Maske, kolonya ve mesafe...
SARS-CoV-2’nin yol açtığı yeni toplumsal kültürü işaret eden en iyi üç kelime bunlar sanırım.
Pekiyi ama ötekini bir kuruluş felsefesi olarak “tehlike” olarak işaretleyen Türkiye toplumu maske ve mesafenin getirdiği insansızlaşmanın ağırlığının altından nasıl kalkacak acaba?
Bugün filyasyon amacıyla akıllı telefonlara çekincesizce yüklenen aplikasyonların gönderdiği GPS sinyallerini yarın görece özgür ortama ulaştığımızda silmek mümkün olacak mı acaba?
Dönüşümlü çalışma, vardiyalı çalışma, evden çalışma gibi pandemi günlerinde kanıksadığımız kavramların yarın hepimiz için tümüyle güvencesiz çalışma modeline evrilmesini nasıl önleyeceğiz acaba?
Bu soruların yanıtlarını aramaya girişmeden önce COVID-19 pandemisinin günlüğünü “içeriden” gözler önüne sermek istiyorum...
Kervan ve Yol
Her şey bir meslektaşın konsültasyon istemiyle başladı. Sağlık çalışanı olmayanlar pek bilmez ama tıp doktorları arasında yaygın bir ilişki ağı vardır. Makul olmayan, alışılmışın dışında seyreden, anormal olan o ağı titreştirir...
İşte böylesi bir titreşimle başladı pandemi macerası.
Uzak bir hastanede yatan o hasta “farklıydı”. Bulguları bilinen zatürreye benzemiyordu. Hastayı Whatsapp ortamında konsülte edenler dile dökmeden aynı kaygıyı taşıyorlardı: Acaba medyadan izlenen, göz ucuyla takip edilen yayınlarda ifade edilen o gizemli hastalık olabilir miydi bu hastada?
Bugün düşünüyorum da o günlerde ne yalancı negatifliğini biliyorduk PCR’ın, ne olası COVID tanımını. Öyle ya kamusal otorite de, çalıştığımız sağlık kurumları da Çin’de başlayan ve ardından İran’da sarsıcı etkilerini gösteren bu salgın hakkında biz tıp doktorlarına dişe dokunur bilgiler iletmemişlerdi. Uzmanlık derneklerimiz de yaklaşan tehlikeye henüz dikkat çekmemişti.
Eh ne de olsa Doğu toplumuyduk ve Doğu’da kervan tüm eksiğini gediğini yolda tamamlardı. Yolda dökülüp düşenler “eğitim zaiyatı”na sayılırdı.
Devlet Politikası
Yeterince bilgimiz yoktu ama ilgi tamdı. Ne de olsa orta yerde alışılmışın dışında bir hasta vardı ve birkaç kişi sırtını dönüp “olur böyle” dememişti. Aksine bu işin altında başka bir iş olabilir mi diye kaygılanmışlardı.
Zaten bu topraklarda olmadık icatlar hep böyle tiplerden çıkmıştı. Adına Milli Eğitim denilen “talim terbiye” sistemi bu tipler üzerinde başarısız olmuştu.
O nedenle birkaç hekim, Mart ayının o ilk günlerinde gayri resmî konsülte edilen “şüpheli” hastanın korona açısından serolojik incelemesini yapmak gerektiğine karar verdiler.
Ama gelin görün ki Sağlık Bakanlığı’nın Ankara’daki tek merkezine örnek göndermek zordu. Zaten o günlerde Bakanlık test yapılmaması için gereken önlemlerin tümünü devlet olarak başarıyla almıştı.
Öyle ya devlet denilen aygıt ne yapıp edecek, İran sınırına ulaşan, güney sınırını boylu boyunca kateden, Batı cephesinde Yunanistan ve ötesine geçen virüsün ülke sınırları dahilinde tespit edilmesini önleyecekti. O günlerde siyaseten “başarı”, ülkede hastalığın görülmemesine endekslenmişti.
Politika açıktı: Memleketin dört bir yanında virüs toplumla özgürce temas edebilirdi. Yeter ki testte yakayı ele vermesin. Yeter ki Türkiye’de hasta olduğu tanısı konulmasın.
Devlete göre bu politikanın başarıya ulaşmasının tek yolu test yapmamaktı. Ama “test yapmıyoruz” demek resmen mümkün olmadığı için günlük yapılan test sayısı binin altında tutularak sorun çözüldü. Ne de olsa adına Türkiye Cumhuriyeti denilen bin yıllık devlet geleneği tarih boyunca hep böylesi çözümleri bulmaya alışıktı.
Olmayan Tanı
Ancak bu topraklarda yaşayanlar da yarattıkları kimi “kısa yollar” sayesinde kanıksadıkları bu devlet geleneğini aşmaya da alışıktı.
Koronada da aşıldı elbet ve gecenin bir yarısında hastaya tanı konuldu.
Ama hatırlarsanız hastalığın o günlerde adı COVID-19 değildi. Dünya Sağlık Örgütü hastalığın adını koymaya çalışıyordu; geçmişteki “Kuş” Gribi, “Domuz” Gribi, “Ortadoğu” Solunum Zorluğu Sendromu gibi etiketleyici rezilliklerinden ders çıkararak.
Hoş günler sonra Trump başarısızlığın bedelini “Çin Virüsü” diyerek çıkarmaya kalkıştı. Tıpkı günler boyunca Türkiye’nin “yerli bulaş” olduğunu kabul etmemesinde olduğu gibi. Ne de olsa tüm kötülükler hep “yabancı”nın ve “öteki”nin başının altından çıkmıştır insan uygarlığında...
Pekiyi hastaya, olmayan hastalığın adı konulmuştu gayri resmî olarak. Ama ne tedavi alacaktı şimdi?
Emin olun o günlerde tıp doktorları olarak tedavi konusunda bugünkü bilgimize göre hiçbir şey bilmiyorduk. Çünkü hiç kimse gelen tufanı görüp hastalığın tanı ve tedavisi konusunda bilgi aktarmamıştı hastalığı tedavi edecek bizlere. Dahası el yordamıyla öğrendiğimiz iki ilaç da hastane eczanelerinde yoktu. Çünkü ne Bakanlık gelen salgını görüp hastaneleri uyarmış, ne de hastaneler durumdan vazife çıkartarak eczanelerine gerekli ilaçları almışlardı. Hatta o günlerde hastalık için bugün hemen her hastaya verilen bir ilaç serbest olarak eczanelerde dahi satılabiliyordu. Neyse ki satılıyordu... Fırsattan istifade güçbela gecenin bir yarısı eczaneden satın alınan ilaç bulunup başlanmıştı hastaya. Ama kim bilebilirdi ki sonrasının daha da zor olacağını.
Devlet Tanısı
Hastaya tedavi başlandığına göre yapılması gereken usulünce gayri resmî seroloji sonucunu resmileştirmekti.
İşte zorun en zoru burasıdır. Çünkü bu topraklarda yaşayan insanlar olarak bitecrübe biliriz ki yolu devlete düşmemeli insanın. Alacağına şahin, düşene zalimdir bu topraklarda egemen. Ne de olsa ekende-biçende olmayan ancak iş yemeye gelince baş köşeye oturan bir düzenden doğup gelişmişti bu ülkede devlet düzeni.
O nedenle devlet ve millet birbirini yoklayarak ve her daim birbirlerine yalanlar söyleyerek yan yana ama ayrı yürür bu topraklarda. Her birisi ötekinin yalan söylediğini bilir, yadırgamaz ve hatta inanmış gibi yapar. Yeter ki kantarın terazisi kaçmasın...
Hal böyleyse kantarın terazisi kaçmasın diye seroloji incelemesi yapılmamış gibi resmî tetkik istenir hastadan.
Ve ilk şok: Bakanlığın test sonucu negatif olarak bildirilir.
İşte şimdi hayat sarpa sarmıştır. Hasta koronadır. Tedavi almaktadır. Gayri resmî sonuç pozitif ama resmî sonuç negatiftir. Mızrak nasıl çuvala sığdırılacaktır?
Hakimiyetin kayıtsız şartsız millete geçişinin yüzüncü yılı kutladığımız bugünlerin hemen öncesinde devletten daha iyi hiç kimsenin hiçbir şeyi bilemeyeceğinin hükmüne uyulur elbette. Ne de olsa hasta tedavi almaktadır. Yani onun sağlığıyla ilgili bir sorun yoktur. Dahası o günlerde devlette salgına yönelik herhangi bir organizasyon olmadığı için hasta-tedavi izlemi ve hasta yakını takibi falan yoktur. O halde bu sessizlik ve organizasyonsuzlukta tedaviye devam ederken test tekrarı istenmelidir.
Ve ikinci şok: İkinci test sonucu bildirilmiyor.
İşte o andan sonra ortalık karışır. Testin yapılmasının üzerinden günler geçmesine rağmen sonuç bildirilmemektedir. Onca zorlamanın ardından günler sonra sözel olarak “yüksek riskli” olarak bildirilir hastanın test sonucu.
Bilmeyen kaldıysa söyleyelim: PCR testleri 0/1 koduyla çalışır. Yani test sonucu ya negatiftir, ya pozitif. Yalancı negatiflik ve pozitiflik olabilir elbet. Ama test hiçbir zaman negatif/pozitif dışında “yüksek riskli” diye bir sonuç doğası gereği veremez.
Ama devlet verir. Ve kabul etmez bu testin negatif/pozitif dışı bir sonuç vermeyeceğini.
Çünkü devlet ne yaptığını bilir.
Çünkü Mart’ın başında devletin politikası açık ve nettir: Memleketin dört bir yanında virüs toplumla özgürce temas edebilme hakkına sahiptir. Yeter ki yakayı ele vermesin. Yeter ki Türkiye’de hasta olduğu tanısı konulmasın.
Bu politikanın başarıya ulaşmasının yolu yeterince test yapmamaktır kuşkusuz. Ama eğer bu sınır aşılmış ve hasbelkader bir hastaya test yapılmışsa, sonuç pozitif olmamalıdır.
Unutmayalım; bu topraklarda en hakiki mürşit devletin her şeye egemen olduğu, her şeyi bildiği ya da öyle zannettiğidir. Bu topraklarda açıktan ve yalansız hikmetinden sual sorulmaz devlete.
Bilim Kurulu’nun saygın bilim üyeleri de dahil olmak üzere kimse soru sormaz devlete. Çünkü bu topraklarda devlet bilimi itaate tabidir.
O nedenle siz siz olun yanlış yola sapmayın; devlete güvenin!