Felaket Toplumuna Doğru

Bazılarımızın başına gelmiş ya da şahit olmuşuzdur, sonda söylenecek lafın başta söylenmesine. Bu durumun tesiri çoğunlukla (yüksek ihtimalle) şiddetli bir etki yaratır. Ben de bu yazımda sonda söylenecek lafı başa sıkıştırmak istiyorum ki etkisi bu kıvamda olsun. Bunu yaparken de 1984’te Alman sosyolog Beck’in kaleme aldığı Risk Toplumu kitabından[1] referans alıyorum: “Risk, tehlike ve kaos dünyanın sonu değil, kimbilir belki de yeni bir dünyanın nüveleridir.”

Bu yazıda Beck’in tarif ettiği risk toplumu bağlamında küresel karantina sürecini yorumlamaya çalışacağım.

Aslında içinde yaşadığımız dünya risklerin hüküm sürdüğü yeni dünyadır. Bu yeni dünyayı anlamak ve yorumlamak için birçok teori ortaya atılmış ve atılmaya da devam ediyor. Son dönemde hızlı bir dönüşüme giren toplum, koronavirüs ile yeniden bir dönüşüme uğradı. Çokça duymuşsunuzdur postmodernizm, küreselleşme, ağ toplumu, risk toplumu gibi kavramları. İşte bu tanımlamaların hepsi toplumun içinde bulunduğu süreci açıklama girişimidir. Kanımca koronavirüsle içine girdiğimiz süreci en iyi tanımlayan kavram risk toplumudur. Çünkü daha düne kadar deprem (etkisi ve olma olasılığı yüksek olmasından dolayı) riskinden bahsederken, bugün bu riski “sollamış” bir virüsün tehdidi “normal” yaşamımızı aksatması bir yana ona yeni bir şekil vermiş durumda. Daha birçok risk var elbette; yediklerimizden tutun içtiklerimize, hatta soluduğumuz havaya kadar… Ama çağımızdaki risklerin en önemli özelliği görünmez bir şekilde toplumu tehdit etmesidir. Durumun daha iyi anlaşılması için ara ara geleneksel ve risk toplumunu karşılaştıracağım. Geleneksel toplumda riskler daha çok görünür bir şekilde bulunuyordu çünkü çoğu risk doğa kaynaklıydı (çığ, deprem, sel vb.). Ama çağımızı hem görünür hem de gizli olan görünmez riskler tehdit ediyor. Mesela, soluduğumuz havada bulunan riskin ne kadar farkındayız? Dahası geleneksel toplumdaki riskler sigortalanabilir ve öngörülebilirken, içinde bulunduğumuz çağda kimi riskler ne sigortalanabilir ne de önlenebilirdir. Örneğin deprem sigortalanabilir bir risk iken nükleer santral patlaması sigortalanamaz çünkü zarar maliyeti hesaplanamaz, hesaplanabilme durumu olsa dahi zarar karşılanamaz büyüklüktedir. Peki ya koronavirüs sigortalanabilir mi? Kim için sigortalanabilir veya sigortalanamaz? Diyebilirim ki, koronavirüs hesaplanamayacağı ve öngörülemeyeceği için sigortalanamaz.

Riski dışsal ve imal edilmiş olarak ikiye ayıran Giddens, gelişmekte olan bilgilerimizin dünya üzerindeki etkisine işaret eder.[2] Hatırlarsak koronavirüs ilk çıktığında bunun imal edilmiş bir risk olduğuna dair tartışmalar vardı. Yani bu riskin bazı ülkelerce üretildiğine dair. Bunun yanı sıra insanoğlu, ozon tabakasının delinmesi, hava kirliliği gibi birçok riski de imal etti. Ama belirtmem gerekir ki dışsal risk insan eliyle kurgulanmış içsel bir risktir. Toplumsal örgütlenmeler, iktidarın yapılanması, ekonomi, her biriyle ilişkili kültür ve bunların etkileşimleri sonucunda dışsal gibi görünen risk içsel olarak kurulur.

Dünyayı çepeçevre saran risklerin tasviri için Fransız yönetmen Kassovitz’in La Haine (Protesto) filmine baktığımızda; filmin ilk sahnesindeki diyalogda ellinci kattan düşen adamın hikâyesi anlatılır. Ellinci kattan düşen bir adam her katta kendini rahatlatmak için “şimdiye kadar her şey yolunda, şimdiye kadar her şey yolunda, şimdiye kadar her şey yolunda”… Önemli olan düşüş değil, yere çarpıştır,” der. Bu doğrultuda içinde bulunduğumuz risk toplumu da ellinci kattan düşen adamın öyküsünü andırır. Çünkü gün geçtikçe riskler çoğalarak ilerler ve bu da toplumun düşüşünü hızlandırır. Risk toplumundaki birey ise şimdiye kadar “iyi gitti” deyip yaşamaya devem eder. Bu doğrultuda koronavirüs sonrası bu da “gitti” deyip olmamış gibi yaşamlarımıza geri döneceğimizi düşünüyorum hem bireysel hem toplumsal hem de kurumsal olarak. Ta ki başka bir risk ortaya çıkana kadar. Ben bu durumu yamalı bir bohçaya benzetiyorum. Başımıza gelen her riskte, bohçaya bir yama yapıştırıp yola devam ediyoruz. Ve elbet bunun sonucundaki felaket ne tesadüf ne de kaderdir. Olsa olsa matematik bilmezlik, tedbirsizliktir!

Koronavirüsten korunmak için takılan eldivenler ve maskeler riskin belirsizliğine işaret eder. Tehlikenin nereden, ne zaman geleceğini bilmiyoruz. Virüs tokalaşacağımız birinden, bir nesneden gelebileceği gibi, soluduğumuz havadan da bulaşabileceği söyleniyor. Yani çağımızın riskleri korku üreten bir belirsizlik halindedir diyebiliriz. Bu doğrultuda riskler yayıldıkça yeni riskler ortaya çıkar. Çünkü bu risk dönüşlüdür, süreklidir. Covid-19 virüsünün yeni bir virüs ortaya çıkarması veya kirli havanın yeni bir riske davetiye çıkarması gibi.

Geleneksel toplumda insanlar sadece risklerden etkilenen konumundayken, içinde bulunduğumuz risk toplumunda ise insanlar riskleri hem üreten hem de etkilenen konumundadır. Riskler, onları yaratan veya onlardan kâr elde eden sermayedarı da etkiler. Yani zenginler ve iktidar sahipleri bundan kaçamıyor. Her ne kadar zengin sınıf risklerden korunmak için adalar satın almış olsa bile: Kirli havayı tüm sınıflar solumak zorundadır.

Risk yerelde üretilse bile ulusalı aşıp küresel bir boyut halini alabildiği gibi küresel sistemleri de birbirine bağlar. Nitekim Covid-19 virüsünde böyle olmadı mı? Tüm dünyayı etkisi altına alıp neredeyse küresel bir karantina oluşturmamış mı? Bağlamdan çok uzaklaşmadan; Hariri’nin yapmış olduğu çağrı tam da bu doğrultuda; güven zeminine dayalı dünyanın küresel bir plana ve bu planı organize edecek küresel lider konumunda bir ülkenin olması gerekliliğine vurgu yapıyor.

Diğer taraftan her ne kadar her sınıfta risklerin etkisi aynı olmasa da ürettiği tehditler tüm kesimlerde kırılganlık oluşturur. Buna bağlı olarak dirençlilik seviyesi düşer ve hasar görebilirlik yükselir. Bu doğrultuda denebilir ki yoksulluk hiyerarşik bir durum iken risk toplumundaki riskler demokratiktir ve herkes bundan er ya da geç “nasibini” alacaktır. Koronavirüsün İngiltere başbakanı, Fransa kültür bakanı, Brezilya devlet başkanı, İngiltere ve İran sağlık bakan yardımcıları gibi önemli mevkilerde bulunan bürokratlara bulaştığını biliyoruz. Ama diğer bir taraftan bu virüsün eşitsizlikleri belki depremden (en çok etkilendiğimiz afet olduğu için) bile daha keskin yaşadığımız bir afet oldu.

Peki bu risklerin sorumlusu kim?

Bu soruya salt bir taraf gösterilmez elbette, çünkü üretilen sistemli risklerde bütün dünya ülkelerinin, hatta insanlarının payı vardır, kimi sınıfların daha çok olsa da. İşte bu fazlalık üretimden geliyor.  Üretimle gelen bu risk denetim ve kontrolün yetersizliğiyle katmanlaşıyor. Yani burada ortak sorumsuzluktan ve suçtan bahsedebiliriz; risk sanayide teknolojik süreçler boyunca üretiliyor, iktisadi sistemde dışsal bir maliyet halini alıyor, hukuk sistemi bunu tekilleştiriyor ve siyasi sistemce de zararları yok sayılıyor ya da önemsizleştiriliyor. En nihayetinde kolektif bir suçlulukla küreselleşerek organize bir risk halini alıyor.

En iyi risk tanımı, kamu yararını ve oy hakkı olmayanların sesini dile getirendir. Bu bakımdan belki de otların, solucanların ve elbette tüm doğanın seçme ve seçilme hakkı olsaydı daha dirençli bir toplum söz konusu olurdu. O zaman belki doğayla savaşan değil, onunla yaşamayı bilen bir toplum ortaya çıkardı. İşte o zaman bir gelecek tahayyülünde bulunup; Ronya’ya, Adele’ye, Ali’ye ve tüm dünya çocuklarına güzel bir gelecek bırakabilirdik. Ama bu haldeyken, yani bu doğayı katlediş ve riskler karşındaki tedbirsizlikle bu zor gözüküyor.

Bu bakımdan Güney Koreli kültür kuramcısı Byung Chul Han’ın virüsten sonra insani bir devrim istencini pekiştirmek niyetiyle; sermayedarları güçlendiren üretimin önüne geçmeli, risk denetimi yapılarak, üretim kontrol altına alınarak tedbirler sağlanmalı, bir bakıma yan etkilerinin ve tehlikelerinin önüne geçilmeli, dünya vatandaşlığı bağlamında risklerin tüm yaşamı tehdit ettiği bilinci kazanılmalı (kitleleri yönlendiren medya bunda öncü olmalı), toplumsal bilim ve teknoloji de kontrol altına alınmalı, güvenlik ütopyaları doğrultusunda birey merkezli düşünce ve hümanizma yerini toplum ve doğa merkezli yeni rönesansa bırakmalı!

Son söz olarak, yazının başlığını “felaket toplumuna doğru” koymamın sebebi yukarıda anlattığım risklere karşı toplumsal bir dirayet oluşmayacağına işaret ediyor. Yani riskler her gecen gün daha da etrafımızı saracaktır. Ve risk toplumunun en korkunç yanı olağanüstü halin normal duruma dönüşmesidir. Covid-19 virüsünün neden olduğu ve dünyayı diken üstünde tutan olağanüstü hal bir felaket toplumu doğurabilir mi? Yaşanan olağanüstü haller normale dönüşebilir mi? Bunu bekleyip göreceğiz ama en son kaç kişinin öldüğünü unutacak ve tedbirleri kulak arkası edecek dereceye geldiysek, felaket toplumuna doğru gidiyoruz.

“Dünya artık risk, tehdit ve kaosla çevirilidir.”


[1] Beck, U. (2011). Risk Toplumu: Başka Bir Modernliğe Doğru, İstanbul: İthaki.

[2] Giddens, A. (2000). Elimizden Kaçıp Giden Dünya, İstanbul: Alfa Yayınları.