Nasıl olur da bugün itibarıyla dünya genelinde yaklaşık dört milyon insanı hastalandıran, üç yüz bin kişiyi öldüren bir hastalık hakkındaki bir yazının başlığını “kazanımlar” diye koyabilirsiniz, diye sormayın bana.
Yok yok... yaşlı ve bakım ihtiyacı olan insanların ölümlerinin ulus-devletlerin ekonomisine katkı sağlayacağını iddia eden katışıksız bir mide bulandıran (neo)liberal falan da değilim.
Aksine mahşerin dördüncü atlısının tarih boyunca yaşamın gidişine etki ettiğini bilecek kadar tarih koklamış birisiyim. Dahası yazıp çizdiklerinden çok şey öğrendiğim ve bu vesileyle üzerimde hakkı olan tıp tarihçisi sevgili Fatih Artvinli’nin “insanlığın ve dünyanın tarihi salgın hastalıklar üzerinden yazılabilir” diyen sözlerini işitmiş birisiyim.
Hiç kuşku yok ki Peloponez Savaşı sırasında yaşanan veba salgınının yol açtığı ölümler nedeniyle nüfusu azalan Atina’nın yurttaşlık şartlarını esnetmesi, Roma’daki kızamık salgınından duçar olan hastalara pagan din adamlarının sırtlarını dönerken Hıristiyan yardımseverliğinin onlara ulaşarak yeni bir inancın yükselişi, İskenderiye’den Konstantinopolis’e gelen ve günde on bine yakın insanın ölümüne yol açıp imparatorluğun yıkılma nedenlerinden birisini oluşturan Justinianus veba salgını, Ortaçağ’da Kıta Avrupa’sını kasıp kavuran “kara ölüm” vebanın pençesine düşen insanların tarihsel köklerine inat Hıristiyan din adamlarından yeterli ilgi görmemesi nedeniyle kilise ve Tanrı düşüncesinin sorgulanması, bu kapsamda akla gelen ilk örneklerdir.
Dünya tarihi ne de olsa biraz veba, biraz kolera, biraz grip tarihidir. Biraz cüzzam, veba, çiçek tarihi. Ya da başka bir ifadeyle sürgün, karantina, aşılama tarihi.
Mahşerin Dört Atlısı
Son kertede mahşerin dört atlısıdır tarihe hükmünü nakşeden. Biliriz ki ilki beyaz at üzerinde oturup yay tutan taçlıdır. Kimisine göre iktidardır bu atlı. Kimisine göre Tanrı. Bugünlerde ise galiba herkes için sağlık...
İkincisi kızıl kılıç taşıyan savaştır.
Üçüncüsü elindeki terazi ile refah kadar kıtlığa ve de günümüz dünyasında her alanda var olan eşitsizliğe dikkat çeken siyah atlıdır.
İşte şimdi dördüncüsüne tanık oluyoruz hep birlikte: soluk ve renksiz bir ata binmiş veba. Ya da SARS-CoV-2. Ya da kısaca ölüm...
Aslında dördüncüsü, kızıl kılıç taşıyandan daha fazla ölüm getirmiştir insanlığa. Kitaplar bu topraklarda kızıl kılıç atlının 1915-1918 yılları arasında kırk dört bin kişiyi hastaneye mahkûm ettiğini yazar. Oysa aynı dönemde dördüncüsünün neden olduğu hastane yatışları beş yüz bini aşmıştır. Tıpkı bugünlerde ABD’de yaşanan COVID-19 salgınına bağlı ölümlerin Vietnam Savaşı’ndaki kayıpların sayısını geçtiği gibi.
Her ne olursa olsun dördüncü atlı tarihi sarsar, sarsılmaz taşları yerinden oynatır, kimisini yıkar ve yerine başka yapıların inşa edilmesini sağlar.
Bugün itibarıyla makro iktidarların COVID-19’dan nasıl etkileneceği bir muamma. Kimisine göre yapılan Çin güzellemeleri, yeni bir otoriter devlet yapılanmasının hayatımıza zuhur etmesine neden olacakmış –sanki bu topraklardaki yeterince otoriter değilmiş gibi. Kimisine göre ise COVID-19 bir milatmış: Dayanışmanın, tek bir dünyanın, hayvanları ve doğayı da kapsamına alan tek bir sağlığın miladı.
Yaklaşık yarım asırlık hayatımda çok “milat” gördüm milat olmayan. Belki de toplumsal dönüşümlerin böylesi milatlarla olmadığını görüp, toplumun kılcallarına yayılmış mikro iktidarların nüvesinde aramak gereklidir makro politikayı.
Hastanede COVID-19
Tıp fakültesini tahsil ettiğim yıllarda herkes cerrah olmak isterdi. Neşterin teni keserek insanın içini açıp bakmasının, bulduğu hastalığı kesip çıkarıp çöpe atmasının tarifi yoktu ne de olsa. Tanrının el verdiği, ruhlarına soluk üflediği bir varoluştu cerrahlık. Cerrahi stajlardaki hasta vizitleri, öğrenci fırçaları, ameliyatlarda masanın altından atılan tekmeler anlatılırdı dilden dile. Sonralarda özelleşen hastanelerin yıldızları da onlar oldu hep. Ne de olsa dönüşen sağlıkta para demekti neşter.
Aslında çok önceleri tıp doktoru bile sayılmazlardı. Berberdiler son kertede. Ama yatak yanı tıptan hastane tıbbına geçince açılmıştı şansları. Evde, kendi yatağında, ailesi ve etrafıyla hastayı değerlendirmek tarih olunca, şans cerrahlardan yana gülmüştü. Tetkikler ve filmler çağında asıl olan bıçağın keskinliğiydi. Bıçak, dile ve dinlemeye boyun eğdirmişti.
Gelin görün ki COVID-19’a bıçağın hükmü geçmedi. Mikroskopik bir virüsü kesemedi o bıçak. İnsanın içini açıp bakmak derde deva olmadı. Aksine tıp pratiğinde unutulmaya yüz tutanlar önemli hale geldi. Dinlemek hastayı, öyküsünü almak, eşi dostuyla teması sorgulamak, gittiği gördüğü yerleri öğrenmek hastalığın tanısını büyük oranda koydurur oldu. Sonrasında hastanın başka dertleri olup olmadığını bilmek, yaşına ve ilacına dikkat etmek kritik hale geldi. Ne de olsa SARS-CoV-2 bıçak marifetiyle kesip atılacak bir dert değildi.
O nedenle, hele ki çoktandır ticarethane haline gelmiş özel hastanelerde bir köşeye atılan göğüs ve enfeksiyon uzmanlık alanları kıymete bindi.
Ciğerin ak olanı, kapı komşusu kalbe kıyasla hiçbir zaman çok para etmedi COVID-19 öncesi sağlık ortamında. Koronor stentler ve by-pass cerrahilerin gölgesinde hep boynu bükük kaldı. Ama gelin görün ki mikroskopik bir canlı nefes almanın önemini ve vazgeçilmezliğini kanıtladı.
COVID-19 dünyasında dünün değersiz ciğeri ölüm ya da yaşamı belirliyordu.
Sonra İstanbul şehrinin yıldız bir hastane zincirinde yaşanan salgının COVID hastalarının yattığı odayı temizleyen taşeron işçiye verilmeyen maskeden çıktığı anlaşılınca kabul edildi sağlığın bir ekip hizmeti olduğu. Dünün “yıldız” hekimlerinin tek başına bir anlamı olmadığı. Hekimi, hemşiresi, laborantı, teknisyeni, güvenlik görevlisi ve elbette yerleri temizleyen taşeron işçisi ile bütünlüğün ancak sağlandığı.
Sonra büyük hastaneler, akıllı binalar, klimatize ortamlar, son teknolojiler sağlığın değil, hastalığın kaynağı oldu birdenbire. Yurttaş, tıpkı tarihte olduğu gibi hastalanmamak için gelmedi hastanelere. Fark etti sağlık denilen hikmetin el yıkamak gibi bedava ve çok basit bir uygulamada saklı olduğunu. Maskesi sayesinde öğrendi kendisinin ötekini, ötekinin de kendisini koruduğunu. Toplum denilen kavramın tek tek bireylerden oluşmadığını. Karşılıklı dayanışmanın toplumu oluşturduğunu.
Bilmek ve Bildirmek
Ne garip COVID-19’a yol açan o küçücük mikrop, televizyondaki kelle paçacıları ve bir de Türk genetikçileri ve elbette sülükçü/muskacıları tarihin sahnesinden sildi. Ne dayanıksızlarmış. Ne biçarelermiş. Ne zavallılarmış. Gözle görülmeyecek ve canlı olup olmadığı bile tartışmalı bir virüs yok etti tümünü.
Yazılı ve görsel basın çevirdi neon ışıklarını bilgiye ve bilim insanlarına. “Ben öyle düşünüyorum” yollu ifadeler, kanıt var/yok biçiminde değişti. Bilimsel araştırmalar gözde oldu. Medya programcıları bilimsel tıp dergilerini keşfetti. Sahiden ve esastan olmasa da satır arasında özeleştiri verdi.
Düne kadar kapılarının çalınmadığı bilim insanları yetişemez oldu gelen medya tekliflerine. Kimisinin neon ışıklar altında kamaştı gözleri, kiminin sözleri bilimin teknisist kulvarında kaldı. Ama olsun, yine de bu bir devrimdi. Bilmenin, anlamanın, okumanın, dirsek çürütmenin, araştırmanın, bilmemenin ama merak etmenin yeniden önem kazandığı bir devrimdi.
Şimdi sıra bildirenlerin de bilme çabasına devam etmesinde. Tıbbın biyolojiye indirgenemeyeceğinin, hayatın ne eve ne de tıbba sıkıştırılamayacağının idrak edilmesinde. Tıbbın koca bir sosyal bilim nehrinin küçük bir kolu olduğunun fark edilmesinde. Sosyolojiden antropolojiye, ekonomiden felsefeye kadar uzanan bir dolu çizgiyle yeniden buluşulmasında. Bilmenin tahakküme dönmemesi ve yaşamın kaba bir pozitivist bakışa indirgenmemesi için bilmek ve seküler bir teolog gibi bildirmekten ziyade bilme merakının ve yanıttan çok soruların öneminin fark edilmesinde...
Nasıl ki Ortaçağ’da yaşanan veba salgını anlamayı, aydınlanmayı ve yanıtların doğada olduğunun kabul edilmesini var ederek, yeni bir tıp paradigmasını şekillendirdiyse; nasıl ki Osmanlı’nın başkenti İstanbul’da yaşanan kolera salgını karantina müessesini oluşturarak modern halk sağlığının temelini attıysa; COVID-19 da epidemi ve pandemilerin neoliberal tıp çerçevesine sığmadığını göstermeli ve “yatak yanı” tıptan “hastane tıbbı”na evrilmiş paradigmayı toplumla buluşturabilmeyi ve onu kâr hırsından soyabilmeyi başarmalıdır.
Aksi halde ölüm bir adım ötemizde.