Kuyuya atılan bir taş ne zaman yere çarpacak diye düşündüğümüzde, taşın kuyuya çarpacağını bilmemiz kuyunun bir dibi olduğunu varsaymamızdan dolayıdır. Bu verili olan deneyim, tamamen praksisten gelir. Ama taş, dış dünyanın ötelediği ya da insanın ötelere atmayı sevdiği şeyler dünyasına aittir. Çünkü onu uzaklara atma ihtiyacı duyarız. Bu bizim insan denen varlığın yıkıcı, dışlayıcı, yok edici unsurunu açığa vurur. Eğer attığımız yeri bilirsek taşın nereye gideceğiniz görürüz. Attığımız taş, pekâlâ bir Nietzsche olabilir. Nietzsche’yi nereye attık o vakit? Evine mi, yoksa Sils Maria’daki kaldığı otelin odasına mı? Öğrenmemiz gerek. O halde kapısını çalalım, bakalım odasında mı? Nietzsche’nin kapısının çalındığı odada Nietzsche her zaman olmayabilir, demek ki kapıyı bir daha vurmak gerek, kapı çalındığında kapıyı çalan biri yoksa o zaman odada Nietzsche de yoktur. Zaten Nietzsche’nin evi de yoktu, tüm yersiz yurtsuzlar gibi. Nietzsche’ye evde kalma hakkı neden verilmedi? Bilmiyorum. Ama kendisi evde kalmayı istemedi, en azından bunu biliyorum.
Bu evde kalma hakkı tıpkı felsefe yapma hakkı gibi bir şey olsa gerek. Çünkü nasıl ki, felsefe yapma hakkı varsa, evde kalma hakkı da vardır. Ya da yok da olabilir. Böyle bir hakkın var olduğunu hissediyorum, ne var ki tarihsel gerçekler beni bundan alıkoyuyor. Bir zamanlar Hannah Arendt’in insan hakları için söylediği gibi, II. Dünya Savaşı sırasında insan haklarının çökmesinden itibaren vatansızlaşma bir evsizleşme haliydi. Kamusal alanın tahribi ve sonrası yaşananlar insanların bir eve ihtiyacı olduğuna, ülkelerin terk edilmesine ya da terk ettirilmesine sebep olmuştu. Bu bağlamda, hafızamız bize yardımcı olduğunda, insanın evle ilişkisinin ölüm üzerine kurulu olduğunu hatırlıyoruz. Hakikatte bile, evsizleşmenin görünürlük alanında olduğunu biliyorsak, evde kalma hakkımız için gelmek istediğim nokta tabii ki yaşadığımız bu virüslü dönemdir.
Ama önce şöyle başlayalım, filozofların üzerine düşünmekten hiç çekinmedikleri ölüm konusunda ahkâm kesecek değilim. Fakat ölüm üzerine düşünmenin, evde kalmanın bize dayattığı bir şey olduğunu düşünüyorum. Bir iç korku ile ölümü hissediyoruz. Söyleyemediğimiz şeyleri, söyler olduk. Sanki deli olan birin deli olduğunu baskı altında itiraf etmesi gibi, ölüm baskısı altındayız. Yani Foucault’nun, kendilik kaygısı dediği şeyi içten yaşıyoruz, ölümle beraber. Blanchot’ya göre ise, ölüm özgür dünyanın içinde önemsiz bir şeyden ibarettir, -Ben Ölüyorum- ölümün derinliği yoktur, önemsizdir. Ölü olmak, dünya haline getirilen özgürlüğün olumlu yanıdır. Levinas ise, ölümü izle -Ortaçağ Avrupa’sının vestigium dediği şey- beraber düşünüyordu. Bir başkasının ölümü üzerine kendi ölümünü sorunsallaştırıyordu kişi. Ölüme yönelik bir varoluşta, bir başkasının ölümünün olanağında kendi ölümümle yüzleşirim Levinasçı manada. Kişinin kendi ölümü aynı zamanda bir ize ve izlenimlere (impressiones) tekabül eder.
Ölüm, evde kalmaya dönük susmayı ya da konuşmayı getirir akla. Yani tamam evde kalıyoruz bir şekilde, ama aklımız hep ölümde. Yaşanan gerçekleri saptıracak değilim, ölümler oluyor. Kıyımcı bir metin de inşa etmek hiçbir şeye yaramaz. Ama işte işin içinden çıkamıyoruz. Bize “evde kalın” diyorlar, iyi tamam diyoruz, ama ölüm yanımızda oturup duruyor, gitmiyor. Ölüm, evde kalma hakkımızı elimizden almaya çalışıyor. Diğer yandan devletin yapabildiği şey sadece “ev” hatırlatması oluyor. Ya çalışmak zorunda olan işçinin varlık problemi ne olacak, aynı zamanda diğer çalışanların, bunu bilmiyoruz. Devlet, bir hafıza yenilemesi talep ediyor sürekli. Ama zaten bizim hafızamızda evin yeri her zaman var, buna gerek yok. Evimizde kimler var biliyoruz, neyimiz var biliyoruz, neyi nereye koyduğumuzu bizden başka hiç kimse bilmiyor. Ama ölüm biliyor, evimizin her yerini. Çünkü bir ev aslında eskiden bir mezardı. Hafızamızdaki “ölüm” ise Ortaçağ’ın hafıza sanatında kullandığı, idealize ettiği cennete veya cehenneme gitme hususundaki hatırlatma notu gibi. Gene evde kalmaya devam edeceğiz o halde, Ortaçağ’daki gibi.
Evde Kalma Hakkı Nedir?
Evimizi biz yönettiğimize göre, evde güvendeyiz. Ölmemek için, evde kalma hakkını sonuna kadar kullanacağımızdan şüphem yok ama her şey bununla bitiyor mu? Toplumsal olarak deneyimimizin paylaşmak üzerine kurulu olduğunu düşünürsek ve geniş ölçüde insanlar arasında kamusal hayat yok ise, o zaman yeni bir şeyler yaratmalıyız. Mesela, ütopyanın, nasıl ki çıktığı yer bir ada ise, ada da büyük bir evin göstergesi ise, yaşadığımız ve nefes aldığımız evlerimiz de bizim için yeni bir ütopya yaratmanın yeri olabilir. Ütopya, her seferinde tasavvur edilebilecek bir yerin imgeleminden oluşur diye anlatıyordu Ernst Bloch, Umut İlkesi’nde. Ama gene de tedbirli olmak gerekiyor. Daniel Defoe’nun, Robinson Crusoe’nun aşama aşama gerçekleştirdiği ideal yaşam buydu ama sonra kötü sonuçları da olmadı değil. Marx’ın, Robinsonculuk dediği şey toplumsalı dışarıda bırakmak anlamına geliyordu. O halde, Crusoe’nun hatalarından ders alarak hayatı yeniden düşünmeye başlamak, evde kalma hakkımızdan doğacaktır. Ortak varoluşumuzda ölümle beraber bütün bir şekilde hayatta kalma arzusu burada, evdeki bizlere geçer. Diğer taraftan ölümün, kamusal alandaki yeri virüssel şiddetle bütünleşir. Burada ölüm saçan bir kamusal alan çökmüş demektir. Evden gördüğümüz budur. O zaman evde kalma hakkı dediğimizde, aynı zamanda bir yaşama hakkı demek istiyoruz ilkin.
Bir de, hakkı nasıl tanımladığımız ve evi nasıl düşündüğümüz önemli. Bir şeyi elde etme hakkı veya bir şeye sahip olma hakkı, Aristoteles’in insan için tasavvur ettiği tópos, belirli bir cismin ait olduğu yerdir, yani evdir. Öyleyse, Aristoteles’in düşündüğünü varsaydığımız mekânlardan biri olan evin, iyi olmak için tasarlanmış bir mekân olduğunu çıkarabiliriz. Ama iyi olmak değerler açısından, Nietzsche’de doğaya açılan bir ev tasavvurunu ortaya çıkarır ve bu insana ait yetilerin özgür bırakılması demektir. Bu manada, somutla temas içindeki yaşamdan azade bizler, evde kalma hakkı biçimimizle iyi olmayı düşündüğümüzde, düşünce özgürlüğünü daha yakından icra edeceğimiz anlamına gelir, Nietzsche’ye karşıt olarak. Ne var ki, Ortaçağ’a baktığımızda tinsel bir hayata gömülmüş bilginlerin imgelemleri Aristotelesçi anlamda, dinsel olarak ve kapalı mekânda temellenmiştir ki onlar oturdukları yerde dünyayı tasavvur etmeye çalışmışlardır. Manastırlar, kiliseler onların evi ise, insanın varlığı itibarıyla baktığımızda, soyut dinsel imgeler de düşünme haklarını kullandıkları yerlerdir. Tıpkı biz de onlar gibi, bu dönemde, politik yönden bunu yapabiliriz. Eğer dışarıda olduğumuz sürece güvencede değilsek, evde kalma hakkımızı da, faal hayatta yaşıyormuşuz gibi bir tefekkürde bulunma hakkı olarak düşünebiliriz. Ve her ne kadar devlet bizi evde kalmaya mecbur etse de, evde kalma tarzımız devletin dayatmasıyla şekillenemez, bilakis evde kalma tarzımızı kendimiz belirlediğimizde özgürleşebiliriz.
Evde kalma faaliyeti, deneyimden yola çıkılarak anlaşılacak bir şeydir. Evde kalma hakkı da, kriz zamanlarında, tıpkı şimdiki gibi, bizim kendi deneyimimizden yaşamsal ve felsefi bir anlam çıkartabileceğimiz ihtimali doğurur. Ütopyanın sökün edeceği yer tam da burasıdır. Son olarak, insanların söz söyleme hakkı, eylem hakkı, evde kalma hakkı kıymetli praksisler ortaya çıkarabilir.
Politik eylem, özgürlüğe yönelik bir eylemse eğer, evde kalma buna olanak sağlar mı? Kendi kendimize yaptığımız eylemler, Hannah Arendt’in de diyebileceği gibi, evde meydana gelir. O halde, “kendi kendimizle” evde kalma hakkımızı iyi yönetmek zorundayız, bir düşünceyi eylem biçim olarak ortaya koyarak. Tek başımıza kaldığımızda içimizdeki sesler neler söyleyecek? Kendimizi iyi dinleyelim, şu sıralar. Zira buna ihtiyacımız var.