“İstanbul’un Fethi” bağlamında 29 Mayıs günleri yapılagelen anma gösterisinin bu yılki örneğine az kaldı. Bu yıl Covid-19 tedbirleri dolayısıyla geçmiş yıllardakilerden farklı bir kutlama söz konusu olabilir. Her halükarda geçmiş kutlamaların bazı yönlerini değerlendirmenin; İstanbul’un ve Türkiye’nin kimlik muammaları hakkında bize ne öğrettiklerini düşünmenin zamanı.
***
Çocukluğumda okuduğum gazete haberlerinden bu hadiseye dair aklımda kalan en çarpıcı anı, kutlamaların doruk noktasını oluşturan, Osmanlı askeri kıyafeti giydirilmiş çok sayıda insanın eski şehrin hâlâ ayakta kalan surlarına “Allah-Allah” nidalarıyla saldırısı sahnesidir. Son yıllarda ise 29 Mayıs, günün siyasi iktidarının hizmetinde, geniş çaplı, siyasi miting kimlikli bir gövde gösterisi haline geldi.
Bu durumda insanın aklına şöyle sorular geliyor: bu ilkokul müsameresinden bozma şenliklerin ötesinde[1], İstanbullu şehrinin tarihini ana hatlarıyla kafasında nasıl şekillendirmeli ve 29 Mayıs’ı bunun içerisinde nereye oturtmalıdır? Bu tarih, bazı Helenistlerin veya Bizantinistlerin de üzerinde ısrar ettiği gibi, topyekûn bir “son” mu teşkil eder? Sadece bir “başlangıç” mıdır? Yahut, ikisinden de farklı bir şey midir? Ve hatta, bu soruların cevaplarının şöyle veya böyle olmasının günümüz İstanbullusu için herhangi bir önemi var mıdır?
Bitemeyen zaferler
Sıradan bir Fransız Galya Savaşı’nı (MÖ 58 – 50) düşündüğünde, biraz da Fransız resmî tarih ideolojisinin de etkisiyle, kendini Galyalıların tarafında hissedebilir ve hatta Asteriks çizgi romanından “bildiği” sahnenin ilhamıyla yenik Galyalı şef Versenjetoriks’in farz edilen mağrurca teslim oluş seklinden dahi gurur duyabilir.[2] Ama aynı zamanda kendini bir ölçüde Sezar’la ve Roma’yla da özdeşleştirir. O Roma fütuhatının sonuçları, Roma yollarından şehirleşmeye, şarap kültüründen Latinceye, zaman içerisinde Galya’ya kazandırdığı medeniyet unsurları hakkında fikir sahibidir. Yani, Galya Savaşı’nı izleyen dönemi dışlamaz. Ondan önceki dönemi de zaten kendi tarihinin ayrılmaz, yadsınamaz bir parçası olarak kabul eder. Bir bakıma, bugünün Fransız’ı Galya Savaşı’nda “cephenin” iki tarafında da çarpışmıştır.
Günümüz Türk’ü ise Malazgirt (1071), Miryokefalon (1176) veya İstanbul (1453) gibi muharebeleri düşündüğünde ezici çoğunluğuyla kendini o muharebelerin sadece bir tarafında görür. Ve hatta bazı fanatik uçlar o muharebelerden âdeta hâlâ devam ediyormuş gibi bahsederler. Bu zaferleri anma amacıyla düzenlenen törenlerin hücum sahneleri içeren “müsamere” yönü biraz da bu savaşların kafaların içinde bitmemiş olmasındandır.
İki bileşeni de bolca hayal mahsulü “Türk-İslâm Sentezi” ideolojisinin resmî kimlik olarak empoze edilmeye çalışıldığı bir dönemde bazı tarihsel anma olaylarının bu şekli alması kaçınılmaz ve pek de fazla önemi olmayan bir durum olarak görülebilir. (“Ona gelinceye kadar daha ne sorunlar var!”) Fakat, bu ahvalin İstanbullu için kabul edilir olmaması gerekir.
Kültürel derbederlik
Günümüz Türkiye’sinin mimari uyum ve kent düzeni açısından derbederliği malum. Ülkede hakim kanı tarihten bize ulaşmış yapıların, özellikle, çeşmeler, konaklar, mescitler gibi sayıca çok ama kent dokusu açısından önemli küçük tarihî eserlerin birbiri ardından ilgisizliğe ve tahribata mahkûm olduğu, yahut etraflarına dikilen ilgisiz mimari örneklerle güzelliklerinin kaybolduğu yönünde. Bazen de bunların bazılarının kahredici bir duyarsızlıkla çarpık “restorasyonlarından” yakınılır. Türkiye’nin bu bitmek bilmeyen kültürel harakiri çabalarının derli toplu bir açıklamaya ihtiyaç var.
Çoğunlukla zikredilen “Efendim, göçebe toplum!” argümanı tamamen yetersizdir. Bir defa göçebenin oldukça hassas bir estetik anlayışı olduğu ileri sürülebilir. Göçebe kökenlerine birkaç nesilden fazla uzak olmadıkları bir devirde Selçuklu Türklerinin yahut Moğol asıllı Timurilerin siyasi liderliğinde oluşan imparatorluklardan geriye kalan eserlerin zarafeti, külliyelerinin sanatsal tutarlılığı bugün hâlâ gözlenebiliyor. Sonra, Anadolu’ya göç akınının –İran devletinin kendini toparlaması ve âdeta “kapıyı kapaması” ile birlikte– 16. yüzyılda kesilmesinden beri yarım bin yıl geçti. Ve hatta, Avrupalıların çizdiği gravürlerde gördüğümüz kadarıyla, Osmanlı toplumunun klasik çağında (17. – 18. yüzyıl) özellikle İstanbul’a hakim yerleşim düzeninin inceliği, kendi içinde uyumu göçebe kökenlerine daha yakın oldukları bir dönemde mümkün olabilmiş. Dolayısıyla, bu işin içinde göçebelikten ziyade çok daha yakın bir tarihte Türk toplumun kafasına yediği bir “kültürel” balyoz darbesi olsa gerek.
Türkiye’nin esas kültürel (ve kimliksel) tutarlılık sorunu, bugünkü terkibini oluşturan “hammaddenin” yalnızca bazı unsurlarının farkında olmasıdır. Her Osmanlı hükümdarının türbesi bellidir. Ama bin yıldan fazla İstanbul’da hüküm sürmüş, sayıları doksana yakın Roma (isterseniz Bizans da diyebilirsiniz) imparatorunun bir tanesinin dahi o şehirde bilinen mezarı yoktur.[3] Günümüz Türkiye’sinde hakim “biz içimizde yaşayan diğer dinlere, milletlere karşı şöyle merhametliydik, böyle tolerans gösterdik” övünmesinin arkasında yatan gerçek, yaygın bir ilgisizlik veya fanatik bir dışlamadır. Bu dışlama en kesif biçimde, Türk/İslâm/Osmanlı öğelerinden sonra bugünün kültürel birikimi içerisinde en önemli yeri işgal eden Grek/Roma/Bizans topyekûn mirasına yöneliktir. Fakat sırf bununla da sınırlı kalmaz.
Geçmişe daldığımız vakit, Roma ve Grek katmanlarının hemen altında veya yanında yatan, Lidya’sından Karya’sına, Friglerinden Urartularına kadar bugünün “biz”ine atalık eden pek çok kimlik katmanıyla günümüz Türk’ü 1980’lerden itibaren turizmden para kazanma derdiyle ve yüzeysel şekilde ilgilenmiştir.[4] Son yüzyıl boyunca başına darp edilen –Pantürkizm’den Grek unsurundan arındırılmış bir “Anadolu” medeniyeti arayışına– resmî tarih ideolojileri de bu “tarih talanına” yardım etmiştir. İstanbul’un bazı mahallelerine “Etiler”[5] veya Akatlar[6], yahut tarihçilikle alakasız bir devlet bankasına “Sümer” ismini vermek, ne yazık ki günümüz Türk’ünün kendini oluşturan tarihsel birikime vâkıf olmasını sağlayamamıştır.[7]
Toplumun devlet ve –Pantürkist’inden Kemalist’ine, İslâmcısından “Anadolucusuna”– tüm elit[8] tabakalarının önderliğinde kendine empoze ettiği bu tarihsel ve kimliksel fukaralık aslında tüm Türkiye’nin sorunudur. Ama bu hastalığın en akut, en acı verici olduğu yer İstanbul’dur. Aynı zamanda buna merhem olacak ilaç hammaddesinin de en bol bulunduğu mekândır İstanbul. Hem tarihî eser, isim ve küçük çaplı harabe bolluğuyla, hem de Türkiye’de sanat, kültür, bilim ve –halâ biraz kaldığını umut ettiğimiz– denize nazır şehirlere özgü hürriyet ve macera arayışının da en yoğun olduğu yerdir. Dolayısıyla, tedavinin bu şehirden başlaması gerekir.
Bir teklif: İstanbul Günleri
İstanbul’un kültür ve kimlik yaratıcı bir merkez ve lider şehir olarak ne ifade ettiğinin her şeyden önce İstanbullunun iyi bilmesi gerekir ve bu şehrin tarihinin nerede, nasıl başladığı, ne mertebelerden geçtiği, ne badireler atlattığı konusunda yeni bir şuura ihtiyacı vardır.
Bu çerçevede 29 Mayıs günü haldır haldır, zaten harap durumdaki surlara saldırmaktan ve nutuk atmaktan ibaret trajikomik aktivitelere hemen son verip, sergilerden konserlere, konferanslardan yayınlara uzanan, zihin açıcı, düşündürücü, bilgilendirici unsurlar içeren geniş çaplı, İstanbul Festivali gibi bir etkinlik silsilesi (yahut şöleni veya sempozyumu) düzenlenebilir. Bu etkinlikler bir metropol olarak İstanbul tarihinin tamamını aydınlatmalıdır. Buna şimdilik, ve daha çarpıcı bir isim buluncaya kadar İstanbul Günleri diyelim.
Bu inisiyatifin esas amacını vurgulamak için bu “İstanbul Günleri” 11 Mayıs günü başlamalı ve 29 Mayıs günü dingin bir törenle sona ermelidir. Neden 11 Mayıs? Acaba bu tarihin ne ifade ettiğini kaç İstanbullu duydu bugüne kadar?
Rumî (yahut Frenkçesiyle Jülyen Takvime göre), 11 Mayıs MS 330 günü tarihçiler tarafından Roma İmparatoru I. (Büyük) Konstantin’in bugün İstanbul dediğimiz şehrin bir devlet merkezi olarak kutsanması vesilesiyle düzenlediği büyük törenler silsilesinin doruk noktası olarak bilinir. O tarihten sonra da şehrin “doğum günü” olarak hatırlanmıştır[9] (bkz. ek tablo).
O tarihte, bin yıldan beri aynı mekânı işgal eden, Greklerin Vizantion, daha sonra Latinlerin Byzantium –ve Fransızların Bizans– adını verdiği eski şehir, Konstantin’in bizzat 324 yılında verdiği direktifle, bir başkent olmaya layık şekilde yeniden imar edilmektedir, çünkü daha evvelki yüzyılda birkaç defa yağmalanmış ve harabeye dönmüştür. Zaten eski Bizans, her ne kadar Ege Denizi’yle Karadeniz arasındaki trafiğe hakimiyeti sayesinde en az MÖ 5. asırdan beri az buçuk önemli bir yerel merkez olmuş olsa da hiçbir zaman bir metropolis olmamıştır. Yani, İstanbul’u dünya çapında bir merkez olma yönüne sokan ivme 11 Mayıs 330’da verilmiştir.
İstanbullu bu tarihi kafasına yerleştirebilirse, hem bin yıllık Roma (yahut Bizans) İstanbul’una bir nebze daha ilgi göstermeye başlar, hem de Osmanlı İstanbul’unu daha iyi anlamaya başlar. Çünkü ikincisi birincisininkine benzer bir işi başarmaya çalışmıştır. “Bizans-Osmanlı” veya “Roma-Osmanlı devamlılığı hakikaten var mıdır?” diye sorana teklifim, duru bir bahar sabahı Sultanahmet’te Kabasakal Caddesi’ne gidip, onun orta noktasından Ayasofya’nın güneybatı yamacını bir süre zihnine nakşetmesi, sonra 180 derece dönüp, ondan 1.100 sene sonra inşa edilmiş Sultanahmet Camii’ne bakmasıdır. Tekrar dönüp Ayasofya’ya baktığında devamlılığın bir bakıma iki yönlü olduğunu da hissedebilir.[10]
Özetle, teklif ettiğimiz inisiyatif, İstanbul’la bir gönül ilişkisi olan, İstanbul’u merak eden, yahut sadece İstanbul’da yaşayan insanların, bu şehrin tüm mirası ve onun bugünün ve yarınının güzellikleri ve faydalarıyla ilişkisini tasarlayacağı bir dizi etkinlik içermelidir.
Devlet ideolojisinden ayrı, güç arayışından farklı bir çaba
Fakat bir faydası olması için böyle bir inisiyatifin merkezî devlet dışı çevreler ve kurumlar tarafından yönlendirilmesi gerekir –özellikle günümüz şartlarında.
Dünyanın her yerinde devletler şu veya bu ölçüde, milli kimlik yaratma çabasıyla tarihi ve toplumsal kimliği sınırlar yahut ona eklemeler yapar. Türkiye’de bu çaba modernleşme devrinin başından beri had safhada olmuştur. Yukarıda bahsettiğimiz “müsamere tarih” sadece mevcut iktidarın yahut rejimin icadı değil. Ülkeye İttihat ve Terakkî’den beri yön veren tüm ideolojiler ve siyasi “elitler” uyduruk bir tarih empoze etmeye çalışmışlardır. Bir vakitlerin Güneş Dil Teorisi’nden –bir nevi, “tarihte kayda değer her devlet veya oluşumun arkasında Türker yatıyordu” ideolojisi– günümüzün yeniden yazılan (muhteşem derecede hayal mahsulü) Osmanlı tarihine kadar.
Bu teklif kaçınılmaz şekilde bir milliyetçi itiraza maruz kalacaktır. “Olur mu canım? Onlar (Grekler, Rumlar, Hıristiyanlar, genelde Batılılar) zaten bizim kuyumuzu kazmaya çalışıyorlar. Biz taviz verip onların bizdeki mirasını kabul edersek, gelip her şeyi elimizden alırlar. Bu teklif ettiğiniz Haçlı Seferi’ne davettir!” diyeceklerdir.
Bir asrı aşkın süreden beri Türk milliyetçiliği ve genelde Türk kimlik inşası çabası, Türkiye’nin kimlik zenginliğini bir zaaf olarak görmüş ve çareyi inkârda aramıştır. “Bizi biz yapan ögelerin ‘yabancılarla’ ilintili kısımlarını inkâr edersek, hatta yok edersek daha güçlü oluruz” seklinde çarpık bir mantık yatar Türk devletinin kimlik siyasetinin altında. Dolayısıyla, devlet, resmiyet ve “güç” ile sarmaş dolaş çevrelerde Roma’dan, Bizans’tan bahsetmek âdeta “vatana ihanet” olarak algılanacaktır. Hele hele, Konstantin’den dem vurmak! Hıristiyanlığı kabul eden (yahut ettiği varsayılan) ilk Roma İmparatoru![11]
Kendini inkâr kültürel dağınıklığın temel nedeni
Ve fakat bu inkâr yukarıda altını çizdiğimiz kültürel derbederlikle de doğrudan ilintilidir. Yani, geçmişe sahip çıkma konusunda bahsettiğimiz iki temel sorun –birincisi, örneğin eski İstanbul’un hipodromunun Sfendon[12] denen güneybatı ucunu teşkil eden o muazzam yapının harabeden öte bir rezalet şeklinde tutulması, yahut dünya manevi tarihine o kadar önemli etkisi bulunmuş bir Studios Manastırı’nın[13] duvarlar arkasında saklı, bilinmeyen anılmayan bir yer olarak kalması; ikincisi, “özbeöz Türk’ün” kendi mahallesinde “baba yadigârı” olarak gördüğünü zannettiği asırlık Osmanlı eseri çeşmenin içler acısı harap hali– aynı inkârın tezahürleri, esasen geçmişle olan aynı çarpık ilişkinin sonuçlarıdır.
Dolayısıyla, teklif ettiğimiz iş olacaksa, tarihin tamamıyla yüzleşme ve barışmayla olacaktır. (Tarihle, geçmişle barışmaktan bahsediyoruz –varsa günümüzde mevcut hasımlara gardımızı indirelim demiyoruz.) Fakat, milliyetçilik ve popülizmin had safhada makbul hale geldiği günümüzde bu iş merkeziyetçi, vesayetçi, toplum mühendisliği alanında uzmanlaşmış bir devletin güdümüyle olacak iş değildir.
Teklif ettiğimiz etkinlikler silsilesi bir şekilde –en azından merkezî devletten mümkün mertebe bağımsız– düşünür, yazar çizer, tarihçi ve sanatkâr yahut sanat yöneticileri tarafından tasarlanıp harekete geçirilmelidir. Müspet olabildiği ölçüde, yerel yönetimin katkısı tabii ki faydalı olabilir.
Daha hür bir Türkiye’ye ışık tutacak İstanbul kimliğine doğru bir adım
İlk bakışta sanki “Türkiye’nin İstanbul adında bir şehri var” gibi gelebilir. Düşünüldüğünde ise “İstanbul’un bir araya getirdiği, Türkiye adında bir ülke var” demek tarihsel açıdan daha doğru bir gözlem olur. Evet, bugün Türkiye’nin siyasi merkezi Ankara’dadır. Ama bu, zor bir tarihsel dönemecin şartlarında “İstanbul öyle uygun gördüğü” için öyle olmuştur. Bir şehir olarak Ankara kendi imkânlarıyla serpilip, büyüyüp önderliğini kabul ettirdiği için değil.[14]
Yakın dönemde siyasetçiler Türkiye’ye hakim olmak için İstanbul’u siyaseten “fethetmenin” önemini vurgulamışlardır. Şehrin son yerel seçimlerinde muhalefet verdiği mücadele de bu bilince vâkıftı.
Eğer Türkiye’nin çok uzak olmayan bir gelecekte kendisiyle, özellikle kimlik zenginliğiyle barışık bir ülke olması arzu ediliyorsa, bugün bu mücadelenin İstanbul’dan başlaması mevcut en gerçekçi senaryodur. Yani, teklif edilen proje basit bir kutlama hadisesinin ıslahından çok öte bir gayenin ilk adımı olarak görülebilir.
Ve İstanbul’un bir kez daha Türkiye’ye yön vermesi doğru olur. Türkiye’ye hükmetmek için İstanbul’un verimliliğini ve yaratıcılığını kullanan tahakkümcü bir devlet ve idare anlayışına karşı mücadelenin İstanbul’dan başlaması, yahut zaten başlamışsa kültürel, düşünsel düzeyde İstanbul’da daha da ikna edici bir düzeye çıkması güzel olur.
Bu yazı naif bir Liberalin rüyası olarak algılanabilir. Ama uzun zamandan beri kimliği “gerçekçi” zorba ideolojiler tarafından itilip kakılan İstanbullular belki biraz Liberalleri dinleme ihtiyacında. Umarım bu hayal gerçek olur ve çok uzak olmayan bir Mayıs ayında İstanbullular şehirlerinin tarihî ve kültürel birikimini tümüyle ve hakikatle fethetme fırsatına kavuşurlar.
EK BİLGİLER
Bir büyük devlet başkenti olarak İstanbul’un önemli tarihleri: 11 Mayıs 330 (Jülyen/Rûmî Takvime göre): Bir Roma başkenti olarak kutsanma (bir bakıma şehrin doğum günü) 6–13 Nisan 1204 (Jülyen/Rûmî): Dördüncü Haçlı Seferi; işgal ve yağmalanma; akabinde küçük devletlere başkentlik 29 Mayıs 1453 (Jülyen/Rûmî): Osmanlı fethi ve yağmalanma; akabinde tekrar imparatorluk başkentliği[15] 23 Nisan 1920 (Gregoryen Takvime göre): Türk parlamentosunun Ankara’ya taşınması; nesnel olarak başkentlikten çıkış Günümüz ve geleceğe bakış: 23 Nisan 2020: Milli Mücadele’nin siyaseten başlangıcının 100. yılı 29 Ekim 2023: Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılı 2024 Sonbaharı: Büyük Konstantin’in İstanbul’un yeniden imarı yönünde kararının 1700. yılı Bu vesileyle İstanbul’da bir “Büyük Konstantin Anıtı” ve hatta “Bizans” dönemine ağırlık veren bir “Roma Türkiye’si Müzesi”nin ihdas edilmesi düşünülmelidir. 11 Mayıs 2030: İstanbul’un 1700. doğum günü |
[1] Bu “okul müsameresi” özelliği başka muharrirler tarafından da gözlenmiş: Jülide Ergüder “Geç kalmış bir 29 Mayıs yazısı”, Hürriyet, 16 Haziran 2000, https://www.hurriyet.com.tr/gundem/gec-kalmis-bir-29-mayis-yazisi-titre-gunes-yeryuzu-agla-cunku-sehir-fethedildi-kimler-denemedi-ki-dariuslar-iskenderler-sezarlar-tum-antik-38200602.
[2] Çizgi romanın o sahnesinde esir Versenjetoriks silahlarını Sezar’ın ayağına atar. (http://img.over-blog-kiwi.com/1/48/43/10/20150305/ob_537cfa_vercin.jpg)
[3] İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin bahçesinde bulunan dört kadar, devasa ve çok kıymetli mor (Rumcasıyla porfiri) mermerden lahdin imparatorlara ait olduğu söylenir. Ama orada dahi hangi lahdin kimin olduğuna dair bir bilgi yoktur. Ve zaten bunlar bir vakitler yaşamış ve önemli işler yapmış büyük insanların “son istirahat” mekânı olarak addedilmezler. Tabii, bu derin ihmalin faturası sadece günümüz Türklerine çıkartılmamalı. En az 1204 yağmasından beri İstanbul’a hakim olan her millet ve kimlik o hatırayı biraz daha ihmal etmiştir.
[4] Ama bunların arasında Ermenistan yahut antik Armenia unsurunu büyük bir pişkinlikle haritalarından silmeyi, inkâr etmeyi de ihmal etmemiştir. İonya veya Pontus’un da pek lafı edilmez.
[5] Hesapta Hititler öncesi aynı araziye adını vermiş halk veya kimlik olan Hatti’nin Türkçesi.
[6] Mezopotamya’da hüküm sürmüş ve cihan-âlemin Akkad adını verdiği bir kimliğin Türkçesi.
[7] Buna karşın, bugün İstanbul’da “Ermeniler” diye bir mahalle adı olması düşünülemez ve herhalde teklif dahi edilemez.
[8] Başka seçenek bulamadığımız için kullandığımız ve genelde ne kastettiği anlaşılan bir tabir. Fransızcada élire, yani seçmek fiilinden gelen “elit” genelde kimsenin seçmediği ama kendiliğinden milletlerin başına çöken insan gruplarına atfen kullanılan bir terim.
[9] Bu konuda en dikkatli incelemelerden biri için bkz. Gilbert Dagron (1974) La naissance d’une capitale (Bir başkentin doğuşu), Paris: Presses Universitaires de France, s. 29–42, özellikle s. 37. Bulabildiğim kadarıyla Konstantinopolis Hipodromu isimli eseri Türkçeye tercüme edilmiş (Sel Yayıncılık, https://www.selyayincilik.com/kitap/konstantinopolis-hipodromu-oyunlar-halk-ve-politika-964), ama bahsettiğimiz eseri edilmemiş.
[10] Zaman akımına “ters” yöndeki etki öncelikle Türlerin Ayasofya’ya eklediği minarelerden gelir. Bazı Hıristiyan yahut Helenist fanatikler her ne kadar o yapının minarelerden arındırılmış resimlerini paylaşmayı meziyet olarak görseler de, o “seçmece tarih” müptelaları da çoğunlukla Ayasofya’nın önünde bulunan Türk yapısı türbeleri ve hatta kubbenin yıkılmasını önlemek için Osmanlı döneminde eklenmiş payandaları silmeyi unuturlar.
[11] Zaten günümüz Türk’ünün hem kendi ülkesinin geçmiş birikimiyle, hem civar milletlerle, hem de Batı ile çetrefil, bunalımlı ilişkilerinin temelinde yatan ve çözümü en zor etmen din farklılarının yol açtığı husumet olsa gerek (Müslüman–Hıristiyan, dindar–laik zıtlaşmaları gibi). Buna çare ancak dinin siyasetin orta yerinden birazcık uzaklaştırılmasıyla (yani hakiki laiklikle) olur. Ama bu çok-yönlü ve zor bir konu. Onu başka bir yazıya bırakmak zorundayız.
[12] 4. asırdan kalan, Hipodrom’un güneybatı ucunu oluşturan bu dev yapı daha “Bizans” döneminde bozulmuş, zedelenmiş ve içi doldurulmuştur. Yakın tarihte bugün Marmara Üniversitesi Rektörlüğü’nün de aralarında bulunduğu bir dizi yapı gelip üzerine “tüy dikmiştir”. (Yani onları taşıyacak kadar dev bir yapıdan bahsediyoruz.) Restore edilmesi söz konusu olamaz, yahut astarı yüzünden pahalıya gelir. Fakat bir şekilde görünür, bilinir hale getirilip İstanbullunun farkında olduğu bir yapı haline getirilirse ne muazzam bir eser olduğu anlaşılır.
[13] Yedikule yakınlarında bulunan, bir dönem İmrahor Camii olmuş, ama bugün –çatısı dahi olmadığı için– hiçbir dine faydası olamayan yapı.
[14] Bu meyanda düşündürücü bir istatistik: Kurtuluş Savaşı’nda tugay ve daha büyük askerî birliklere komuta eden (albay ve üzeri) yüz Türk subayından 35’i İstanbul, biri günümüz Türk Trakya’sı, 25’i bugün Türkiye dışında kalan Balkan toprakları, 35 ise Anadolu doğumludur. (Kalan dördü ise keza Türkiye dışında kalan Kafkasya ve Ortadoğu doğumludur.) Ama hiçbiri Ankara doğumlu değildir. T.C. Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Yayınları (1972) Türk İstiklâl Harbine Katılan Tümen ve Daha Üst Kademlerdeki Komutanların Biyografileri, Genelkurmay Başkanlığı Basımevi, Ankara.
[15] Pratikte Edirne Sarayı bir süre daha bazı sultanların zaman zaman tercih ettiği mekân olmuştur. Ancak devlet işlerinde sürekliliği sağlayan merkezî devlet erkânı esas itibarıyla bu dönemden itibaren İstanbullu olmuştur.