2020’nin ilk aylarında Çin’den gelen salgın haberleri Sağlık Bakanlığı’nın koridorlarında yankılandı. Yakın zaman önce bizzat üyeler tarafından “danışma” olduğunun altı özenle çizilen Bilim Kurulu’nun oluşumu söz konusu yansımanın en somut karşılığı idi.
Ancak gelin görün ki büyük ve güçlü devletlü zihniyet, salgının dünyaya yayılmasına paralel olarak uygulamaya koyduğu uçuş kısıtlamalarının olumlu etkisini fazlasıyla abarttı ve Türkiye’yi bu salgının dışında tutabileceğini öngördü –pek muhtemelen. Aslında İran düştükten sonra bu öngörünün temenni bile olamayacağı gören gözler için aşikârdı. Ama heyhat iktidar kör eder gözleri. Mutlak iktidar mutlak kör eder...
İşte bu körlük nedeniyle iç savaş nedeniyle yıkılmış Suriye’yi saymazsak dört bir yanımız hasta kaynarken biz aldığımız önlemlerle gurur duyuyorduk bir zamanlar. “Etkili önlemler sayesinde bugüne kadar dünyanın her bölgesinde hastalık görülmesine rağmen, Türkiye’de bu hastalığa rastlanmadığını” ifade ediyordu devletimiz bizzat Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın ağzından.
O günlerde her şey fazlasıyla iyi gidiyordu. Herkes pembe gözlüklerle verileri yorumluyordu. Yaşanan bu “görme kusuru” nedeniyle Şubat ayında İran ve İtalya’da Covid-19 hastalarının saptanmasına rağmen bu ülkelerden Türkiye’ye turist olarak gelen insanlar hiç kimsede kaygıya yol açmıyordu. Gazeteler, Şubat ayında Türkiye’yi ziyaret eden turist sayısının bir yıl öncesinin aynı ayına göre yüzde 3,8 artarak 1 milyon 733 bine yükselmesini gururla yazıyordu. Hatta hastalığın görüldüğü İran’dan 97 bin 547, İtalya’dan 17 bin 305 ve Çin’den 5 bin 644 kişinin turist olarak ağırlıkla İstanbul’a gelmesi dahi ülke genelinde yaprak kımıldatmıyordu.
Çünkü Türkiye devletinin stratejisi bu topraklarda hastalığın rastlanmaması üzerine kurulmuştu bu ilk dönemde. Belirlenen strateji nedeniyle bin yıllık devlet geleneğinden evrilip gelen Türkiye Cumhuriyeti’nin refleksleri hastalığın bu topraklarda saptanmaması üzerine şekillendi. Bu nedenle 81 il, 80 milyon nüfus ve 783 bin 562 kilometrelik yüzölçümüne sahip bu ülkede sadece Ankara’da devlete ait bir kurumda Covid-19 PCR testinin yapılması sağlandı. Sağlık alanında son on beş yıldır her konuda desteklenen, önü açılan, teşvik edilen özel hastanelerde bu hastalara tanı konulabilmesi engellendi. Tıp fakülteleri laboratuvarlarında test cihazları olmasına rağmen tanısal sürece dahil edilmedi. Ve bugünkü gözlerle baktığımızda komik sayılabilecek düzeyde Covid-PCR test incelemesi yapılması “başarıldı”.
Sonuçta uygulamaya konulan bu “etkili” önlemlerin bir yansıması olarak Dünya Sağlık Örgütü’nün pandemi ilan ederek salgının dünya genelinde olduğunu açıkladığı güne kadar Türkiye’de Covid-19 hastası resmen tanı al(a)madı.
Özetle; belirlenen strateji ile salgının ilk evresini Türkiye Cumhuriyeti devleti “başarı” ile tamamlamış ve dünya genelinde salgın yayılana kadar hastaların bu ülkede tanı almasını önleyebilmişti. Ancak ulaşılan bu “başarı”da mızrak çuvaldan o kadar taşıyordu ki; Sağlık Bakanı Koca dahi, “Türkiye’de teşhis edilmiş bir koronavirüs vakası görülmemiş olsa da Türkiye’de korona virüs yok veya var diyemem,” gibi nevi şahsına münhasır bir açıklama yapmak zorunda kalıyordu.
Neyse ki uzun zamandır siyaseten tek kale maç yapılıyordu. Ve bu nedenle kendisini siyaseten muhalif tanımlayan hiç kimse bu nasıl bir açıklama demeyecekti...
İkinci Evre ve Yeni Strateji
Salgının ikinci evresi 11 Mart 2020 günü Sağlık Bakanı Koca’nın tanı konulan ilk hasta için sarf ettiği “Verilere göre tanı erken konmuştur, virüs bulaşmışsa bu çok sınırlıdır,” sözleriyle başladı.
11 Mart’tan hemen sonrasında yaşananlar ise bakanın sözlerini fazlasıyla tekzip etti. Çünkü Türkiye’de Covid-19 salgınının seyri inanılmaz bir patlama biçiminde gerçekleşti. Hatta bu patlayışın artarak devam etmesi küresel düzeyde öyle bir kaygıya yol açtı ki; Dünya Sağlık Örgütü Avrupa Bölge Direktörü Hans Kluge, 8 Nisan 2020 tarihinde, “Virüsün yayılmasında geçen hafta ciddi bir artışın yaşandığı Türkiye için endişeliyiz,” açıklamasında bulundu.
Gerçekten de Sağlık Bakanı Koca’nın açıklamasının aksine hastalığa geç tanı konulmasının bedelini ödüyordu Türkiye. Devletin ilk dönem stratejisinin bir yansıması olarak o güne kadar çok az test yapılması nedeniyle hastalar tanı alamamış, tanı alamadıkları için izole edilememiş ve bu nedenle toplum içerisinde hastalığı yaygın biçimde bulaştırmışlardı.
Zaten Dünya Sağlık Örgütü de bu nedenle salgının başından beri “test, test, test” diyordu. Çin, Güney Kore, İzlanda, Singapur gibi salgının baskılanmasında başarılı olan ülkelerin tümünün ortak özelliği yaptıkları test sayısının yüksekliğiydi. Hatta Güney Kore’de sağlık birimlerinin dışında da testler yapılmış, insanlar arabalarında PCR incelemesine tabi tutulmuş ve test sonucu pozitif olan hastalar hemen izole edilerek toplum geneline bulaşma önlenmişti. Ama gelin görün ki Türkiye’nin ilk dönem seçtiği “test yapmama ve bu sayede hastalığa tanı koymama” stratejisi şimdi binlerce insanın hastalanmasına ve ölmesine yol açıyordu.
Kuşkusuz devletlü geleneğin refleksleri ölüm ve hastalıktan ziyade “başarı” ile ilgiliydi. Bu nedenle ivedilikle strateji değiştirilmeliydi.
Pekiyi ama yeni strateji ne olacaktı?
Bu toprakların fay hatlarını iyi tanıyan ve şimdiye kadar hiçbir siyasi iktidarın olmadığı kadar pragmatist olmayı becerebilenler strateji değişimini de layıkıyla sağladılar. İstanbul’da yağmur gibi hastaların yağdığı günlerde, sağlık bakanı tarafından saptanan tüm olguların yurtdışı bulaş olduğunun vurgulanması ve “yurtdışı teması(nın) risk olmaya devam edecek” olarak tanımlanması aslında devletin değişen stratejisini de işaret ediyordu.
Oysa bu açıklamanın yapıldığı günlerde İstanbul’da hekimlik yapanlar bilmekteydi ki gelen hastaların çoğunun yurtdışı teması yoktu.
Ama ne fark eder? Gerçeklik, devlet nezdinde hiçbir zaman itibar görmemişti ki bu topraklarda. Ötekinden çekinilen ve yabancıdan daima kuşkulanılan bir kültür, devletin yeni seçtiği “yurtdışı” stratejisinin başarısını da büyük oranda garantiliyordu.
Ne var ki salgın, devletin stratejik önceliklerini tanımıyordu. Bakan Koca’nın ifadesiyle “İstanbul, Türkiye’nin Vuhan’ı,” olmuştu. Hal böyleyse salgın için gerçekten önlem almak gerekiyordu. “Yaşlı”lılığın bir suçmuş gibi etiketlenmesi de işte bu zamana denk getirilmişti. Ne de olsa bu topraklarda mağduru suçlamak devletin en iyi bildiği icraattı. Ama yaşlıları hedef haline getirmek yaşanan çıkmazda devlete nefes aldırsa da tümüyle derdine deva olamıyordu. Sahiden önlemler alınması gerekiyordu. Esnek çalışma modeli, evden çalışma, evde kal çağrıları ve toplumsal hareketlilik kısıtlamalarının uygulamaya konulması kaçınılmazdı.
Bu konuda da özgün bir strateji benimsedi siyasi iktidar: Kayıtdışı ve geçici işlerde çalışan, geçimlerini günlük sağlayan ya da organize sanayi bölgelerinde çalışan ve evden iş yapamayacak alanlarda ömür tüketen beyaz ve mavi yakalıları bir kalemde harcadı. Bu çerçevede SARS-CoV-2 adlı virüs, sanki sadece hafta sonları bulaşıyormuş gibi sadece cumartesi ve pazar günleri için sokağa çıkma kısıtlaması getirdi. Kendisine oy veren insanları açlık ile hastalık arasında tercih yapmaya zorladı.
Pekiyi ama böylesi ölümcül bir dayatmanın olduğu ortamda “başarı” ölçütü ne olacaktı? Milyonlar hangi destanla avutulacaktı?
Hasta sayısı açısından dünyanın önde gelen ülkelerinden birisi olmak “başarı” sayılamazdı ne de olsa. O halde “başarı” ölçütü toplumda salgının baskılanması olarak ilan edilemezdi. Hal böyleyse Avustralya, Çin, Güney Kore, İzlanda, Singapur ve Yeni Zelenda’nın yapabildiklerini kimse bilmemeliydi. Bilmemeliydi ki, salgın karşısında başka bir seçeneğin de olduğu görülmesin, duyulmasın. Bilmemeliydi ki, yaşlı kıta Avrupa’nın ölen yaşlıları sayesinde genç Türkiye Cumhuriyeti hak etmediği bir “başarı” öyküsü yazabilsin.
Seçilen bu strateji, aynı zamanda Avrupa kapılarında onca yıl bekleyerek kırılan gururunu da onarabilecekti adına Türkiye denilen toplumun. 3 Kasım 1839’dan beri Batı’nın üstünlüğünü kabul eden bu toplum, 2020’de bir konuda ondan daha üstün olduğunu kendisine kanıtlayabilecekti. Belki de bu sayede benliğinde açılan yaraları kısmen de olsa sarmak mümkün olabilecekti.
Hal böyleyken Batı’daki ülkelerin nüfuslarının yaş dağılımı ve Covid-19 açısından risk faktörlerinin oldukça farklı olduğuna kim bakacaktı ki...
Özetle; ikinci evrede “yabancı” ve özelinde “Batı” düşmanlığı gölgesi altında adı konulmamış bir “sınıf bağışıklığı” idi uygulanan. Öyle ya eğer sorun gerçekten bakanın ifade ettiği gibi “yurtdışı” temas olsaydı, Türkiye’deki baskın susuşun Suudi Arabistan kaynaklı olması konu edilir ve bu bağlamda Umre politikası analiz edilirdi. Oysa Suudi Arabistan ve Umre konusu hemen hiç gündeme getirilmedi. Çünkü seçilen stratejide amaç, bir öteki olarak “Batı” karşıtlığının gücü ve hemen tüm toplum kesimlerini kapsayan yaygınlığı nedeniyle, sınıfın yoksulluk ve yoksunluktan kaynaklanan öfkesinin de kendisine yönelmemesini güvence altına almaktı.
Neyse ki uzun zamandır bu topraklarda sınıf siyaseti yapılmıyordu. Neyse ki kendisini siyaseten muhalif tanımlayanlar uzun zamandır emekçi sınıfla olan bağlarını koparmışlar ve orta-üst sınıfın utangaç ve kaygan muhalifliği ile sınırlanmışlardı kendilerini. Neyse ki...
Üçüncü Evre
Bu evre dünyada hiçbir ülkede görülmemiş bir uygulama olarak; plaj ve park gibi açık alanların yasak kalmaya devam ederken alışveriş merkezlerinin açılmasıyla başladı ve 1 Haziran açılımı ile devam etmekte. Anlaşılan kreş ve gündüz bakım evlerinin açıldığı ama 18 yaş altı nüfusun evde tecride tabi kılındığı, 65 yaş üstü nüfusun sokağa çıkmasının yasak olduğu ancak işletme sahibi ise sokağın serbest olacağı gibi izaha muhtaç uygulamalarla devam edecek gibi duruyor.
Ama bilinmeli ki, 1 Haziran açılımının en ve tek yetkili şahıs tarafından duyurulduğu 28 Mayıs günü test sayısı azaltılmış olmasına rağmen 1.182 kişi yeni hasta olarak tanı aldı. Ve aynı gün Dünya Sağlık Örgütü Avrupa Bölge Müdürlüğü Direktörü Dr. Hans Kluge, son on dört gün içinde kümülatif vaka sayısında en fazla artış yaşayan ülkeler arasında Türkiye’nin üçüncü sırada olduğunu açıkladı.
Ancak bu gerçeklere rağmen devlet yeni bir stratejiye geçmek zorunda. Çünkü ekonomi dönmüyor.
Covid-19 pandemisi nedeniyle Japonya’nın 2,2 trilyon dolar, ABD’nin 2 trilyon dolar, Almanya’nın 825 milyar dolar, Hindistan’ın 265 milyar dolar ve Fransa’nın 120 milyar dolar ekonomik destek paketi açıkladığı bir dünyada Türkiye’nin açıkladığı 15 milyar dolarlık paketle dönebilmesi de mümkün değil.
Hal böyleyse yeni bir strateji kaçınılmaz.
Salgının başından bu yana hiçbir zaman baskılama stratejisinin hedeflenmediği ortada. Pekiyi ama şimdi Türkiye Cumhuriyeti devleti hangi stratejiye geçiyor?
Kanaatimce “sınıf bağışıklığı” stratejisinden “sürü bağışıklığı”na geçiyoruz. Ve bu geçişte toplumun hastalıklarla buluşmasının yol açacağı ölümlerin fazlasıyla artıp öfkeye dönüşmemesi için 65 yaş üstü nüfusu hapsetmeye devam ediyoruz.
Hem zaten Ayasofya (ve camiler) Fetih suresi okunarak fethedilecekmiş.
Daha ne istiyoruz?