Viyana’da “Corona karşıtı” sloganıyla ortaya çıkan gösteriler geçtiğimiz haftaya kadar kitlesel şekilde devam ediyordu. Gösterilerin temel sembolü ise maske takmamaktı. Gösteriye katılanlar da çoğunlukla maske takmıyor. Toplu etkinliklerde maske takma zorunluluğu olmasına rağmen, göstericiler bu kurala uymuyor. Temelde neo-Nazi destekli örgütlenen gösterilere Viyanalılar kadar kırsal bölgelerde yaşayanlar da katılıyor. Her iki haftada bir düzenlenen bu gösteriler başlarda kitleseldi; ancak son birkaç haftadır bazı kişilerin polisle karşı karşıya gelmesi ve gruplar arasındaki iç çatışmalar kitleselliğin kaybolması sonucunu getirdi. Anti-faşist blok ise maske takarak karşı eylemler düzenliyor ve “maske tak!” sloganıyla halkı temkinli olmaya çağırıyor. Bu karşı eylemlere katılım da azımsanamaz; ancak diğeri kadar kitleselleşmeyi başaramadı. Bunun bazı yapısal nedenleri var elbette; ancak anti-faşist blokun toplumun nabzındaki yükselişi kendi kanadına çekme fırsatını teslim ettiğini söylemek gerekiyor. Fakat hâlâ bir şans olabilir. Viyana’nın toplumsal yapısı da havanın değişmesine uygun özellikleri barındırıyor. Viyana’da, Sosyal Demokrat Parti’nin (SPÖ) oy oranı %41,62, Yeşillerin (Grüne) oy oranı ise %14,8. Buna karşılık sağ kanat iki parti toplamda %28’e varan bir oy alabildi.
Peki, neden neo-Nazilerin örgütlediği bu gösteriler böylesine yanıt buldu? Bu elbette bağlamı çok geniş bir soru. Avusturya özelinde tarihsel birçok neden olabileceği gibi, genel anlamda yapısal nedenlerden de belirleyici ölçüde bahsetmek mümkün. Ben bugünkü koşullardaki pratik karşılığıyla bu soruyu sınırlıyorum.
Farklı toplumsal kesimlerin taleplerindeki kesişimler
Irkçı ve sağcı grupların örgütlediği gösterilerin temel talebi en başta pandemi sürecindeki sınırlamaların kalkması ve “maske takmamak”tı. Çünkü bu gruplar Covid-19 salgınının ortaya çıkışını bir komplo teorisiyle açıklıyor. Buradan yola çıkarak bir kısmı aşıya da karşı çıkıyor. İkinci adımda ise, salgını başlatan planlı bir program olduğuna göre ve bu programa Avusturya hükümeti de uyduğuna göre, hükümete istifa çağrısı yapıyorlar. Ayrıca kafelerin ve mağazaların açılması; yani hayatın “normal” akışına geri dönmesi yönünde talepleri var. Bu talepler ve yaklaşımlar, neo-Nazilerin kendi tabanları dışında, hem maske takmamayı “özgürlük” olarak değerlendiren toplumsal kesim tarafından hem de kafe-mağaza sahibi orta sınıf tarafından yanıt bulabiliyor. Örneğin kullandıkları bir slogan, “Friede, Freiheit, keine Diktatur!” Bu slogan toplumsal kesimler arasındaki bir uyum ve düzene (Friede) ve diktatörlüğe karşı özgürlüğe (Freiheit) vurgu yapıyor. Bu yüzden sadece pandemi sürecinden bıkmış olan kişiler de bu gösterileri ilgi çekici bulabiliyor. Burada hemen hatırlatmakta fayda var; bu eylemleri örgütleyen ırkçı gruplar açısından bu slogan elbette bir kesimin özgürlüğü ya da toplumsal uyumunu ifade ediyor, “diğerlerinin” değil. Bu gösterilerin düzenleyicileri özünde ırkçılık üzerinden politika üreten ve göçmen karşıtı da olan gruplar aynı zamanda. Ancak bu yazı açısından önemli olan, bu grupların gerçekte ne düşündüğünü açıklamaktan ziyade, onların düzenlediği eylemlerin toplum tarafından nasıl yanıt bulduğuna ve kitleselleştiğine bakmak. Çünkü bu gösterilere katılan binlerce kişinin neo-Nazi olduğunu iddia etmek güç. Eğer öyle olsa, gösteriler, radikal bir havaya büründüğünde azalarak yok olmazdı.
Gösteriler nasıl kitleselleşti?
Irkçı gruplar bu gösterileri düzenlerken, mümkün olan en geniş kitleye ulaşmak için kırsal kesimden insanları dahi otobüslerle Viyana’ya getirdiler ve yol boyunca maske takmadıkları için enfekte olanlar da oldu. Buralarda yaşayanların çoğunlukla sağ seçmen olduğu biliniyor; ancak elbette her sağ seçmeni neo-Nazilerle doğrudan aynı kefeye koymak da mümkün değil. Öte yandan, Viyana’da yaşayanların da bu gösterilere katıldıkları görülüyor. Çeşitli sosyal medya uygulamaları üzerinden “maske karşıtı” olarak örgütlendiklerini, metro çıkışında bir grup genç bana bildiri uzattığında öğrendim. Maske takmamayı bir “özgür” seçim olarak değerlendiriyor ve gösterilere çağırıyorlardı. Hükümetin kendilerini maske ya da Corona kısıtlamaları yoluyla kontrol etmeye çalıştığını da düşünüyorlardı. Maske takmamak neden bu kadar merkeze yerleşip görünür oldu diye merak ettim. Çünkü bu söylem pandeminin başından beri Amerika’da da, Avrupa’nın başka ülkelerinde de kullanılan ve toplumsal karşılığını da bulan genel bir slogana dönüştü. Ancak konuya, bireysel özgürlük açısından değil de emek açısından nasıl bakarız ve kolektif bir boyuta taşırız?
Emek cephesinde neler oluyor?
Azımsanmayacak sayıda insan maske takmaktan, bireysel özgürlük dışında, ne gibi sebeplerle rahatsız olabilir? Büyük market zinciri SPAR’da Türkiyeli bir işçi bu eylemlere destek verdiğini söyleyince bu soru daha da anlam kazandı. Çalışmak zorunda olduğu için (yani evde kalmak gibi bir lüksü de olmadığı için) günde 9-10 saati bulan süreler boyunca maske takmak zorunda kaldığını, müşterilerin sadece markete girip çıkarken maske taktığından bunu pek anlayamayacağını söyledi. Sadece maske takmamaktan değil de devletin bu süreçteki politikalarından da rahatsızdı. Çünkü gündelik hayatta her şey değişime uğramışken, markette, sanki bu hiç olmamış gibi, neredeyse aynı düzende çalışılmaya devam edilmesi, çözüm olarak da maskenin sunulması çalışanları değil, sistemin işleyişini rahatlatmak anlamına geliyor.
Diğer yandan, gösterilerde -maske takmamak hep bir sembol olarak kalsa da- başka bir slogan da ön plandaydı: “Kurz muss weg!” (Kurz istifa!). Bu eylemlerde bulunan bir sosyolog arkadaşım kadınların katılımının fazla olduğunu ve bir kadının okullardaki düzen eskisi gibi işlemediğinden (kreşte yemek verilmediğinden) evde daha çok yemek yapmak zorunda kaldığı için artık bezmiş bir halde tepkisini hükümete yönelttiğini aktardı. Ev içi emek açısından, bu süreçte dünya çapında kadınların sırtında bir yük artışının söz konusu olduğunu biliyoruz. Yine başka bir gözlem de bu gösterilerin küçük işletme sahiplerinden de destek gördüğü yönündeydi. Aslında Türkiyelilerin bir kısmını da bu gruba dahil etmek mümkün çünkü birçok küçük ölçekli işyeri sahibi pandemi kısıtlamalarından şikâyetçi. Hatta bazıları buradaki dükkânlarını kapatıp (örneğin dönerci) Türkiye’ye döndüler. Buralarda ya da daha büyük işletmelerde (özellikle kafeler, restoranlar) çalışan öğrenciler ise işlerini kaybettiler ve Viyana dışında yaşayan ailelerinin yanına dönenler oldu, bazıları okulu da bıraktılar -ki Türkiye’den gelen öğrenciler için durum çok daha vahim; çünkü kısıtlı da olsa bir çalışma izinleri olmasına rağmen şu an çalışacak iş bulmak pek mümkün değil. Bütün bu toplumsal kesimlerin; yani kadınların, öğrencilerin, işçilerin, göçmenlerin ve esnafın temel talepleri içinde bulundukları ya da planladıkları bir düzenin yeniden tesis edilmesi talebi olarak gelişti. Bu yüzden maske takmamak bir sembol olarak kalmaya devam ederken, 2017 Aralık’tan bu yana Avusturya şansölyesi olan Sebastian Kurz’a istifa çağrısı ön plana çıktı. Yukarıda bahsettiğim toplumsal kesimlerin bir kısmı bu sloganı sağ kanat gösterilerde dile getirdiler, oysaki anti-faşist eylemlerde de aynı slogan farklı nedenlerle yer alıyor. Maske konusuna geri dönerek anti-faşistlerin neler üzerinde tartıştığına da bakalım.
Kimseyi arkada bırakmamak
Maske takmamak da evde kalabilmek gibi bir lüks. Bundan mustarip olan bir kesim -bireysel özgürlük perspektifinden bakanların yanı sıra ya da bununla da birleşerek- bütün gün çalışmak zorunda olanlar. Özellikle fabrikalar ve marketler gibi gün boyu bir arada çalışılan yerlerde maske uzun süre takılıyor. Pandemi süresince üretime ara verilmemesi istenen, hani “zorunlu olmayan sektörler dışında evde kalalım” derken ima edilen sektörler bunlar. Durum böyleyken, yani maske takmak da yine en çok işçi sınıfının payına düşmüşken, birileri çıkıp “maske takalım, hep takalım, maske önemli…” dediğinde, birileri de “Tamam da neden hep ben takıyorum?” diye düşünebiliyor, öfkelenebiliyor. Buradaki temel sorun maske takmak değil; bazıları günü maske ile geçirmek zorunda olurken bazılarının böyle bir zorunluluğunun olmaması. Avusturya’da açık havada olsa bile toplu etkinliklerde ya da market/mağaza, toplu taşıma araçları, kuaför gibi kapalı alanlarda bulunduğunuzda maske takma zorunluluğu var; ancak bu zorunluluk hayatın her alanını kapsamıyor. Örneğin, arkadaşlarınızla yürüyüşe çıkabilir, çayınızı kahvenizi alıp parkta oturabilir, bisiklet sürebilir ya da dışarıda spor yapabilirsiniz.
Diğer yandan, çalışma ortamına ve sektörün yapısına göre maske olgusu tam tersi bir şekilde de kendini gösterebiliyor. Örneğin Avusturya’da 25 Ocak tarihinde FFP2 maske kullanımı zorunlu hale getirildi. Bu maskelerin koruyuculuğunun daha yüksek olduğu söyleniyor, fakat uzun süreli kullanımda rahatsız edici olabiliyor. Bu yüzden, bu maskeler kullanılırken işçilerin 75 dakikada bir molaya çıkması gerekiyor. Bu yetersiz iş güvenliği önlemine bile işverenler “çalışma düzeninin bozulduğu” gerekçesiyle karşı çıkıyor ve maske takılmamasını isteyebiliyor. Yani maske takmak ya da takmamak işyerinin tutumuna göre değişebiliyor. Özellikle müşteriyle yüz yüze gelinmeyen; yani kapalı kapılar ardında çalışılan yerlerde kurallara uyulup uyulmadığı da çok net değil. Örneğin bu mola uygulamasından rahatsız olan Amazon’un, Kuzey Almanya’da, depoda çalışan işçilerin maske takmasını pratikte yasakladığı ortaya çıktı. Yani aslında neo-Nazilerin bireysel özgürlük atıflı maske karşıtlığı, maske takan işçilerin rahatsızlığından beslenirken yöneten sınıfların çıkarlarıyla da kesişebiliyor. İşçiler ise, başka bir seçenek sunulmadığı için, maskesiz daha rahat çalışıp kendini riske atmak ve maskeli, zar zor nefes alarak, terleyerek çalışmak ikileminde kalabiliyor.
Bu durumda maske takmak ya da takmamak kapitalizmin işleyişine içkin bir şekilde hareket imkânı bulduğu için, kapitalizmin yarattığı eşitsizlikleri iyice gün yüzüne çıkaran bir noktada duruyor. Bu sebeple Viyana’da Sol şu günlerde politik mücadeleyi maske takmak/takmamak ikileminden çıkarmanın yollarını arıyor. Çünkü maske takmayı kapitalizmin dinamiklerinden bağımsızmış gibi sadece akıl çerçevesinde öğütlemek yerine, bu maskeyi gün boyu takanların böylesi zor bir dönemde neler yaşadıklarına bakarak bir hat çizmek de mümkün. Böylece bu tartışma bireysel düzlemdeki bir özgürlük tartışmasından, emeğin dinamiklerinin de dahil olduğu daha somut, kolektif ve dayanışma odaklı bir tartışma düzlemine çekilebilir. Örneğin marketlerde çalışan işçilerin mola sürelerinin uzatılması, günlük çalışma saatlerinin -ücretleri kesilmeden- düşürülmesi[1], ek yardımların yapılması, aşı uygulamalarına buralarda çalışanlar üzerinden hız verilmesi gibi talepler üzerinden tartışma yürütmek mümkün. Öğrenciler ve kadınlar için de maddi ve manevi dayanışma ağları oluşturmak ve bunları genişletmek bir seçenek olabilir. Böylece birçok kesimin taleplerini ortaklaştırıyor gibi bir görüntü veren neo-Nazi üretimi eylemler yerine, emek kanadından gelişecek ve yayılacak dayanışma pratikleri ve eylemler boşluğu doldurabilir. Daha somut olarak örnek vermek gerektirse; örneğin ocak ayında yayımlanan, Avusturyalı sol gruplardan da katılımı olan Zero-Covid bildirisi “kimseyi geride bırakmayarak” diyerek kapsamlı bir dayanışmayı çözüm olarak öneriyor. Bu yayımlanan bildiride önemli bir madde dikkat çekiyor: Büyük şirketler kârlarını artırmaya devam ederken, bu şirketlere pandemi dönemine özel bir vergilendirme yapılması ve kaynağın da dayanışma kanalına aktarılması isteniyor. Pandemi sürecinde daha da görünür olan adaletsizlik, eşitsizlik ve halkın yalnız bırakılmasına karşı, doğrudan ekonomik sisteme yönelik bir eleştiriyi barındıran bu talep, aşının tüm insanlığın hizmetine kapitalist çıkarları gözetmeksizin sunulması talebiyle birleşiyor. Yani devletlere, büyük şirketleri değil, halkı koruması ve halkın yararına adım atması çağrısı yapılıyor. Türkiye’de de geçtiğimiz günlerde aşı patentine karşı bir eylem gerçekleştirilmişti. Bu tür somut taleplerin toplumsal karşılığının ne olacağını ise yakın gelecekte hem Avrupa hem de Türkiye açısından daha net görebileceğiz. Toplumun yükselen nabzını sol bir rüzgârın tutması da ihtimal.
Irkçı ve aşırı sağ grupların kitlesel başlayan gösterileri sonuç olarak bu kitleselliği kaybedip sınırlı bir alana çekildi. Ancak bu durumu değiştirmek için neo-Nazilerin strateji ve taktikleri olacaktır. Buna karşın sol kanat avantajlı konuma geçebilir. Fakat bunun için alt sınıfların taleplerine biraz daha kulak vermeye ve emek perspektifinden gelişecek bir yaklaşımı daha da güçlendirmeye ihtiyaç var gibi görünüyor. Böylece farklı kesimleri birleştirecek yeni bir slogan, Viyana’nın özgün koşullarında, emek kanadından gelişebilir. Bu durumda, yürütülen politik mücadele maske takmak ya da takmamak ikileminden özgürleşme imkânı yakalayacaktır.
[1] Bu konuda uzun zamandır Sol’un gündeminde ve sendikalarla da tartışılıyor.
Bu yazıyı hazırlarken bilgi ve gözlemlerini benimle paylaşan Jannis Menn’e teşekkür ederim.