Salgının Kıskacında Ölüm ve Veda

Koronavirüs herkesi bulabilir, zira zengin/fakir, işçi/patron demeden, politikacısından yaşlı eczacısına, futbolcudan sanatçısına kadar, ulus, coğrafya, dil, yaş, cinsiyet, cinsel yönelim ya da cinsiyet kimliği, sınıfsal ya da bedensel durum tanımaksızın dünyayı kol geziyor. Ölüm de zaten böyle değil mi? Her yaşam ölümle geldiği içindir ki yaşayan herkes, elbet bir gün bir şekilde ölmeyecek mi? Bu anlamda ölüm en mutlak  ve bu bahisle eşitlikçi hakikat olsa gerek. Hakikat değil, baya bildiğimiz hakikat.

Ancak bir de Hakikat var ve içinde bulunduğumuz günlerde “insan hakları” bu Hakikat’in parçası. Zira iddia odur ki, baş edilemeyen salgın hastalıklar, savaş, göç, yoksulluk çağında değil, insan hakları çağında yaşıyoruz. Bu bakımdan herkesin, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde de belirtildiği üzere onur sahibi insanlar olarak eşit doğduğu bu dünyada, eşit hakları mevcut. Fakat şu an birileri evinde oturup, kendisini hastalıktan korumayı hiç değilse deniyorken, bazıları çöplerden atık kâğıt toplayarak yaşıyor. Mesela Türkiye’de 65 yaş üstü yaşlılara evde kalması için yasak koyuluyorken, pek çok insan mecburen toplu taşıma araçlarına binip işe gidiyor. Sınırlarda bekletilen göçmenleri, berbat koşullarda kapatılmış mahpusları herhalde belirtmeye dahi lüzum yok.

Evet, tam olarak “insan hakları” çağında UNICEF'in verilerine göre, dünya genelinde okulların üçte birinde çocukların ellerini yıkayabileceği lavabolar ve sağlık merkezlerinin %16'sında işlevsel tuvalet ve lavabo bulunmuyor. 3 milyar insanın evinde lavabosu yok ve her 5 kişiden sadece 3'ü evlerinde ellerini yıkayabilecekleri imkânlara sahip. Peki ya o diğer 2’si ne olacak? Koronavirüse karşı korunmak için nasıl ellerini yıkayacak, onlara “wash your hands”, yani ellerinizi yıkayın diyebilecek miyiz, onlar “insan” değil mi? Nitekim Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Antonio Guterre en yoksul ülkelerin bu süreçten en büyük zararla çıkacağı öngörüsünü sarih bir biçimde belirtti. Yani korona gibi bir salgın hastalık bile o kadar eşitlikçi değil; bilakis, gayet siyasi ve iktidar ilişkileriyle alakalı olabiliyor, hatta oluyor. Hele de sağlık hizmetlerinin alabildiğine özelleştirildiği bu neo-liberal dünyada aksini iddia etmek pek mümkün değil.

Koronavirüsün toprağın üzerinde/üzerindekiler için ne tür neticelere yol açtığı bahsini –bu değini açısından– burada bırakıyor ve toprağın altına dönmek istiyorum. Toprağın altı,  ölülerimiz, kayıplarımız, onları gereğince, yani hayattayken sahip olunan değerlere, inanç ve felsefeye göre uğurlayabilmemiz, yas tutabilmek, bu kapsamdaki ritüelleri gerçekleştirebilmek bir hayli mühim. Bu Antigone’den[1] ve hatta Akhilleus’tan oğlu Hektor’un “ateş payı”nı isteyen Priamos’tan[2] beri böyle. Günümüzdeyse savaş ya da salgın hastalık koşullarında dahi insanların usulüne uygun, insan haysiyetine yaraşır şekilde gömülmesi, yakınların yas tutabilme hakkının tanınması ve gereken hassasiyetin gösterilmesi gerektiği belirtiliyor.[3]

Ancak söz konusu somut icraat/hakiki hayat olunca karşımıza bambaşka bir tablo çıkıyor. Bu tablonun “ayrımcı yas tahsisatı”[4] şeklinde nitelendirilmesi mümkün. Görünen o ki “insan hakları” çağında yaşamı kâfi değeri haiz olmayanın kaydı da yası da tutulamıyor. Judith Butler kaydı tutulmayanlara 11 Eylül üzerinden örnek vermişti; 11 Eylül saldırısında ölmüş olmalarına rağmen sessizlikle, bu  manada namevcudiyetle mühürlenen kayıplar, ölen eşcinseller. Bu şekilde mühüleniyorlar, saldırıya ve muktedirin yası tutulabilir gördüklerine dair kamusal anlatı sürüp giderken, bu hakim anlatı içerisinde eriyip gidiyorlar, zira eşcinseller, milli kimliğe dahli asla münasip olmayanlar.[5] Yaşamı gibi ölümü de pek bir mana ifade etmeyen, bu sebeple kayıt altına alınmayanlar. Çok daha fenası da var; kaydının tutulmaması kâfi gelemeyenler ve üzerine bir de mezarı tahrif edilenler, cesedi günlerce yerlerde bekletilenler… Ezcümle “bir yaşamı yası tutulabilir kılan nedir?”[6] sorusunu tekrar tekrar sormak zorunda kaldığımız bir dünyada yaşıyoruz, zira “ahlaki kaygılar haritası”nda hepimize yer yok.[7] Bir tarafta “isimsiz ve yüzsüz ölümler”[8] diğer taraftaysa ne şekilde ölürse ölsün kutsaliyetine/yüceliğine halel gelmeyecek olanlar söz konusu.

İçerisinden geçtiğimiz şu günlerde yas tutamamanın ne menem bir musibet olduğunu daha iyi idrak ediyoruz ya da etmeliyiz. Dünyanın dört bir yanından bu kez koronavirüs sebebiyle ve kitlesel ölüm haberleri  gelirken bir de yas tutamamaya, ya da gereğince yas tutamamaya ilişkin haberler alıyoruz. Mesela İtalya’da mevcut durumda cenaze merasimleri yasaklanmış halde. İnsanlar yapayalnız ölüyor ve neredeyse tamamen ıssız bir ortamda, hızlı merasimler, ritüeller icra ediliyor. Bazıları ölüsünün elini tutmak bir tarafa, cenazesine yaklaşma şansı dahi bulamazken ya da bir şekilde cenaze merasimine katıldığı için hapis cezası ihtimaliyle karşı karşıyayken, bazıları da yer olmadığı gerekçesiyle bir soğutucu, biraz mum, bir haç ve bir cesetle beraber evine gönderiliyor. Bir de İngiltere gibi ülkeler var ki cenaze levazımatçılarına havludan maske yapmalarını salık veriyor. Hayatını kaybedenlerin sayısının bir hayli yüksek olduğu İran’da da ölü bedenler yıkanmıyor ve kefene sarılmıyor, bunun yerine plastik ceset torbalarıyla koronavirüs kurbanları olarak işaretlenerek  ve toplu mezarlara –isimleri belki de sadece bir kağıda yazılarak– defnediliyorlar. Ölülerin payına kireç, yakınlarına düşense ancak uzaktan veda etmeye çalışmak. Bu sırada imamlar hoparlörden bir tür hayalet gibi dua okuyorlar.

Bütün bunlar olurken Maryam Rahmati’nin başına gelenlerse bir hayli “tuhaf” ve fena. Rahmati ve aile üyeleri annelerinin ölüm belgesinde kalp krizinden hayatını kaybettiği yazmasına rağmen koronavirüsten ölenlerle aynı şekilde defin işleminin gerçekleşmemesi için belediyeyle  anlaşma imzalıyorlar. Bu işlem doğrultusunda, yani kalp krizinden öldüğünü düşündükleri annelerinin yasını tutabilmek için yetkililere para vermek zorunda kalıyorlar. Evet, haberde yazdığına göre, tam olarak böyle oluyor: İranlı yetkililer insanların korkunç bir salgınla baş etmeye çalıştığı şu günlerde sevdikleri bir insanın yasını tutabilmesi için ölenin yakınından para alıyorlar. Akabinde yaşananlar durumu daha da feci hale getiriyor, zira hiçbir tedbir alınmadan vuku bulan cenaze merasiminin akabinde ailenin koronavirüs testleri pozitif çıkıyor. Şimdi Maryam, annesinin ölüm belgesinin sırf hakiki ölüm rakamlarını saklamak için tahrif edildiğini iddia ediyor.

İspanya’dan gelen habere göre Madrid’de virüs sebebiyle ölenlerin cesetlerinin AVM’nin buz pistinde bekletileceği, zira defin işlemlerinin –koruyucu malzeme eksikliği nedeniyle– durdurulduğu bilgisi verildi. Bahsi geçen AVM’nin adı da “Palacio de Hielo”, yani “Buz Sarayı”. Bunda pek şaşılacak bir şey yok aslında; her şeyin biraz da olsa AVM, AVM’lerin de her şey olduğu bir dönemi yaşıyoruz neticede. Olası salgın hastalılara kafi derecede kaynak ayrılmamış olsa da AVM’lerimiz mevcut, ziyadesiyle hem de.

Benzer bir halin cereyan ettiği coğrafyaların listesini Güney Afrika’dan ABD’ye kadar bir hayli uzatmak mümkün.[9] Türkiye’de şimdilik kefen yerine ceset torbasıyla gömülme gündemde. Ölümlerin sayısı fazlalaşınca nerede ne olacağını kestirmek epey zor.

Yüzler, hatta binler olarak ölmekten daha feci olan bir şey varsa o da yüzler, hatta binler olarak gömülemiyor ve geride kalanlar olarak yas tutamıyor oluşumuz. Bu yüzden olsa gerek mesela İtalya’da ölenlerin yakınları mevzunun en acı tarafının ölülerinin başında yas tutamamak olduğunu ifade ediyor.

Büyük bir travmayla karşı karşıyayız, ölülerimizin ardından yas tutmaktan dahi mahrumuz. Bu noktada şunu sormak istiyorum: Nasıl yaşayacağız? Yani bundan sonra nasıl yaşayacağız? Yakınları ölenler, geride kalanlar, –doğrudan ya da dolaylı– kaybedenler, bu anlamda herkes nasıl yaşayacak? Bundan sonra eskisi gibi yaşamak imkânsız, bu aşikâr. Travma benlik öykümüzün altüst oluşuna, hayatımıza dair her şeyi yeni baştan değerlendirmeye yol açar. Dünyanın hiç de o kadar adil, düzenli ve bu bahisle öngörülebilir ve güvenli olmadığının travmanın neticesinde farkına varırız. Bu sebeple dünya(mız) artık eskisi gibi olmayacaktır. Koronavirüs salgınını geride bıraktığımız zamanlarda da başımıza gelen bazı şeyleri bu salgın günlerinde tecrübe ettiğimiz ya da tanık olduğumuz, hatta belki de sadece duyduğumuz travmatik vakalarla ilişkilendiriririz. Artık ne toplumsal ne kişisel hikâyemiz, söz konusu travmanın gölgesinden azade devam edemeyecektir. Bu bir nevi saplanıp kalmışlık, daimi tekerrür hali.[10]

Emmanuel Lévinas’ın dediği gibi, ölüm namevcudiyet değil/namevcut olan, mevcut olanı etkiler. “Ölenle ölünmez” ve fakat ölü bana/geride kalana emanet:[11] “Ölen birisinin yüzü maskeye dönüşür. İfade yok olur. Benim olmayan ölümün deneyimi, birisinin ölümünün ‘deneyimi’ olarak en başından beri biyolojik süreçlerin ötesindedir, birisi olarak benimle bağlantıya girer.”[12] Mevzubahis olan şey tam olarak kapanması/silinmesi mümkün olmayan, hayatta kalanların hayatına damga vuran, haliyle sadece geçmişe ve şimdiye değil, geleceğe de –hatta belki de en çok geleceğe– tesir eden, bu çerçevede zamansız ve/veya her zaman mevcut olan bir iz, kaybın izi. Bu iz duygusal belleğimizde yer edinir etmesine ancak söz konusu olan aynı zamanda bir travma hali ve bu bahisle travmadan kaçmak yerine, bizzat onun tarafından yerle bir edilen hikâyemize bu travmayı dahil etmemiz gerekir. Bu da yaşananlarla yüzleşmek, hesaplaşmak, her şeyi yeniden değerlendirmek ve nihayetinde anlamlandırmakla olur. Bu sırada ötekine ihtiyacımız var.[13] Bu bir ölüm vakası için de elbette geçerli. Kaybın üstlenilmesi, o emanetin teslim alınması, bunun için de imge oluşumuna, eni sonu yas tutmaya ihtiyaç var. Aksi halde ne ölü ölebilir, ne yaşayanlar yaşayabilir. Ölülerimizle kol kola, bir nevi arafta, ara bir mıntıkada sıkışıp kalırız. Yas/uğurlama/veda ölü bedenin fiziksel bir nesne olmaktan çıkması ve kaybın başka zamanlara taşınması, bu bahisle geride kalanların şimdiki zamanda yaşayabilmeleri için elzem.[14]

İşte bu yüzden olsa gerek İtalya’da ölülerini münasip şekilde gömemeyen, lüzumlu merasimi yapamayanlar “en büyük acı bu” diyorlar ve mesela bir cenazeye katılacak kişleri seçmek zorunda olmanın katlanılmazlığından bahsediyorlar. Yakınlarını kaybetmiş, belki de daha çok kaybedecek, kendileri de çoğunlukla koronavirüse yakalanmış ve haliyle bu hastalıktan kaynaklı, anlatılanlara göre feci olan acılarla baş etmeye çalışan insanlardan bahsediyoruz ve onlar için her şey bir tarafa, yas tutamamak bir tarafa.

Bitirmeden evvel, affınıza sığınarak bir anekdot paylaşmak istiyorum: Ankara Gar patlamasının akabinde Kübra Meltem Mollaoğlu’nun cenazesine o zamanlar burada yaşayan Alman ev arkadaşımla katılmıştık. Ev arkadaşımın hiç bilmediği bir dilde vuku bulan bir mezarlık uğurlamasındaydık. Cenaze ve sonrasındaki haletiruhiyemize dair müştereğimiz bir tarafa, ev arkadaşım eve dönünce her zaman mühim şeyleri not aldığı defterine bir şeyler karalamaya başladı. Ben de özel değilse ne yazdığını merak ettiğimi söyledim. O da bana özel bir şey olmadığını, bugün şahit olduğu şeyleri unutmamak için not aldığını ve Almanya’ya dönünce anneannesiyle ayrıntılı şekilde paylaşmak istediğini, zira bu gördüklerinin anneannesinin Holokost’la ilgili olarak esefle anlattığı tüm o meşum vakaları hatırlattığını söyledi. Gerisi malum; bir hayli yaşlı, Holokost’u görme şans(!)ına nail olmuş bir anneanne, geldiği başka memlekette belki de tahayyül etmediği sahnelere tanık olan torunu, bir de bambaşka bir coğrafyadan ben… Ezcümle, çok farklı yaşam tecrübelerine sahip üç kadın yas kardeşi oluvermiştik, daha doğrusu buna mecbur kalmıştık. Bu aralar en revaçtaki iki kelimeyle ifade edecek olursam, başka coğrafyaların ve zamanların kayıplarının yasını –istemsizce ve fakat mucizevi bir şekilde– birbirimize âdeta bir virüs gibi bulaştırıvermiştik. Evet yas kardeşi olmak, yasın bir virüs gibi ülkeler, diller ve hatta çağlar arası sınırları aşıp bulaşması mecburi, daha doğrusu doğal. Mevzubahis olan bir çağrıya, titremeye kendiliğinden ve fakat mucizevi bir teslimiyet.[15] Mucizevi, zira hiç tanımadığımız, belki sadece yüzünü gördüğümüz, bazen onu bile yap(a)madığımız insanlarla (hatta aslında tüm canlılarla) hakiki bir müşterekleşme bahsi geçen.

Her gün koronavirüsten kaynaklı ölüm haberleri aldığımız şu günlerde  ölülerimiz  ıssız definlere maruz kalıyor ve biz “elveda” dahi diyemiyoruz ancak daha bir “insan” olma mücadelemiz sürüyor. Koronavirüs hızla, oradan oraya yayılır ve her nevi insana bulaşırken aynı zamanda müşterek yaralanabilirliğimize işaret ediyor. Ötekinin ölümünün ve bu bahisle yaşamınını, öteki binlerce kilometre ötede bile olsa, beni nasıl da ilgilendirdiğini barizleştiriyor. Bu virüsten belki bir kısmımız kaçabiliriz, fakat bu barizleşmenin tesirinden kaçabilir miyiz? Ya da kaçmalı mıyız? Yoksa bu tesirin bizi içine çektiği yaralanabiliklerimizden/noksanlıklarımızdan neşet eden müşterekliğe/dayanışmaya mı bırakmalı mıyız kendimizi? Mesela korona vakasının, gittikçe bir nevi “yas mahrumiyeti” vakasına dönüşmesi karşısında yas tutmanın, yas kardeşliğinin önemine dair farkındalığımızı arttırabilecek miyiz? Ölümlerin artmaması için gereken tedbirlerin alınması gibi talepleri savunmak da dahil olmak üzere, “ayrımcı yas tahsisatı”nı söküp söküp yeniden inşa edebilecek miyiz? Kuşkusuz söz konusu virüsün evvelindeki gibi olmayacağız ancak koronavirüsü de bahane ederek ötekini, ötekinin hakkını daha fazla gözetecek miyiz? Ötekinin başkalığına saygı göstererek, özdeşleştirmeye, benzetmeye çalışmadan…


Fotoğraf: Barbie Latza Nadeau

[1] Bkz. Sophokles, Antigone, çev. Ari Çokona, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2018, s. 22/ 559, 560.

[2] Bkz. Homeros, İlyada, çev. Azra Erhat ve A. Kadir, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2019, s. 521-547.

[3] Bkz. 12 Ağustos 1949 tarihinde imzalanmış, 21 Ekim 1950 tarihinde yürürlük kazanmış Cenevre Sözleşmeleri: https://apps.who.int/iris/bitstream/handle/10665/137379/WHO_EVD_GUIDANCE_Burials_14.2_eng.pdf;jsessionid=0DA3EE9DC596C3A375F5CB72924A596D?sequence=1 (Erişim Tarihi: 24 Mart 2020).

[4] İfade için bkz. Judith Butler, Kırılgan Hayat: Yasın ve Şiddetin Gücü, çev. Başak Ertür, Metis, İstanbul, 2018, s. 12.

[5] Butler, s. 49.

[6] Butler., s. 35.

[7] Costas Douzinas, İnsan Haklarının Sonu, çev. Umre Deniz TUNA ve Kasım AKBAŞ, Dipnot Yayınları, Ankara, 2018, s. 112, 113, 153, 199.

[8] Butler, s. 60.

[9] https://www.news24.com/SouthAfrica/News/covid-19-hits-burial-rites-20200311;  https://www.sabah.com.tr/yasam/2020/03/09/koronavirus-dolayisiyla-hayatini-kaybeden-turk-icin-giyabi-cenaze-namazi-kilindi; https://www.cnnphilippines.com/news/2020/3/22/only-priests-allowed-in-burial-rites-amid-coronavirus-COVID-19.html; https://www.latimes.com/world-nation/story/2020-03-19/coronavirus-funerals-delayed-us-california?_amp=true (Erişim Tarihi: 24 Mart 2020).

[10] Cem Kaptanoğlu, “Bellek Çalışması Olarak Toplumsal Yas”, Hakikat ve İnsan Hakları içinde, Der. Özkan Ağtaş ve Bişeng Özdinç, Dipnot Yayınları, Ankara, 2012, s. 253- 255, 259, 261.

[11] Emmanuel Lévinas, Ölüm ve Zaman, çev. Nami Başer, Ayrıntı, İstanbul, 2014, s. 16-18; ayrıca bkz. Jacques Derrida, The Work of Mourning, ed. Pascale-Anne Brault ve Michael Naas, The University of Chicago Press, Chicago, 2001, s. 209.

[12] Lévinas, s. 16.

[13] Kaptanoğlu, s. 258, 264.

[14] Abdurrahman Aydın, “Ölümün ve Hayatın Üretimi Üzerine”, Öteki Olarak Ölmek içinde, der. Evrim C. İflazoğlu ve A. Aslı Demir, Dipnot Yayınları, Ankara, 2016, s. 103, 104; ayrıca mevzunun “yas ve melankoli” arasındaki fark bağlamındaki analizi için bkz. Sigmund Freud, “Mourning and Melancholia”, On the History of of the Psycho- Analytic Movement Papers on Metapsychology and Other Works içinde, ed. ve çev. James Strachey, The Hogarth Press and The Institute of Psycho-Analysis, Londra, s. 243-258.

[15] Erdoğan Özmen, Vazgeçemediklerinin Toplamıdır İnsan: Yas, Melankoli, Depresyon, İletişim, İstanbul, 2017, s. 44,45.