Koronavirüs sorunu, ya da sorusu, bizi içinde bulunduğumuz durumu sorgulamaya, ciddi bir şekilde düşünmeye, bir istifhama zorluyor. Bu yüzden, bilhassa Giorgio Agamben’in devletin koronavirüsü bahane ederek otoriter uygulamalarını rahatça yerine getirebilmek için bir “istisna hali” oluşturduğu düşüncesini işlediği yazıyla başlayan ve Žižek, Nancy, Butler, Chomsky, Latour ve Esposito ile alevlenen tartışmalar, halipürmelalimizi anlamak için ciddi bir fırsat. Böylelikle felsefe, kriz anlarında, hazır dünya durmuş ya da yavaşlamışken, muhatabı olduğumuz olayların üzerinde durmak (ki Almanca Verstehen’in, yani anlamanın, “durmak” kökünden geldiğini de hatırlayacak olursak), bu yavaşlamış, yavaşlatılmış zamanda meselenin aslına değinerek ardında yatan asıl sorun ve soruları ortaya çıkarma görevini yerine getirmiş olur. Süregelen mevzubahis tartışmada, düşünürler farklı, bazen de taban tabana zıt yaklaşımlara sahip olmalarına rağmen, belki de hepsinin ortak fikirde olduğu konu, insanın dünya ile irtibatında radikal bir değişime ihtiyaç duyulduğudur. Sadece hayvan tüketimi açısından değil, tüm doğayla, yeryüzüyle ve her bir yeryüzü sakiniyle kurulan ilişkimizin yeniden gözden geçirilmesinde; kendi acizliğini baskıcı politikalarla örtbas etmeye çalışan ve artık iyice hantallaşan ulus-devletin eleştirisinde; dahası, ekoloji ve iklim değişimiyle süregelen ve öngörülen göç dalgalarının dikkate alınmasında bilim insanları ve düşünürler hemfikir. Zira bu virüs, onca yıldır dile getirilen uyarılardan çok daha etkin ve etkili bir biçimde kendisini ifade ediyor. Bizim üzerimize düşen de, ki kastım ne sadece felsefeciler ne de sadece bilim insanları, aksine dünya üzerindeki her bir ayrı insanın payına düşen görev, bu mesajı doğru anlamak.
Aristoteles, Ruh Üzerine’nin sonlarına doğru bir şeyi hatırlatır bizlere: Diğer tüm duyular hayvan ya da insanın iyi bir yaşama sahip olması için gerekliyken, dokunma duyusu var olması için zorunludur (435b19-20). Yani, görme, işitme, tat alma ya da koklamanın her birinin, bazılarının ya da hepsinin bir canlıda olmadığına şahit olabiliriz; fakat dokunma ve temas etme, yaşamak için en olmazsa olmaz duyumuzdur. Ayrıca, tüm duyuların aslında dokunmanın bir türevi olması, dokunma duyusunu yeryüzünde olmanın ana unsuru (elemental) kılıyor.[1] Jacques Derrida’nın “çağımızın Ruh Üzerine’si” olarak adlandırdığı Corpus’un yazarı Jean-Luc Nancy de, dokunmanın önceliğine dikkat çekiyor.[2] Yeryüzüne temas ediyoruz; ayaklarımız yere basıyor, elimiz masaya, dirseğimiz sandalyeye değiyor; otlara sürtünerek geçiyoruz, ağaca yaslanıyor, hayvanları okşuyoruz; bir başka insana dokunuyoruz, tokalaşıyor, el ele tutuşuyor, itekliyor, sarılıyor, öpüşüyoruz; nihayetinde kendimize dokunuyor, elimiz yüzümüze gidiyor, parmaklarımız dizimize çarpıyor, dudaklarımızsa sürekli temas halinde. Tenimiz ile dünyanın teni durmadan birbirine değiyor; sürekli dünya ile kesişiyoruz, sürekli temas halindeyiz. Çünkü yaşamak, dünyada olmak, aslında temas etmektir.
Sürekli temas halinde olmamız, bir yere, bir canlı ya da bir şeye dokunmamız, her günkü yaşamımızın bir parçası olduğu için dokunmanın hayati önemini gözden kaçırıyoruz. Her geçen gün görselliğin tahakkümü altında kalan bizler için (üstelik karantinalarla birlikte, ekran başına kitlenmişken), temas, “görünürlüğünü” başka formlarda saklıyor (virtüel, sanal ve interaktif ortamlarda örneğin). Halbuki hiçbir şeye temas etmeyen, dokunmayan, sürtünmeyen bir “canlı” tahayyül etmek imkânsız; çünkü Aristoteles’in izinden giderek ruha bedenin canlılığı diyeceksek (434b7-23), ruh dokunan ve dokunulan bedendir de aynı zamanda.[3] O halde bu “sürtünmeyen canlı” tahayyülünü bile halihazırda yeryüzünde olan, temas eden, o sırada nefes alan bir bedenle düşünmeye çalışıyoruz. Dokunan, değen, değinen, temas eden bedenimizle düşünüyoruz. Şimdi ise bu bedenimizle düşünmemiz gereken şey, gündelik yaşantımızın vazgeçilmezi olan dokunmayı, üstelik sadece çevremizdeki insanlarla değil, çok daha temel, farkında olarak ya da olmayarak, motor ya da davranışsal bir şekilde elimizin yüzümüze temasını bile hayatımıza yönelik bir tehlike haline getiren koronavirüs. Bu yüzden bu virüsü, sadece dışarıdan gelen bir tehdit olarak okumak eksik kalacaktır; bir başkasını, belki de hiç haberim olmadan hasta edip onun ölmesine sebep olabileceğim gibi, kendi kendime dokunarak da bu virüsü içselleştirebilir ve hayatıma mal edebilirim. Bu “sıradışı” durum, bizi alışageldiğimiz günlük yaşantımızdan (habitare), her günkülüğümüzden, her günkü faaliyetlerini yapmaya alışmış bedenimizden bir kaçışa zorluyor.
Peki bu kaçış, kendi bedenimden, kendimden kaçış, ne derece mümkün? Çünkü beden, yalnızca dünyada olmamın bir aracı (vehicle), bir vasıtası değil; beden aynı zamanda kendimle dünya arasında bir aracı (medium). Araç da, aracı da benim bedenim ve ben bedenimim.[4] Ben bedenimim (Leib), fakat aynı zamanda bedenim beni dünyada kılan şey (Körper). Bir nevi Hermes’in kanlı canlı vücut bulmuş hali. Elçi Hermes, tanrılardan aldığı mesajı hızlıca insanlara getirmek ve tanrıların ne dediğini insanlara anlatmakla yükümlüydü. Bu yüzden Hermes, basit bir mesaj taşıyıcısından ziyade, tanrıların bu mesajını insanların diline de çeviren bir yarı-tanrıydı. O halde diyebiliriz ki, Hermes ve beden, mesajı taşıyan bir kurye olmakla birlikte, mesajın da kendisi. Benden dünyaya, dünyadan bana mesaj nakleden bedenim (hermeneuin), beni dünyaya aracısız bir şekilde monte eden bu aracım, şimdilerde hem bana hem de başkalarına virüsü hızlıca taşıyan ve hem de bu virüsün bana ne söylemek istediğini çeviren, tercüme eden, anlayıp bana anlatan elçim. Žižek şöyle diyordu: “Doğa bize virüslerle saldırdığında, bu bize kendi mesajımızı geri göndermenin bir yoludur. Burada mesaj ise şudur: Bana yapmış olduğun şeyi, işte şimdi sana ben de yapıyorum.” Ya da Butler: “Ayrımcılık yapan virüsün kendisi değil ama ulusalcılık, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve kapitalizmin birbiriyle örtüşen güçlerinin şekillendirdiği ve canlandırdığı biz insanlar bunu kesin yapacağız.” Nihayet Latour: “Ulus devlet bu savaşa tamamen hazırlıksızdır, ona dönük hiçbir düzenlemesi, tasarımı yoktur çünkü bu savaşta cepheler çoktur ve hepimizi etkiler.” Bu ifadeler, bedenin dünyadaki varlığını yorumlayıp bize anlatır. Bedeni veren varlık, şimdi hakkını geri almaktadır; ya da, beden üzerinde tahakküm kuran tüm politikalar sorguya çekilmelidir; nihayet, ulus-devletin hantallığı bedenleri hasta etmekte, öldürmektedir.
Buradan anlaşılıyor ki, beden sorusu, koronavirüsün verdiği mesajı anlamamızda merkezî bir önem teşkil ediyor. Bu mesajın içeriği, yani bedenin kendisi, değdiği her şeye değinmeye zorluyor bizi. Bir başka ifadeyle söyleyecek olursak, beden ya da vücut meselesi, bedenin bulunduğu yerden tutun da (ki, vücut kelimesinin, Arapça “v-c-d”, yani “bulmak” kökünden geldiğini de hesaba katmalıyız), başka bedenlere, diğer canlılara ve eşyaya kadar, her “mevcut” şeye temas eden ve aynı zamanda temas da edilen bedeni sorguluyor. Beden, ya da etimolojik kökeni daha dolgun haliyle vücut, başka mevcut varlıklarla birlikte yaşamanın, sadece dünyada olmanın (In-der-Welt-sein) değil, dünyada başkalarıyla birlikte olmanın (Mitsein) da bir aracı. Varlığı (bu sefer Sein anlamındaki “Vücut”), yaşamın nefesini, diğer mevcut varlıklarla paylaşıyoruz.[5] Ruh bu anlamıyla bütün var olanlardır, diyordu Aristoteles (431b21). Çin’de gün yüzüne çıkan bir virüs, kısa süre içerisinde İran ve İtalya’da, ardından tüm Avrupa ve Amerika’da insanlara karantina uygulamayı zorunda bırakacak kadar hızlıca yayılabiliyor; hız tanrısı da olan Hermes iş başında demek ki. Ne de olsa burada yalnızca benim varlıklarla tekil temasım değil, tüm varlıkların birbiriyle çoğul teması da söz konusu. Yaşam dünyası (Lebenswelt) dediğimiz şey, belki de bütün bu temasların bir toplamından ibaret. Her “bir” temas, başka “bir” bedeni, canlı ya da eşyayı zorunlu olarak gerektiriyor, ki bu tekil olanın çoğul da oluşu sayesinde iklim değişikliği göçlere, Ortadoğu’daki bir savaş İsveç’in köylerine kadar etkiliyor.
Sonuç olarak, radikal bir değişim ihtiyacından bahseden düşünürler, bedensel temasın bizim için hayatiliği ve zaruriliğini de hesaba katmalı. Böylelikle, şu an içinde bulunduğumuz durumun oldukça çaresiz ve belki de “imkânsız” bir vaka olduğu anlaşılsın. Çünkü yaşamı, yani yeryüzünde temas etme ve edilmeyi, temas etmekten kaçınarak kurtarmaya çalışıyoruz. Karantina yerleşkelerinde dünyayla irtibatı kestiğimizi düşünürken, hayatları pahasına hasta bedenlere temas eden doktorlar ve sağlık görevlileri, kendilerinin de bağışık olmadıkları bir mücadelede yenik düşebiliyorlar. Veyahut da, bir güvencesi olmayan, patronu ya da devleti tarafından çalışmak zorunda bırakılan işçi ve memurlar, başkalarının dünyayla teması kopmasın diye canını dişine takıyor. Temassızlığın imkânsızlığı, bu yüzden, teması başkalarına yüklemekten, yani yeryüzünü paylaşmanın yüklediği sorumluluktan kaçmaktan da men ediyor bizi. Çünkü dünya, sadece kişinin kendisine karşı değil, başkalarına ve daha başkalarına (hayvan, bitki ve eşya) karşı sorumluluğun da bir alanı. Nancy’nin bahsettiği türden bir tekil-çoğul olma,[6] bedenin tekilliğinin çoğula indirgenemezliği ve bu indirgenemezliğin mutlak bir tekillik yaratmadığının kabulüyle gerçekleşecektir. Ne ayrımların yok edilmesi, ne de narsizmin tapınağıdır beden. İnsanın farklılığında tekil, tekilliğinde de çoğul olmasının anlamı, her bir farklı bedenin farklı olması bakımından aynı olmasıdır. Bu yüzden vücut, kişinin hem kendi olduğu hem de kendine yabancılaştığı, kendinden uzaklaşma imkânının ya da mekânının adıdır (yani vecd, ki o da “v-c-d” kökünden gelen esrimeye tekabül ediyor). Çünkü bu imkânda/mekânda, her hareketimle yeryüzüne dokunmuyorum sadece, dokunuluyorum da. Temasa açık olması itibarıyla bedenim, dışarıya karşı kırılganlığı ve korumasızlığını da içinde barındırıyor. Hayatın kırılganlığı, her varlığın diğer varlıklarla pamuk ipliğiyle de olsa bağlı olmasından kaynaklanıyor.
Koronavirüsle kendisini açığa çıkaran hayat ile ölüm arasındaki ince sınır, yaşamın nefesini solumamızı zorlaştıran o dar boğaz, başkasına, başka bir canlıya, eşya ve yeryüzüne her temasımda yutkunmamı sağlıyorsa, temas ettiğim her şeyi gözetmem, dikkate almam, üzerinde titremem gerekiyor. Zira benim hayatım (temas etmem) ile bir doktorun ya da işçinin hayatı (temas etmesi), aynı derecede bu dünyaya bağlı; o halde benim varlığım, hastanelerde sağlık personeli olarak tedavi eden, market reyonlarında, santrallerde, sokaklarda ya da maden ocaklarında çalışanların varlığına bağlı olduğu kadar, onların varlığı da benim varlığıma bağlı. Bu yüzden dayanışma, siyasi bir retorik ve alkışlama seanslarının ötesine geçerek, bu “ortak” hayat mücadelesinde omuz omuza vermeye dönüşmelidir. Radikal bir değişim, eğer öyle değişim varsa, ancak bu tekil-çoğul düşüncenin teyidiyle, tekil-çoğul bir örgütlenmeyle, hayatımdaki her temasımın bir başkası için, başka canlılar ve eşya için bir sorumluluk doğurduğu bilinciyle mümkün olabilir.
[1] Maurice Merleau-Ponty, The Visible and the Invisible, çev. Alphonso Lingis (Evanston: Northwestern University Press, 1968), s. 139.
[2] Jean-Luc Nancy, Corpus, çev. Richard A. Rand (New York: Fordham University Press, 2008). Derrida’nın bahsettiği yer: On Touching—Jean-Luc Nancy, çev. Christine Irizarry (Stanford: Stanford University Press, 2005), s. 65.
[3] Nancy, Corpus, s. 107, 131; “Rethinking Corpus”, çev. Roxanne Lapidus, Carnal Hermeneutics içinde, Richard Kearney ve Brian Treanor (ed.) (New York: Fordham University Press, 2015), s. 91; The Sense of the World, çev. Jeffrey S. Librett (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1997), s. 35.
[4] Maurice Merleau-Ponty, Phenomenology of Perception, çev. Donald A. Landes (Londra & New York: Routledge, 2012), s. 151.
[5] Nancy, The Sense of the World, s. 8.
[6] Jean-Luc Nancy, “Of Being Singular Plural”, Being Singular Plural içinde, çev. Robert D. Richardson ve Anne E. O’Byrne (Stanford: Stanford University Press, 2000), s. 1-99.