Çember

Hepimizin bildiği gibi çağımızın felsefecileri, siyaset bilimcileri pandemi sonrası dünyanın alacağı hale ilişkin türlü türlü kehanetlerde bulundular. Bunlardan bazıları pandemi ile birlikte süregiden siyasal ve ekonomik düzene direnişin, haliyle köklü dönüşümlerin ortaya çıkacağı yönündeydi. Başını Giorgio Agamben’in çektiği diğer kehanetlerde ise, bedenimizi virüsten korumak için kendi irademizle talep ve pratik edeceğimiz bir otoriterleşmenin haberi veriliyordu. Bu iki öngörü grubu birbiriyle konuşurken önüme İstanbul’daki Dalyan Parkı’ndan çekilen bir çember fotoğrafı düştü.

Biz hayatlarımızı eve sığdırmaya çalışırken belediyeler boş durmamış, parkları ve bahçeleri çemberlerle donatmış, dolayısıyla sosyalleşme dediğimiz şeyi bir paranteze alarak kapatmışlardı. Verilen mesajı doğru aldığımdan olsa gerek fotoğrafa bakarken aklıma ilk gelen soru bir çembere kaç kişinin sığabileceği sorusu oldu! Sonrası, kafamda kendimce bir sayı belirledim ve aklımdan geçen isimler üzerinde tek tek düşündüm: Kimlerle oturmalıydım, sosyalleşme hakkımı kimlerle kullanmalıydım? Ne ayıp değil mi, dışarıda kalana virüs muamelesi yapmak böyle bir şey, ve zaten iktidarlar yıllardır yabancının ve ötekinin mekânı olarak gördüğü “tekinsiz” sokağa, yani insanın insanla özgür temasına işaret eden bu mecraya virüs muamelesi yapmıyor muydu?

Belediyeler, yeşil çimleri çemberlerle donatarak bize sadece maddi bedenlerimizin işgal edeceği alanların sınırlarını çizmemişlerdi, onlar aynı zamanda bize bu çemberlere kimlerle gireceğimize dair çok önemli bir soru da sormuşlardı. Tıpkı o çok bilinen sorudaki gibi: Issız bir adaya düşersen yanına kimi veya kimleri alırsın? Peki bunca seçilmiş ve düzenlenmiş bir hayatta, başka bir ifadeyle ötekinin varlığının bunca dışlandığı steril bir yaşam biçiminde gerçek bir karşılaşmadan söz etmek mümkün müydü?  

Karşılaşmalar, Mihail Bahtin’in sıklıkla ifade ettiği gibi demokratik bir toplumun olmazsa olmazıdır. Zira demokratik toplum, ancak ve ancak farklı seslerin birbirine karıştığı ve birbiriyle konuştuğu diyalojik bir iletişimden geçilerek örülür, dahası ötekinin varlığını empati koşulunu temel alan bir sorumlulukla kabul eden diyalojik etik de böylesi bir iletişimin önemli bir uğrağıdır.  

Bahtin’e göre, özne kendini ötekinin gözünden geçerek kurduğu ve hem kendine hem de ötekine karşı sorumluluklarının idrakine dilden geçerek vardığı için iletişim, diyalojik etiğin mecrasıdır. Onun diyaloji adını verdiği konuşma içinde konuşma, başka bir ifadeyle farklılıkların karşılaşıp birbirine karışmasının bir sonucu olarak ortaya çıkan karnavaleks dil tam da böylesi bir etik felsefesi üzerinden yükselir. Hal böyle olunca da, diyalojik iletişimi olduğu gibi diyalojik etiği tartışmak için de gözünü önce karnavallara, sonra da bu karnavalların mecrasına dönüşen romanlara çevirir.

Ona göre Ortaçağ’daki karnavallar, ahlâki değerlerle kuşatılarak kamusal alandan dışlanan maddi bedenin özgürce salındığı yerlerdi. Hem ölümün hem doğumun kaynağı olan bedenin aşağı bölgelerinin grotesk sunumlarının bir kamusal alan olan pazar yerlerinde salınabildiğine dikkat çeker mesela. Ya da adına teklifsiz konuşma dediği bir konuşma biçiminin nasıl da hakim olduğundan bahseder bu pazar yerlerinde. Tüm bunlar, her türlü hiyerarşik ve baskıcı yapıya, haliyle iktidarın asık suratlı ciddiyetine kahkaha ile meydan okur.

Sterilizasyonun bunca kutsandığı, sadece Covid sonrasında da değil, öncesinde de,  bedenler üzerinden üretilen korku söylemleriyle yine bedenlerin zapturapt altına alındığı, resmî ideolojilerce tehlikesinden, pisliğinden, tekinsizliğinden dem vurulan sokağın kapatıldığı, aile ve akraba bağlarının üzerimize kapandığı, diziler ve yarışma programları da dahil her türlü popüler kültür öğesi ile ailenin, evin kutsandığı, özetle yabancıyla temasın yaratıkla temas gibi resmedildiği bir dönemden geçiyorduk zaten. Bu dönem şimdilerde Covid’le taçlandırıldı ve hatta söz konusu söylemler tanrı kelamı gibi alındığından olsa gerek bir haleyle de donatıldı.

Tüm bunların süregelen bir hakikat aşınmasını ve haliyle ötekine karışmadan varoluşun yol açtığı etik aşınmayı hızlandırdığı açık. Herkes önce kendi bedenini ve yaşamını, sonra hane içinde birlikte kapatıldığı ailesininkini korumakla mükellefti ne de olsa. Ne de olsa söz konusu olan yaşam hakkıydı, ve sokak ve yabancı ve kendi dünyasından olmayan her biçimde tehlikeli bir virüstü. Bu söylemlerin nasıl işlediğini anlamak istiyorsak Twitter başta olmak üzere sosyal medyanın türevlerine bakmamız kâfi zannımca. Sosyal medya sadece insanların eve sığmayan hayatlarının taştığı bir mecra olması nedeniyle değil, her birimizin çizdiğimiz çemberler dışında kalanlara nasıl davrandığımızı göstermesi açısından da çok önemli.

Salgın döneminde, sosyal medyadaki dil belki de hiç olmadığı kadar sertleşti, acımasızlaştı ve hatta çirkinleşti. Birkaç cümleye sığan bunca nefret her defasında bizi oturduğumuz yere mıhladı. Kimsenin kimseyle karşılaşmaya, hele hele karışmaya niyeti falan yoktu, dert kendi çizdiği çemberin dışında kalanlara had bildirmekti, had mi bildirmekti gerçekten, ondan da emin değilim.

Ya da televizyonlarda, online tartışmalarda ve hatta derslerde komşuları öldürmekten, kız çocuklarının diri ve doğurgan bedenlerinden veya kız öğrencilerin küçücük bir kareye sığmış fotoğraflarından duyulan hazzın -edepsizce biraz da dönemin ruhuna uygun bir şuursuzlukla- dile getirilmesi de kendi çemberi dışında kalana bakıştaki yoksunluğu gösteriyordu.

Sonuç olarak bugünlerde bazılarımız sinik bir biçimde insanların, sosyalleşmenin kötülüğünden söz ederken düzenin bize ettiklerini kolayca gözden kaçırabiliyor, ya da bizim bu düzenle ne yaptığımız sorusunu atlayarak bir anda sistemin istediği türden uslu çocuklara dönüşebiliyoruz.

Sosyal mesafenin, eve kapanmanın bize kaybettirdiklerini düşünürken, iktidarların sokağa, ötekine ve yabancıya yüklediği manaları akılda tutmak lazım gibi geliyor bana. Belki o zaman çemberin dışına taşarak oturan insanlara, sahildeki danslı partiye, sokak aralarında yapılan halaylı doğum günü partisine başka bir gözle bakabiliriz.

Tıpkı Ortaçağ’da kahkahanın kamusal alandan kovulması gibi günümüzde de maddi beden, içerdiği tüm temas potansiyeliyle kamusal alandan kovuluyor, üstelik bu kez iktidarın eli çok daha kuvvetli. Ortada kimsenin itiraz edemeyeceği güçte, öldürücü bir virüs var! Ve bu virüs en çok tekinsiz sokakta, tekinsiz yabancının bedeninde dolaşıyor… Yabancı olarak tanımlanan, çemberin dışında tutulan ise her gün sosyal medya mecralarında el birliği ile dövülüyor, öyle görülüyor ki yıkıcı bir iktidar hepimizin içinde çöreklenmiş ve çıkacağı ânı bekliyor.

Pandemi totaliterleşmeyi artırırken içimizdeki otoriteryen kişiliği büyütüyor sanki…  Hem faili hem de kurbanı olduğumuz, ötekinin sesine kapalı bir dille kuşatılmış gibiyiz, günbegün zehirleniyoruz…


Fotoğraf: Nom De Plume