini paylaşma ortamı oluşamamaktadır. Çeşitli “sosyalist”, “devrimci” sıfatlı akımlar öylesi bir kaynaşmanın ortak düşünüş tarzının var olduğunu ya da olması gerektiğini ısrarla belirten bir söylem tutturmuş iseler de; bu bir gerçeğin ifadesi olmaktan çok onların görmek istedikleri şeyin ifadesidir; istenilenin gerçekmiş gibi görülmesidir.
Bu araya mesafe koyma, özdeş hissedememe tavrının gayet anlaşılır nedenleri vardır ve sırf “ücretli” olmanın o nedenleri hükümsüz bırakacağını sanmak ya da bırakması gerektiğini empoze etmeye kalkışmak; tarihi, toplumun ortak hafızası dediğimiz faktörü kaale almamaktır. Ki bunun sonucu kaçınılmaz olarak yenilgi, başarısızlık ve umut kırıklığıdır.
Bizzat “kamu çalışanları hareketi”nin kendisi, öncelikle kabul etmelidir ki, bu hareket özellikle geniş halk kitlesinin nezdinde her şeye rağmen yine de devlette görevli olanların hareketidir. Şüphesiz bu hareketin gerçekten bilinçli mensupları, kendilerinin “devlet görevi” ile aynı şey olmayan bir “kamu görevi” alanında, bu niteliğe özgü hizmet alanlarında iş yaptıklarını dolayısıyla devlete mensup insanlarmış gibi addedilmelerinin doğru sayılamayacağını söyleyebilirler. Fakat yine onlar farkındadırlar ki; kendine özgü kuruluşu, gelişimi ve yapısıyla TC Devleti, devlet zoruyla, kamu alanını, dolayısıyla kamusal hizmetleri de “zaptetmiş”, bunları birer devlet görevi bile değil, birer devlet yetki türüne dönüştürerek, “yönetilen yığınlar”ın nezdinde onları birer hizmet gibi değil, bir egemenlik aracı, bir mecburi ilişki kanalı haline getirmiştir. Bundan dolayıdır ki, Türkiye halkı yıllar yılı bırakınız başkalarını, okul, hastane gibi aslında kamusal birer hizmet vermesi gereken kurumlara bile “otorite”nin hışmına uğrayabileceği, kötü muamele görebileceği kuşku ve korkusuyla gitmiştir.
Ortak hafızamıza, “devlet” imajımıza kazılı bu izlenim ve yargıları yok saymak ya da doğrudan açıkça dile getirilmedikleri için yok farzetmek, bedeli ağır ödenecek bir kolaycılığa teslim olmak demektir. Her “hareket”e sadece güç ve taraftar toplama oportünizmi ile yaklaşan “siyaset”lerin kısa vadeli çıkarları için uygun olan bu kolaycılığa kamu çalışanları hareketi de kapılırsa sadece yenilgiye mahkûm olmakla kalmayacak, tarihî bir imkânı da heba etmiş olacaktır.
Kamu çalışanları hareketi, “devlet”le ister istemez ilişkili halihazır konumlarıyla tarihsel bir handikapla eylemlerine başlamışlardır. Bu handikap, eylem, talep ve önerilerin muhtevası ile geri plandaki o kadim “devlet”ten tarihsel bir kopuş izlenimi verebildiği oranda tarihsel bir imkâna dönüştürülebilir. Devlet/kamu kuruluşlarında “hizmet”ten ziyade otorite ile karşılaşmış bu toplum, orada görülen işlerin hizmete en fazla benzediği hallerde bile onun kalitesizliğinden, baştan savmalığından şikayetçi olagelmiştir. Kamu hizmetine ilişkin bu yerleşik -ve pek de haksız olmayan- yargıya mukabil, özel girişimlerin çok daha kaliteli, doyurucu hizmet verdiklerine dair sağlamlığı hayli tartışılır bir yargı da vardır. Dolayısıyla da ücretliliğe özgü hak talepleriyle kendini sınırlayan, kamu hizmetinin bu halihazır görüntüsü hakkında gerçek bir yapıcı eleştiri ve öneri getirmeyen bir kamu çalışanları hareketine toplumun vereceği destek kaçınılmaz olarak sınırlı kalacaktır.
Oysa yukarıda anlatılan “tarihsel kopuş”, öncelikle şu ana kadarki kamu hizmeti uygulamasının bizzat kamu çalışanlarınca temelden bir eleştirisini ve bu hizmetin yeniden ve yeni bir bilinçle inşâsına çağrıyı içermelidir. Kâr amaçlı -özel- işletmelerle verilecek olandan çok daha doyurucu ve nitelikli bir hizmetin sunulacağı kamu kuruluşlarının yeniden inşâsı, kamu çalışanları hareketinin ilk ve temel talebi, çağrısı olabilmelidir. Hareketin toplumla sadece bir “destek” ilişkisi değil, bir kaynaşma imkânı bulacağı yegâne zemin burasıdır.
Çünkü, devletin de toplumun da -en hafif tabirle- çözüldüğü şu tarihsel dönem ve dönemeçte kamu çalışanları hareketi, kendi “ücretli”lik durumlarına özgü taleplerden çok daha fazla ve asıl olarak -neoliberalizmin, çözülme ve çürüyüş halinin ve özelleştirmeci mantığın çiğneyip yok saydığı- kamusal bilincin, kamu hizmeti ve görevinin -gerçek yorum ve içeriğiyle- üstlenilmesine talip olan yepyeni bir kimlikle topluma seslenmeyi başardığında... kendini böylece tarihsel bir misyonla sunabildiğinde bizzat geniş halk kitlelerinin derin bir ihtiyacını, beklentisini de dile getirmiş olacaktır.
Şüphesiz “devlet”le “kamu”nun, “devlet görevi” ile “kamu hizmeti”nin apayrı şeyler olduğunu, “kamusal”ın özellikle geniş halk yığınlarınca her bakımdan temellük edilmesinin zorunluluğunu vurgulamak ve anlatmak hayatî öneme sahiptir burada. Kamu çalışanları hareketine katılanların çok büyük çoğunluğu ile “devletin çekirdeği”ni oluşturan kuruluşların dışındaki yerlerde çalışıyor olmaları, bu farklılığı ve ayrışmayı anlatabilmek için bir vesile, bir koz alarak görülmelidir. Elbette ki, çok daha önemli olan, kamusal alan, hizmet ve bilincin “sözcüsü” ve bunların yeniden ve hakiki içerikleriyle vücut bulması misyonunun talepçisi ve talibi kimliğiyle toplum önüne çıkacak bir kamu çalışanları hareketinin, bu kimliğini somut öneri ve girişimlerle bezeyebilme yeteneğini gösterebilmesidir. Hareket eğer örneğin eğitim, sağlık, haberleşme ve ulaşım gibi alanların birer kamusal hizmet, görev alanı olarak ve kamusal bir bilincin yönlendiriciliğinde nasıl kurumlaşabileceğine dair somut tasarımlar sunabilir ve bu tasarımı hayata geçirebilmek için kendi bünyesinde nasıl bir “kendi kendini dönüştürme” programı uyguladığını yeterince berrak bir biçimde gösterebildiğinde, hem inandırıcılığını güçlendirmiş olacak hem de yığınların bu hareket ve girişimleri ile doğrudan, özsel bir bağ kurabilmesinin kanallarını açmış olacaktır.
Kamusalı devlet esaretinden ve bu esaret altındaki bozulmuşluğundan kurtarmak, onu “gerçek sahibi”ne, halka yeniden ve yenilenmiş bir muhteva ile “iade edebilmek” için zaptetmek. Kamu çalışanları hareketini bir kitlesel hareketin -şu tarihsel durumda- bir ilk ateşleyicisi haline getirebilecek ve o hareketle gerçekten kaynaşıp birlikte -en azından- kendine saygılı ve güvenli bir toplumun yeniden inşâsında ciddi bir pay sahibi yapacak olan şey, ancak ve sadece bu hedef, onun bilincinde olan bir yaklaşımdır.