Bütün toplum katmanlarında farklı dürtülerle ve farklı düzeylerde irkilme yaratan 2 Temmuz yangını “marjinal” çevreler; ateşle yüzyüze gelen Aleviler ve bir grup sol-sosyalist aydınlar dışında unutuldu. Unutmak, onaylamayı getirdi. Tersi de söylenebilir: İnsanların diri diri yakılması zihinsel düzeyde “mazeret” bulabildiği için onaylandı ve unutuldu. Onay ve sahipleniş en somut olarak yine “olay yeri”nde, Sivas’ta kendini gösterdi. Yangından dokuz ay sonraki yerel seçimler 2 Temmuz eyleminin, eylemi yaratan “toplumsal-dinsel” vb. “refleks”lerin bir tür “sağlaması”na sahne oldu. 2 Temmuz’da kitlenin ortak paydası olan “Müslümanlar” kimliğine sahip çıkan iki siyasal kuruluş (RP ve BBP) şehir seçmeninin yarısının oyunu aldı.
Dolayısıyla Sivas için 2 Temmuz’dan geri dönüş yok artık. Zaten bilinen bir şey, “yangının ardından artık hiçbir şey, önceden olduğu gibi değildir”. Ama bu gerçeklik, Türkiye toplumu için geçerli gözükmüyor. Görünürde, her şey olduğu gibi devam ediyor. Devam ediyor.
Bu; eylemin onaylanması, “meşrû mazeret”lere bağlanması en başta devlet katında ve kamuoyu oluşturucu çevrelerde (medyada) ifade imkânı buluyor. 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta yaşananlar ne denli irkiltici ise siyaset sınıfının olay karşısındaki tutumu, ondan daha irkilticidir. Çünkü aktif siyasetçisi ile, “kamuoyu oluşturucu” sıfatını taşıyan medya erkanı ile bu sınıf -mezhepsel nedenlerle kendilerini olaya doğrudan taraf hissedenler dışında- topluca, 2 Temmuz yangınını hazırlayan “tahrik” tezini yinelemiştir.
Aynı şekilde “yargı” 26 Haziran 1994’te sonuçlanan 2 Temmuz-Sivas Olayları Dosyası ile siyasal sınıfın izinde (ve içinde) olduğunu ortaya koymuştur. Ankara 1 Nolu DGM’nin gerekçeli kararına göre 2 Temmuz 1993’te yaşananlar “Aziz Nesin’in Şeytan Ayetleri kitabı yayımlamasına duyulan öfke, kin ve nefretten dolayı tahrikin sonucu ve Aziz Nesin’e yönelik”tir. Demek ki tıpkı 2 Temmuz’daki Sivas’taki kitle gibi DGM de Aziz Nesin’in yargılanmasını ve cezalandırılmasını öngörüyor! Artık burada yanan ve yakılan yok, “tahrik” var sadece...
Evet, her şey olduğu gibi devam ediyor ve 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta doruğa ulaşan “refleks”ler, onun dışavurum biçimleri; şiddet toplumun tüm dokularına yayılıyor. Kimi zaman İstanbul’da The Marmara Oteli girişindeki pastanenin bombalanışı gibi klasik “tim” eylemleriyle yılbaşı kutlamaları terörize ediliyor. Hemen ardından Afyon Emirdağ’da olduğu gibi “sapığı linç etme” girişimleri yaşanıyor. Aynı günlerde bir TV yayını nedeniyle “mezhepsel onur” ayağa kalkıyor. Tıpkı Sivas’ta Sünni cemaati harekete geçiren bildiride olduğu gibi yine cinsellikle ilgili bir “espiri”, bu kez de Alevi cemaati harekete geçiriyor... 1995 Mart’ında bu kez “merkez”in içindeki “taşra”; İstanbul’da Gazi Mahallesi ve Ümraniye’de alevler yükseliyor.
2 Temmuz hâlâ ve yaygınlaşarak devam ediyor.
Kitlesel şiddet her düzeyde yinelenerek yaşama egemen olma yolunda hızla ilerliyor. Her seferinde, her yerde birileri şu ya da bu nedenle “tahrik” ediliyor! Gösteri düzeni devam ediyor.
O halde yeniden “olay yeri”ne; Sivas’a dönerek görünür “tahrikler”in ardındaki hayata bakalım.
Merkez’den taşra’ya bakanlar orada hep bir ıssızlık görürler. Yaşam, “çağdaş toplum”un ölçütlerine göre daha durağandır orada. Mekan, mekanı dolduran nesneler -bu arada nüfus- seyreltilmiş gibidir. Seyreltilmişlik zamanın akışında, insanların davranışlarında da kendini gösterir. Dışarıdan bakanlar için sanki önceden kaydedilen görüntülerin yavaşlatılmış (slow motion) gösterimi izlenmektedir. Yaşamın dinamiği devinim, değişim, dönüşüm değil; yinelemedir. Aynılık vardır her şeyde.
İnsanlar her gün bir başka giysiyle değil, uzun süre aynı giysilerle çıkar karşınıza. Kadınların saçlarının rengi, biçimi doğa ve zaman onları değiştirmedikçe çoğunlukla aynı kalır. Evler, ev içleri; eşyalar, sokaklar günbegün başkalaşmaz. Bir değişim varsa bu çoğunlukla insanların iradesinden bağımsız, zorunlulukların ürünüdür. O da günler, haftalar içinde ortaya çıkmadığı, ağır akan zamana sindiği için ilk anda farkedilmez.
Bütün bu boşluk (ıssızlık) ve düşük devirli akışa sessizlik eşlik eder. Olağan (ve durağan) akış içinde gündem dışı, sıradışı en küçük oluşumlar hemen duyulur, merkezî önem kazanır: Birinin-birilerinin gelişi ya da gidişi -özellikle “yabancı”; “dışarıdan” biri(leri) söz konusuysa- hemen “toplumsal olay” niteliğini alır. Evlenme, boşanma, askerlik, ölüm vb. de öyle. Devinim bir ses efekti gibidir. Herkes duyar, oraya bakar; görür ve onun üstüne konuşur.
Bu haliyle “taşra”, merkezin bakış ve görüş açısına göre “sığ”lığı ifade eder. Oysa merkeze göre geride, altta, aşağıda olan, adeta bu fiziksel konumun, sıfatların gereği olarak aynı zamanda “dip derinliği”ni temsil eder. Eğer üstte-yüzeyde olan; görünen merkezse, taşra altta, derinliklerde olandır. “Modern dünya”nın -ve ona eklemlenmeye çalışan Türkiye’de sistemin- sarsıntıları bu paradoksal yapı içinde biçimlenir.
Sivas’ta yaşam, taşraya atfedilen bütün ögeleri fazlasıyla içerir. Fazlası belki de oranın; Sivas’ın eski bir merkez olmasından kaynaklanıyor. Genel saptayıma göre taşra, merkeze özenir, ona benzemeye çalışır, ufku oraya dönüktür. Oysa Sivas’ta bütün yaşam ve tarihsel süreç, her dönemde her tür merkeze karşı olmakla, merkezi reddedişle biçimlenir. Bu nedenle de aşırı sayılabilecek bir gösteriş, kendini yükseklerde konumlama egemendir insan ilişkilerine, davranışlara. A. Turan Alkan’ın sözleriyle, “şevket ve debdebesinden bir şey kalmadığı halde hanedan geleneklerine sıkı sıkıya riayet eden düşkün bir aristokrat haleti” görülür orada.
Dışa(rıya) karşı böyle. Yöresel deyimle “dışarı”, ya da “yabana alçak yanını vermeyeceksin”. İçeride, birbirleriyle ilişkilerindeyse insanlar ortak bir sırrı (belki de suçu/cezayı) paylaşır gibidir. Haldeki düşkün, yoksul, yoksun görünüm-durum, o kaynağı belirsiz sırrın-suçun eseridir. Herkes düşkünlüğü, kaybetmişliği karşısındakinde, yanındakinde görür. Biraz acıma, biraz alay, biraz küçümsemeyle bakar gördüğüne. Ve tabiî ötekini yargılarken kendini koruma, yüceltme, olumlama vardır iç ilişkilerde. Ama kimse kendi konumundan da hoşnut olmadığı için ortak bir yazgıyı paylaşma duygusu egemendir kendine, hayata, zamana bakışta. Sanki bir deprem, bir yangın yaşanmıştır ve herkes her şeyi yitirmiştir. Dolayısıyla haldeki durum; yoksunluk ve yoksulluk görüntüden ibarettir onlar için. Herkes birbiri için “biz onun cemaziyelevvelini de biliriz” der gibidir. Bir tür tarih öncesine dayanan varsayımsal bilgi, hafıza, ne bugün iyi olanın tam iyi, ne de bugün düşkün olanın tam düşkün olmadığını söyler.
Bunun gibi oldukça köklü bir iç dil vardır Sivas’ta, yerliler arasında. Görüntünün ardındaki “gerçeğin” bilgisine sahipmiş gibi düşünür ve davranırlar. O bilgi ve dil, bugüne yansımasa da -zamane içinde değeri, geçerliliği olmasa da- kendilerinin “fıtraten”; doğuştan bir güce, değere, üstünlüğe, zenginliğe sahip olduklarını söyler.
Bu zihniyet somut, günlük yaşamda birbirine çelişik gözüken iki davranış biçimiyle ortaya çıkar: Kabul ve red! Sivas/Sivaslı bir açıdan her şeyi kabul eder, hiçbir şeye itirazı yok gibidir. Ama aynı zamanda hiçbir şeyi kabul etmez, her şeyi reddeder. (Sabahattin Ali’nin “Ses” öyküsünde çizdiği Ali tipi, Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üstünde anlattığı gurbetçi Sivaslılar anımsanabilir.)
Kabul ve reddi; boyuneğiş ve başkaldırıyı ille de büyük toplumsal patlamalarda aramak gerekmez. O, yaşamın içindedir, davranışlara yön veren kurallara, törelere sinmiştir. Sokakta, çarşıda, evde kimi zaman şahıslaşmış, kimi zaman örtük-genelleşmiş üst otoriteler vardır. Bu, devlet görevlisi, esnafın en büyüğü (iş hacmiyle ya da yaşıyla), aile büyüğü olabilir. Onların karşısında töre(n)sel olarak, tam bir “itaat” gösterisiyle susulur. “Büyükler”in temsil ettiği fiziksel ve maddi güç, manevi-ahlâki alanın değerleriyle örtüştürülür. Böylece kabulleniş ve itaat, güce boyuneğmekten çıkar, töresel bir meşrûiyet kazanır.
Ama bu örtüştürme-meşrûlaştırma derin bir iç gerilimi de yanıbaşında getirir. Aile büyüğünün yanında susan yetişkin erkek, onun yokluğunda otoriteyi -dolayısıyla gücü- devralır. Büyüklerin ve başkalarının yanında adını anmasının ayıp (yasak) olduğu eşinin, çocuklarının üstünde o gücü bizzat uygular.[1] Ya da büyükler karşısında, genelin içinde susanlar kendi meclislerinde yoğun bir gürültüyle konuşurlar. Kahvelerin ve topluca bulunulan yerlerin uğultusu, sokakta çocukların, ev içlerinde kadınların hep karşılıklı bağırtı halinde olmaları, büyük susuşla ödeşme gibidir.
Ödeşmenin; gürültünün şiddete dönüşmesi an meselesidir. Bu, sokağın (ve kitlenin) dile gelmesidir. Her an, her koşulda ortaya çıkabilir.
DEYİMLER NE SÖYLER
Yöresel dilde yaygın olarak kullanılan atasözleri-deyimler, tam da üst otoriteyi algılayış biçimlerini ve onun karşısındaki ödeşmemişliği işaret eder. Gerçekliğin hep görünenin ardında arandığını belirtmiştik. Suskunluğu, otoriteyi görüntüde onaylayıp kendi gerçekliğini sürdürme eğilimini vurgulayan “Karışma devletin işine, düşme zenginin peşine, boynunu kır bak kendi işine” sözü bu yönden anahtar gibidir. İki güç; devlet ve zengin(lik) yöre insanı için ürküntü kaynağıdır.
Her ikisine de fazla yaklaşıldığında, bağlanıldığında ya da karşı durulduğunda zarar gelir. Arada belli bir mesafe hep olmalıdır... Deneyimleri insanlara bunu öğretiyor. Yine zenginlikle ilgili “Akçalı adamdan dağlar da korkar” sözü, yukarıdaki deyimin, deneyimin yanına konabilir. Ama bir de görüntünün ardı var. O da “Ayağında potin olanı zengin sanma” sözüyle ifade edilir. Sözün iki boyutu var. İlki, yukarıda belirtilen görüntünün ardı tematiği. Öteki daha da önemli: Genel yoksunluk içinde en küçük farklılığın (potin gibi) zenginlik göstergesi olarak algılanması -ya da sunulması- ve yine görünenin yeterli sayılmaması.
Zengine-zenginliğe duyulan tepki, varlık sahibi olmayıp o havaya girenlere (aslında kendileri gibi olup üstünlük taslayanlara) karşı da çeşitli deyimlerle ifadelendirilir. “Aç itin vakkarından yanına varılmıyor”, “D(t)arzı -çalımı; havası- beyde yok”, “Ağa mizaçlı, hizmetkâr çehreli” bunlardan sadece birkaçı.
Zenginliğin karşıtı yoksulluk. O da bir korku ve tepki kaynağı olarak beliriyor. Onun için atasözleri, deyimler hep uyarıları işaret ediyor: “Etini közlemeyle, ununu bazlamayla yeme”, “Elini ne aç, ne yum”, “Sırımı yiye yiye göne dadanırsın” gibi deyimler idareli, ihtiyatlı, dikkatli olmayı, israftan, harcamadan kaçınmayı öğütler.
Bir de bunların uzantısında ödeşmemişliği; haksızlığa uğramışlığı dile getiren deyimler var: “Biz çektik küreği, el yedi böreği”, “Üste geldi üsteledi, evi barkı desteledi”, “Duayı biz ettik, yağmur Karacaören’e yağdı” gibi deyimler bu duygunun ürünüdür. (Sonuncusu mezhepsel ayrımı da içermesi yönünden dikkat çekici. Karacaören, Kürt-Alevi köyü. Sünniler, dualarının ürünü saydıkları yağmurdan, onun getireceği bereketten dua etmeyenlerin nasiplenmesini haksızlık olarak görüyor!)
Gerek zenginlik-yoksulluk ayrımını, gerek onun uzantısındaki asıl hak sahibi olup da onu başkalarına kaptırmayı; haksızlığa uğramayı işaret eden deyimler, yerli zihniyetinin temel sorunsalına gelip dayanır. “Öz”, “asıl”, “kök” sözlerinde karşılığını bulan bu zihniyetin yöredeki en veciz ifadesi “Asıl azmaz, bal kokmaz. Kokarsa yağ kokar; aslını s.keyim, aslı ayran değil mi” deyimidir. Bir başkası: “Otu çek, köküne bak”, bir başkası: “Ot dinli, yonca mezhepli”dir.
”Yanardöner” de denen koşullara göre değişebilen kişilik(sizlik) için din ve mezhep vurgusunun yapılması, yine dikkat çekici. Öte yandan deyimler bir ucuyla gelip yemek-yiyecek olgusuna odaklanıyor. Bu da yörenin tarihindeki kıtlıkların, “açlıkla terbiye”nin, bir sonucu olsa gerek.
Nihayet sonuca geliyoruz. O da kendi kendine yetmek, başkasına minnet etmemek, boyun eğmemek: “S.kimin bel etini keser yerim, kasaba minnet etmem”! Bir başkası: “Eleğim var, küleğim var, benim sana ne dileğim var?” ve genel, yörede de sıkça kullanılan bir deyim: “Kan tükürüp, kızılcık şurubu içtim demek”... Bunlarda da yine en temel gereksinim olan beslenme olgusu çıkıyor karşımıza.
MADIMAK ŞEHRİNDE BESLENME
2 Temmuz’la ünlenen Madımak Oteli’nden (girişte ayrıca bir de Madımak Lokantası vardı) önce de madımak, Sivas’ın simgelerinden biriydi. 1970’li yılların ortalarına dek TRT Yurttan Sesler Kadınlar Korosu, radyo programlarının birinde değilse bile öbüründe “Madımak Toplama Havası”nı ya da “Madımak” türküsünü seslendirirdi. Bunlar aynı zamanda oyun havası, kadın halayı.
Şehrin türkülerine, oyunlarına, lokantalarına, otellerine adını veren madımak yabanıl bir ot. Tohumu yok. Ekilmiyor, biçilmiyor. Kendiliğinden yetişiyor. Ama bu “Allah vergisi” küçücük bitki ilkbahar, yaz aylarında özellikle kırsal kesimin temel gıdalarından biri. Kıraç toprakta pembemsi sapı, yerle aynı hizadaki birkaç yeşil yaprağıyla duran madımak kadınlar, kızlar tarafından toplanıyor. Yıkanıp bıçakla doğranıyor ya da satırla dövülüyor. Yağ ve soğanla kavruluyor, ya da bulgur katılıp “madımak aşı”, çorba yapılıyor. Ayrıca özel olarak kışlık madımak toplanıyor. Kurutuluyor, zamanı geldiğinde suya basılıp aynı yemekler yapılıyor. Madımağın olmadığı mevsimlerde ondan yoksun kalınmıyor!
Türkünün yineleme bölümünde yer alan “Oy madımak evelik yemlik/ Oy madımak guşguş yemlik” dizelerindeki evelik ve yemlik de yine madımak gibi yabanıl bitkiler. Evelik geniş yapraklı, ekşimsi, pazıgillerden bir bitki. Madımak gibi toplanıp yemek yapılıyor. Yemlik, adı üstüne yemiş-meyve niyetine toplanıyor. Sade ya da tuza banılarak yeniyor.
Madımak ve benzeri yabanıl bitkilerin yöre mutfağında (diğer kültürel göstergelere de yansıyan) merkezî bir yer tutması, yerel ürünlerin sınırlı oluşundandır. Yöre tarımında karasal iklim ürünleri; tahıl (buğday, arpa, yulaf), bir ölçüde baklagiller (nohut, fasulye, mercimek) ve patates, pancar, turp gibi köksü bitkiler ağırlıktadır. Beslenme doğal olarak bu ürünlere; karbonhidratlara dayanır. Un ve bulgur, yine yerel deyimle “evin ağsaçlıları”dır; yani vazgeçilmezleri. Aynı şekilde peynir, yağ, yoğurt, çökelek, bunların süzdürülmesiyle elde edilen peskütan gibi süt ürünleri de “ağartı” olarak adlandırılır.
Özellikle kırsal kesimin bütün mevsimlerdeki yemekleri temel olarak bu iki ürüne; un-bulgur ve ayran-yoğurt bileşimine, türevlerine dayanır. Ürünlerin sınırlı oluşu ve bunları edinmenin toprak, çift-çubuk, mal sahibi olmayı gerektirmesi, beslenmeyi, dolayısıyla geçimi, dolayısıyla toplumsal konumu, değerleri, insan ilişkilerini ve kültürel dokuyu da biçimlendirmektedir.
COĞRAFYA VE İKLİM
Uzmanlar fizyonomiden davranışlara, dilden düşünceye, giyim kuşamdan beslenmeye dek insan-topluluk kimliğinin oluşumunda doğal-fiziksel çevrenin önemli belirleyenlerden olduğunu söylerler. Şair de kısaca, “İnsan yaşadığı yere benzer/ O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer” der.[2]
Coğrafi yapının şehrin tarihsel yazgısında önemli roller oynadığını biliyoruz. Anadolu’nun doğusuyla batısının kavşağındaki konumu, şehri bir dönem “merkez” haline getirmişti. Siyasal/askerî egemenliklerin fiziksel güç ve koşullara bağlı olduğu dönemde coğrafi konumu Sivas’ı kendi başına bir “egemenlik merkezi” kılıyordu. Ortaçağ sonlarına dek bu saltanat sürdü. Gücü oluşturan etmenlerin fiziksel belirleyenlerin ötesine geçtiği, kentlerin ve devletlerin -dolayısıyla egemenliklerin- yeniden biçimlendiği evreden itibaren de şehrin düşüşü başladı. Coğrafi yapısı ve ona bağlı “iklim”leri, Sivas için artık ayrıcalık ögesi değil, sorun-dert kaynağı oldu.
Bu coğrafyanın temel özellikleri şöyle sıralanır: Orta Anadolu’nun yüksek platoları üzerinden başlayan il sınırları, doğuya doğru giderek yükselir. Şehrin “doğu yakası”nı oluşuran Koçgiri bölgesi (Zara, İmranlı, Divriği) başta olmak üzere kuzeydoğu (Suşehri, Koyulhisar) ve güneydoğusu (Kangal) dağlık, sarp bir yapı oluşturur. Yine Koçgiri bölgesinin uzantısındaki Hafik yöresi de dağlıktır. Bu dokuyla çevrelenen şehir merkezi, sanki adeta bir çanağın dibi gibidir. İl genelindeki en düşük yükselti -denizden- 1000 metredir. Doğu taraflarının anılan dağlık kesimlerinde bu 3500 metrenin üstüne çıkar. Güneydoğuda (özellikle Kangal-Divriği yöresinde mevsimler arası, geceyle gündüz arası ısı farkı büyük değişimler gösterir. Kuzeydeki Koyulhisar ve Suşehri yöresi, daha dengeli bir iklim yapısına sahiptir. Yazlar, il geneline göre daha serince, kışlar ılık, yağış dengelidir.
Ama il geneli “kara iklimi” karakteristiğini gösterir: Yazlar sıcak ve kurak, kışlar soğuk ve yağışlı.
Bu yapı, “kav gibi” diye nitelenen yöre insanın kimliğini, davranış biçimlerini de bir boyutuyla etkiler. Sivas Cumhuriyet Üniversitesi’nde görevli bir sosyolog, insanların ve toplumsal yaşamın dingin görünümlü, ama iç gerilimi yüksek dokusunu oluşturan etkenler arasında şehrin “Dağlık ve yüksek bir platoda kurulu oluşu”na da işaret eder, “Kısa, ama alabildiğine bunaltıcı sıcak yazları ve ille de uzun, çok uzun ve çok soğuk Sivas kışının sosyo-psikolojik sonuçları var. Bütün kış boyunca günlerini çok dar ve kapalı bir toplumsal çevre içinde geçiren Sivas insanı üzerinde, aşırı yaz sıcaklarının çok olumsuz sonuçları oluyor” der.[3]
Yazın da kışın da bunaltıcılığı davranıştan önce dilde kendini gösterir. Ay adları, dolayısıyla zamanın anlamlandırılması resmî takvime göre değil, iklime, onun belirlediği yaşantıya göredir.[4] Kar, beyaz da olsa onun yağışıyla birlikte hayat karardığı için kış, “karakış” olarak anılır. Ocak ayı soğuğuyla anılır, “zemheri” denir. Şubat kısadır, yani “gücük” ama belalıdır; “ya gücük iti soluturum, ya gücük devenin kuyruğuna çıkarırım” der. Onun -şubatın- içinde “kara köz gibi, adama buz gibi” değen “kabayel” vardır. Kabayel, “gücüğün başında, gelezsem 7’sinde bekle. Gelemediysem 17’sinde topumla tüfeğimle gelirim” der. Mart, malûm “kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır.” Nisan, “abrıl” olarak anılır ve hâlâ ölümcül soğukları içerir; “sakın abrılın beşinden, camuzu ayırır eşinden”. Ayın sonlarına doğru “beldür aciz” fırtınası vardır - ki, kimi yörelerde “oğlak kıran” da denir. Kar yağdığı olur, onun için de “beldür aciz, yer-gök taciz”dir. Onunla da bitmez, nisan sonlarında “sitteyi sevir” ya da “kocakarı soğuğu” denen ayaz ve rüzgar dönemi vardır. Öyle ki, “sitteyi sevir, dakka bir devir” denecek denli yıkıcı, öldürücüdür. Bütün bunların ardından gelen ılıman mayıs, yazın değil baharın başlangıcıdır ancak. Artık “iş mevsimi” başlar ve aylar günler, tarım takviminin evrelerine göre adlandırılır.
Yukarıda anıldığı gibi, bir bilimadamı “Kısa, ama alabildiğine bunaltıcı sıcak yazları ve ille de uzun, çok uzun ve çok soğuk Sivas kışının sosyo-psikolojik sonuçları”ndan söz ediyor, “kış boyunca günlerini çok dar ve kapalı bir toplumsal çevre içinde geçiren Sivas insanı üzerinde, aşırı yaz sıcaklarının çok olumsuz sonuçları” olduğunu söylüyordu. Bu, Tanpınar’ın deyimiyle “şehrin toprağın hususiyetlerinden gelen” ve “garip bir şekilde orada geçen zamana hükmeden ve çok defa nesillerin hayatında psikolojik bir amil vazifesi” gören yönlerinden biri. Diyelim ki toplumsal patlamaların; en küçük bir dürtüde parlamaya, çatışmaya dönüşen hayat biçiminin bir açıklaması bu olsun.
Patlamalar kadar önemli, hem şehirdeki hayatın dokusunu, hem şehrin “dışarı”daki yüzünü biçimlendiren, ülkenin merkez kentlerinde “Sivaslı” denince artık bir tepki kaynağı oluşturan sürekli göçler var. Yine bir bilimadamı-yazar A. Turan Alkan, göçlerin de kaynağında aynı etkeni; iklimi buluyor: “Sıvas’dan sıcak memleketlere göçün ardında, işte bu sert kışlarımız ve üç zalim şövalyenin (Karakış-Zemheri-Gücük) soluk kesen insafsızlığı yatmaktadır.”[5] Alkan’a göre, “İşsizlik, mişsizlik bahanedir. Sıvaslı, biraz eli para tutunca soluğu sıcak memleketlerde almakta ve her Allah’ın günü odun kömür taşımaktan, soba temizlemekten, kül dökmekten, kömürün içinden iri taş parçaları ayıklamaktan ve parasıyla rezil olmaktan kurtulmuş olmaktan dolayı rahata erdiğini sanmaktadır.”
BİR TOPLUMSAL TRAVMA OLARAK GÖÇ
Bugün İstanbul’un ilçelerinden biri, Sivas’ın İmranlı ilçesinin özgün adını taşıyor: Ümraniye! Aynı şekilde Emirgan sırtlarındaki bir sokak, Zara ilçesindeki bir köyün ve ailenin adını taşıyor: Kuloğlu. Gaziosmanpaşa’ya bağlı Gazi Mahallesi, Kağıthane’nin bazı sokakları, Şişli-Çağlayan, Kuştepe-Gültepe bölgesi, Avcılar-Atışalanı vb. İstanbul’un dört bir yanında yer yer, sokak sokak “Sivaslı” çoğunluk var. Bu çoğunluklar zaman zaman parti içi iktidarları, oradan da yerel iktidarları belirleyici boyutlara ulaşıyor. SİDAD yetkililerinin saptamalarına göre, 1990’ların ortalarında İstanbul’da yaşayan Sivas kökenlilerin sayısı -buradaki doğumlar da dahil olmak üzere- 1.5 milyon dolayında!
Ankara’nın, İzmir’in gecekondu semtlerinde de İstanbul’daki yoğunlukta olmasa da benzer durumlar gözleniyor. Şişli-Çağlayan yöresinde olduğu gibi, Ankara’nın gecekondu semtlerinden bazılarında da Sivaslı otobüs işletmelerinin büroları bulunuyor. O semtten haftanın belli günlerinde Şarkışla’nın, Zara’nın köylerine dek uzanan seferler düzenleniyor.
Yalnızca yurt içinde değil; Almanya’da, Fransa’da, Danimarka’da, Belçika’da da böyle. Almanya’nın Kassel şehrinde Kangal, Divriği yöresinden gidenler kendi gettolarını oluşturmuş durumda. Danimarka’da tekstil kuruluşlarının yoğunlukta olduğu Kopenhag yakınlarındaki kasabalarda kalabalıklığından dolayı artık “yabancı” konumundan çıkan Gemerek, Şarkışla, Yıldızeli yöresinden Sivaslılar var!
Bütün bunların ortaya koyduğu: Ülkenin merkezine ve batısına olduğu kadar Avrupa’nın çeşitli merkezlerine de “toplu sefer” var Sivas’tan. Gidenin ardından komşusu, köylüsü, akrabası da aynı yere gidiyor. Bu ilk bakışta “dayanışma” güdüsü ve göstergesi olarak değerlendirilebilir. Ama pek de öyle değil. Çünkü Sivaslılar’da Karadeniz ya da Doğu yöresi insanları gibi geniş aile düzeninin; akrabalığın uzantısında “toplu davranış”, ortaklaşmacı, dayanışmacı eğilimlere pek rastlanmıyor. (Alevi-Kürt gruplar görece bunun dışında tutulabilir.) Tam tersi, iç sürtüşme ve rekabet daha yoğun. Gidilen yerde sıcak ilişki yakın çevreden, “hemşehri”den çok yabancıyla kuruluyor.
O halde yerel öbekleşmeler nasıl açıklanabilir?
Galiba birinci etken bütün yoğun hareketliliğe, sürekli göçe karşın yaşantının dışa kapalılığı. Sivas’ın herhangi bir köyünde, ilçesinde, ya da mahallesindeki birisi için İstanbul, Ankara, İzmir vb., akrabasının, komşusunun, arkadaşının gittiği yerdir. Eğer “tanıdık” birinin gittiği yerin adı Fikirtepe’yse, Ümraniye’yse, İstanbul orasıdır.
Göçün kaynağındaki “kaçış” boyutu da bu etkenin yanına eklenebilir. Kaçış, sığınılacak yer-kapı gerektirir. Kaçışta korunma-sığınma güdüsü ne denli etkili, geçerliyse, aynı konumdakilerin (örneğin nitelikli işgücüne, belirgin bir mesleğe, iş kuracak sermayeye vb. sahip olmayanların) aynı yerde barınamayacakları da açık bir gerçektir. Gidilen yerde aynı kaynaklar, aynı fırsatlar kullanılacağı için “iç rekabet” öne çıkar. Kaçılan-sığınılan yerde öbekleşme gibi, tutulan işlerdeki öbekleşme de (İstanbul’da Sivas köylerinden gelenlerin çoğunluğunun kapıcılık yapması, kasaba ve şehir kökenlilerin işportacılığa, şoförlüğe, inşaat işçiliğine yönelmesi vb.) “örnek deney”i izlemenin ürünüdür. İzleyicilik, aynı şekilde rekabetin de kaynağıdır.
Dayanışma, ancak “cemaat”le birlikte ortaya çıkar. Alevi-Kürt topluluklarda, ya da Sünni tarikat üyeleri arasında, nihayet bir dönem -1970’lerin ikinci yarısında- özellikle gençlik kesimindeki ideolojik yönelimlerde “memleket” kökenli dayanışmacılık da etkilidir. Bu cemaatlerin dışındakiler ise gittikleri yerde tutunma savaşı verirler.
Göç olgusunda gözardı edilmemesi gereken birkaç nokta daha var.
İlki: Her ne kadar ülke içi, özellikle İstanbul başta olmak için büyük kentler için 1980 sonrası Sivas kökenli göçler bir taşkın görünümü taşısa da bu yeni değil. 1960’lardan beri her geçen yıl artan bir kaçış var Sivas’tan. İlk dalga ülke içinde pek farkedilmedi. Bunda etkenlerden biri bugünün “metropol”lerinin o dönemde henüz istiab haddini aşmaması ise diğeri de aynı dönemde yurt dışı kanallarının fazlasıyla açık olmasıdır. Ayrıca unutulmaması gereken; 1960’lardan itibaren hızlanan temelli-aile göçleridir. Ondan önceki evrede mevsimlik, yakın yörelere göçler bir süreklilik gösterir.
İkinci önemli nokta: Cumhuriyet dönemindeki “kaçış” nitelikli göçler de yeni değil. Bunun kaynakları 15. yüzyıla dek uzanıyor. “Celali isyanları” olarak adlandırılan o dönemin toplumsal karmasında Ankara, Yozgat, Çorum taraflarına giden Sivas kökenlilerin terkettikleri topraklara döndürülmeleri için fermanlar çıkarıldığını biliyoruz. 17. yüzyılda; 1635’te İran seferine giderken Sivas’ta konaklayan IV. Murat’ın huzuruna çıkan şehir ileri gelenlerinin şikayetlerinden, oradan kaçanların İstanbul ve yöresine dek uzandıklarını öğreniyoruz. Talep çok açıktır: “Ya onların kendi yerlerine dönmelerine ya da bizim onların yanına gitmemize emir buyurun”.
Buradan üçüncü noktaya geliyoruz: Gerek Osmanlı, gerek Cumhuriyet döneminde şehrin merkezden koptuğu evreden başlayarak oradan kaçış vardır. Ve ilk gidenler üst tabakadan, varlıklı sınıflardan, şehir aristokrasisinden, sosyetesindendir. Onları daha sonra alt sınıflar, çaresizler izler.
Osmanlı döneminde eyalet merkezi olmasına karşın ilkçağlardan Ortaçağ sonlarına dek taşıdığı şehir kimliğini perde perde yitiren Sivas, Cumhuriyetin “kuruluş evresi”nden tek parti döneminin sonlarına dek bunu yeniden yakalar gibi olmuştu. 16. yüzyıldan beri süren kaçış da o dönemde durmuştu. Devletin el çekmesinden itibaren öncelikle onun yarattığı kimliğe sahip olanlar (şehir/cumhuriyet sosyetesi) Sivas’ı terketmeye başladı. Hemen sonraki evrede; 1960’-larda göç hareketleri şehrin taşrasında; kırsal kesim insanlarında yoğunlaştı. Bu göçlerde de aynı süreç yaşandı: Öncelikle köyün ya da kasabanın “ileri gelenler”i ya şehir merkezine ya da daha büyük şehirlere göçtüler. Onların boşalttığı yerleri şehirde, kasabada alt sınıflar aldılar. Böylece 1980’lere gelindiğinde şehir merkezinde dahi oranın “öz-asıl-esas yerlisi” azınlık, taşralısı; köylüsü çoğunluk haline geldi.
Bu süreç şehrin fiziksel olduğu kadar kültürel dokusunu da büyük ölçülerde etkiler. Şehir için her boyutuyla erozyon niteliğindeki göç, Sivas’ın yüzyıllardır süren travması.
İÇERİDEKİLER
Travma önemli. Çünkü adeta bir savunma hattı gibi örülmüş iç dil ve onu yaratan zihniyetler var. Öte yanda doğadan, zamandan, iktidardan, dışarıdaki güçlerden gelen ardı arkası kesilmeyen darbeler... Bu, şehri yaşanan değil, kapanılan, sıkışılan yer haline getiriyor oradaki insanlar için. Eğer çıkabilirse, “dışarı” bir “kurtuluş kapısı”; çıkamayan içeride kalanlar içinse “dışarı”, ne zaman, ne şekilde ineceği bilinmeyen bir yumruk... daima tepesinde!
Dolayısıyla hayat, her yerde ve her zaman olduğundan daha fazla bir mücadele, amansız bir savaş. Eğer bir futbol maçında “rakip” karşısında hem yeniliyor, hem 40 ölü veriyorsa, kaçıp sığındığı ve üstelik geldiği yerin adını verdiği Ümraniye’de çöp dağları patlıyor, evler yıkılıyor, çoluk-çocuk yıkıntının altında can veriyorsa, orada adı “maganda”ysa... hiçbir yer ve hiçbir şey o insanlara ait değildir. O insanlar da hiçbir şeye, hiçbir yere ait.
Bu, sistem içinde geçerli göstergelerin maddi-ekonomik konumun çok ötesinde bir yoksulluktur, yoksunluktur. Savunma duvarlarını yeniden, yeniden inşâ etmeyi; “maneviyat”ı güçlü tutmayı gerektirir. Çünkü “tehdit” süreklidir. Ruhbilimciler ve toplumbilimciler “tehdit” ögesini, duygusunu “şiddet”in temel kaynaklarından biri olarak değerlendirirler: “Çoğu zaman tehdit edilme duygusu ve bunun yolaçtığı tepkisel şiddet gerçeklikten değil, insan zihninin bulandırılmasından doğar; siyasal ve dinsel önderler düşman tarafından tehdit edildiklerine inandırarak yandaşlarında tepkisel düşmanlıktan doğan öznel bir karşı koyma duygusu yaratırlar.”[6] Sivas örneğinde zihinsel bulandırmalara, siyasal dinsel önderliklere çok özel görevler düşmüyor. “Düşman” ve “tehdit” her zaman hazır ve nazır.
”Öç almak” için hep fırsat kollanıyor. Zamanın akışı içindeki en küçük kıvılcımlardan biri yeterli yığınların harekete geçmesi için.
Yine bir uzmana göre “Aslında şiddetin aletleri de, eylemleri de yaşam koşulları ile bağıntılıdır. Saldırı öteki şiddete, yaşamın şiddetine tepki niteliğindedir.”[7] Yazının başında günlük yaşamda aile içinden sokağa, iş düzeninden toplumsal ilişkilere dek sessizlik/gürültü, boyuneğme/başkaldırı, kabul/red çiftlerinin iç içe olduğu vurgulanmıştı. Dolayısıyla yaşamın doğal akışı gerilimi, şiddeti içinde taşır. Bunun boyutlarını görmek için yazınsal bir örnek açıklayıcı olabilir:
“Dayak bizim evde, bir bakıma ekmek, yemek gibi bir şeydi. Üç öğünün üçünde yemek yemediğimiz, ağzımıza lokma koymadan yatağa girdiğimiz, ya da bir köşede sızıp uyuduğumuz çok oluyor ama dayak yemediğimiz olmuyordu. İnsanların, hani midelerinin yemeğe alıştığı gibi, gövdeleri de dayağa mı alışıyor ne yapıyorsa, sırası gelince ne yapıp yapıp bu ihtiyacı doyurmak istercesine dayak yiyorduk. Ben olayım annem olsun, kardeşlerim olsun...
“Babam annemi dövüyordu, annem beni. Ben de kardeşlerimi... Benim gücüm de ancak onlara yetiyordu çünkü. (...)
Komşularımız da aslında bizden farklı değildi. Bu tür olaylar, aşağı yukarı her gün herkesin evinde olan şeylerdi. Onun için de fazla üzerine düşmüyordu kimse.”[8]
O halde kurumsallaşmış bir şiddet var hayatın içinde. Ayrıca yukarıdaki örneklerde anılmayan devletin ve her tür iktidar(lar)ın uyguladığı, yaydığı şiddet var. Ve göçler gibi şiddet de “yukarıdan aşağı” bir seyir izliyor. Yukarıdakiler için her zaman, her eylemlerinde bir meşrûiyet-geçerlilik vardır. Yukarının eylemi aşağıdakilerce taklit edilir, öncelikle de birbirlerine karşı. Çünkü yukarıya diş geçirmek, kafa tutmak kolay değildir. Güçlü olanlardan, karşısında boyuneğilenlerden, şu ya da bu şekilde öfke duyulanlardan “öç almak” için “adamın kıt, Allah’ın bol olduğu yer”ler, ıssızlıklar aranır.
Sivas, her geçen gün ıssızlaşıyor. Kilometrekareye düşen insan sayısı 26-27 kişi dolayında... İçeride kalanlar her zamankinden daha fazla “ıssızlığın ortasında” bugün!
İçeridekiler de, dışarıdakiler de galiba bir şiirin dizelerinde buluşuyor artık:
Düşündükçe içimde
Dağdan başka biçimde
Yıkıldı bir dağ Sıvas
Dedim “Elveda Sıvas”[9]
(*) İletişim Yayınları tarafından yayımlanacak Aleviler - Sünniler Ve Öteki Sivas kitabından alınmıştır.
[1] Gündelik hayatın içinde “töre”ye bürünmüş bir iktidar hiyerarşisi vardır. İnsanların eşlerine, çocuklarına “kamu” önünde sevgi, ilgi, yakınlık göstermeleri ayıplanır. Bu nedenle de eşler birbirinin ya da çocuklarının adlarını anmazlar.
[2] Edip Cansever, “Mendilimde Kan Sesleri”, Sonrası Kalır , Cem Yayınları, 1978, İstanbul.
[3] Bkz: Çetin Yiğenoğlu, Şeriatçı Şiddet ve Ölü Ozanlar Kenti Sivas, s: 94, Ekin Yayınları, 1994, Ankara
[4] Burada daha önce yaptığım bir çalışmadan, Yurt Ansiklopedisi’nde yer alan “Zamanın Dili” adlı yazıdan yararlanıyorum. Bkz: Yurt Ansiklopedisi, C 9, s .
[5] A. Turan Alkan, Altıncı Şehir, s: 44-45, Ötüken Neşriyat, 1992, İstanbul.
[6] Erich Fromm, Sevgi ve Şiddetin Kaynağı, çev: Yurdanur Salman-Nalan İçten, s: 21, Payel Yayınları, 1979, İstanbul.
[7] A. Farge’den aktaran Yves Michaud, Şiddet, çev: Cem Muhtaroğlu, s: 39, İletişim Yayınları, Cep Üniversitesi,1991, İstanbul.
[8] Balel, a.g.y. s: 66, 71, 76.
[9] A. Turan Alkan, Ekrem Reşid’in bu dörtlüğünü kitabının ilk bölümü; “Bir Şehrin Şuuru”nun başına almış. Oradaki “ilksöz”, burada “sonsöz”!