Kolombiya’da Bir Devrin Sonu: 2019 Protestolarından 2022 Seçimlerine Post-Uribismo

Kolombiya’da solun tarihî zaferi, 2000’lerin başlarından itibaren iniş çıkışlarıyla Latin Amerika siyasetine yön veren sol dalgaya yeni bir ivme kazandırdı. 19 Haziran’daki başkanlık seçimlerinin ikinci turunda, eski bir gerilla olan Gustavo Petro’nun devlet başkanı, eski bir ev hizmetlisi ve aktivist olan Francia Márquez’in de başkan yardımcısı seçilmesi, Kolombiya tarihinde yepyeni bir sayfa açtığı gibi, “pembe dalganın” bölgenin en muhafazakâr, ABD hegemonyasının en güçlü olduğu ülkelerine kadar uzanabileceğini gösterdi.

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki her ne kadar Petro ve Márquez liderliğindeki sol koalisyon (Pacto Histórico/Tarihi İttifak), 29 Mayıs’taki başkanlık seçimlerinin ilk turunu %40,34 ile birincilikle tamamlamış olsa da bu başarı solun zaferini garanti etmiyordu. Zira ikinci turda Petro’nun karşısındaki aday hem kendisini “müesses nizam karşıtı” olarak tanımlıyor ve değişimden yana olan merkez seçmenlere hitap ediyor hem de sola karşı birleşen, müesses nizamı temsil eden aşırı sağcıların desteğini alıyordu. TikTok videolarıyla ünlenen bağımsız aday Rodolfo Hernández’in hiçbir siyasi partinin desteğini almadan ve doğru düzgün kampanya bile yapmadan ikinci tura yükselmiş olması, Kolombiya’da geleneksel siyasetçilere olan güvenin nasıl tükendiğinin ve siyasetin alanının ne kadar daraldığının göstergesiydi. Latin Amerika siyasetini yakından takip eden birçok gözlemci ikinci turda seçim sonuçlarının ne kadar farklılaşabileceğinin (son olarak Şili’de olduğu gibi) farkında olduğundan Kolombiya’da solun zaferine kesin gözle bakmak yerine %40’lık oya rağmen Petro’nun işinin ne kadar zor olduğunu ihtiyatla vurgulama ihtiyacı hissetti. Dolayısıyla bir kez daha Petro’nun çok zor bir seçimin galibi olduğunu vurgulamak lazım.  

Toplumsal hareketlerin önemi

Petro, bu başarısını her şeyden önce 2019’dan bu yana kitlesel protestolarla yükselen toplumsal harekete borçlu. Daha adil ve daha eşit bir düzen talebiyle küresel ölçekte gelişen 2019 protestoları Latin Amerika’da da kendini göstermiş, Şili’den Kolombiya’ya, Porto Riko’dan Haiti’ye, Ekvador’dan Honduras’a uzanan kitlesel protesto dalgası, solun yeniden yükselmesi için önemli bir alan açmıştı. Böylelikle 2017’de Şili’de Sebastián Piñera ve 2018’de Brezilya’da Jair Bolsonaro’nun seçilmesiyle iyice sağa kayan ibre yeniden solu göstermeye başladı. 2019’da Arjantin’de Alberto Fernández, 2020’de Bolivya’da Luis Arca, 2021’de Peru’da Pedro Castillo, Honduras’ta Xiomara Castro, Şili’de Gabriel Boric ve son olarak 2022’de Kolombiya’da Gustavo Petro’nun zaferleri, esas olarak toplumsal hareketlerin seçim siyasetindeki karşılığı olarak görülmeli. Bu halkaya 2 Ekim’de Brezilya’da gerçekleşecek seçimlerde Lula da Silva’nın eklenme ihtimali de oldukça yüksek.  

Şili’de olduğu gibi Kolombiya’da da iktidardaki sağcı hükümetlere karşı gelişen kitlesel protestolar, solcuları iktidara taşımakla kalmadı, aynı zamanda siyasette yıllardır süregiden kısırdöngüyü de kırmış oldu. Şili siyaseti, son on altı yıldır Michelle Bachelet’nin temsil ettiği merkez sol ile Piñera’nın temsil ettiği merkez sağ arasında sıkışıp kalmış, toplumun geniş kesimlerine yayılan yeni anayasa talebini hayata geçirebilecek siyasi irade oluşamamıştı. 2000’lerin başından beri ülkedeki toplumsal muhalefeti mobilize etmeyi başaran öğrenci hareketi ise hem yeni bir anayasa yapma sürecinin başlatılması için hükümetin üzerinde baskı oluşturdu hem de eski bir öğrenci lideri olan Boric’in iktidara gelmesini sağladı. Benzer şekilde Kolombiya’da, son yirmi yıldır eski devlet başkanı Álvaro Uribe’nin temsil ettiği aşırı sağ anlayış hâkimdi. Her ne kadar 2016’da imzalanan barış anlaşmasıyla ülkede yarım asırdan uzun süredir devam eden iç savaşın sona ermesi için çok önemli bir süreç başlamış olsa da silahlı çatışmaların otoriter rejimi meşrulaştırmak için kullanıldığı, paramiliter güçlerle işbirliğine dayalı Uribeci anlayış (Uribismo) Kolombiya siyasetini şekillendirmeye devam ediyordu. 2019’daki protestolarda yükselen barış talebi ve neoliberalizm karşıtı direniş ise ülkedeki yerleşik düzene meydan okuyarak Post-Uribismo olarak tanımlanabilecek yeni bir tarihsel dönemin kapılarını açtı. Petro’nun zaferi işte bu yeni dönemin ürünü.

Uribismo’nun nasıl geliştiği ve nasıl sönümlendiği üzerinde durmadan önce Kolombiya’da ve Latin Amerika genelinde toplumsal hareketlerin (ve dolayısıyla solun) yükselmesini sağlayan iki temel dinamiğe kısaca değinmekte yarar var. Öncelikle kadınların son dönemde Latin Amerika’da sol siyasetin gelişim sürecinde etkin rol oynadığını görmemiz gerek. Arjantin’den Meksika’ya, Brezilya’dan Kosta Rika’ya kadar birçok ülkede toplumsal cinsiyet kotasının kabul edilmesini sağlayan feminist mücadele sayesinde bugün Latin Amerika, kadınların siyasette en yüksek temsil oranına sahip olduğu bölge konumunda. Ücretsiz ve sağlıklı kürtaja erişim hakkını simgeleyen yeşil başörtüsünden dolayı “yeşil dalga” (ola verde) olarak anılan hareketin birçok ülkede kürtajın yasallaşmasını sağlamış olması da feministlerin önemli kazanımlarından biri. Kolombiya’da da yakın zamanda kürtajın yasallaştığını hatırlatalım.

Brezilya’da 2018’de Bolsonaro’ya karşı en büyük muhalif cepheyi kadınların oluşturması ve Bolivya’da 2019’da Evo Morales’e karşı gerçekleşen darbe sürecinde Cholita olarak anılan yerli kadınların darbe karşıtı gösterilerde en önde mücadele vermesi de feminist hareketin önemini ortaya koyan örnekler.[1] Latin Amerika’da sömürgecilik döneminden itibaren eşitsizlik, ırkçılık ve cinsiyetçiliğe yol açan yapılar iç içe geçerek büyüdüğü için feministlerin mücadelesi, sınıf ve çevre mücadelelerine de ivme kazandırıyor. Kolombiya’da da 2019 protestolarından itibaren Uribismo karşıtı cephenin inşasında feministlerin (öğrenci hareketi, yerli ve köylü hareketleri ile birlikte) başat rol oynadığını ve 2022 seçimlerinin sadece Gustavo Petro’nun değil, Francia Márquez’in de zaferi olduğunu kabul etmemiz lazım.

Ülkenin ilk Afro-Kolombiyalı başkan yardımcısı olmaya hazırlanan ve çevre hareketinin içinden gelen Márquez, Petro’dan ayrı, kendi tabanı da olan güçlü bir lider. Márquez, Kolombiya’nın dışlanmış kesimlerini “los nadies” (hiç kimseler) olarak tanımlıyor ve onların bir temsilcisi olarak politika yapıyor. Ülkedeki ekonomik ve toplumsal dışlanmanın geldiği boyut düşünülürse Márquez’in bu söylemiyle çok geniş bir kesime hitap ettiği söylenebilir. Kolombiya’da devlet başkanlığının 2015’ten itibaren tek dönemle sınırlandırıldığını göz önünde bulundurursak, bir sonraki devlet başkanlığı seçimlerinde (2026’da) Márquez’in en önemli aday olacağını kestirmek zor değil.

İkincisi, Latin Amerika’da katılımcı demokrasi kültürünün sol mücadelenin önemli bir bileşeni olarak yerleşmesinde yerel yönetimlerin de önemli payı olduğunu söyleyebiliriz.[2] İlk kez 1989’da Porto Alegre’de hayata geçirilen katılımcı bütçe uygulamasından bu yana Latin Amerika’da yerel düzeyde birçok farklı katılımcı demokrasi mekanizması geliştirildi. Merkezi yönetime karşı kontrol ve denge mekanizmalarını güçlendirme potansiyeli taşıyan yerel yönetimler, aynı zamanda Latin Amerika’da farklı kesimlerin siyasette temsil edilmesine de imkân tanıdılar. Örneğin Kolombiya’da Petro’nun eskiden üyesi olduğu gerilla örgütü M-19 (19 Nisan Hareketi), 1990’da silah bıraktıktan sonra 1991 parlamento seçimlerinde yenilgiye uğramış ve siyasi bir hareket inşa etmeye yerel düzeyden başlamanın önemini keşfetmişti. M-19’un önde gelen liderlerinden Antonio Navarro, 1990 ve 1994 başkanlık seçimlerinde aldığı yenilgilerin ardından 1995’te Pasto belediye başkanlığına seçilmiş, eski gerillalar bu süreçten sonra yerel siyasette önemli başarılar kazanmaya devam etmişti.

Bugün devlet başkanı seçilen Petro, eski bir gerilla olduğu gibi aynı zamanda eski bir belediye başkanı. Hem de politik ve sembolik açıdan büyük öneme sahip olan başkent Bogota’nın (2012-2015). 2000’lerden itibaren Latin Amerika genelinde sol dalga yükselirken tıpkı Meksika’da olduğu gibi Kolombiya’da da solcular bir türlü iktidara gelememişti. Ancak iki ülkede de yerel düzeyde solun kazandığı başarılar, gecikmeli de olsa ulusal düzeye taşındı. 2000-2005 yılları arasında Mexico City’nin belediye başkanlığını üstlenen Andrés Manuel López Obrador, 2018’de Meksika devlet başkanı seçilirken Kolombiya’da da Petro’nun zaferiyle sol ilk kez iktidara gelmiş oldu. Bu zaferin Uribismo dönemine son verdiği söylenebilir ancak hegemonik bir siyasi proje olarak iyice yerleşen Uribismo’nun aşılması için salt iktidar değişikliği yeterli olmayacaktır. Radikal bir toplumsal dönüşüm için gerekli koşulların oluşması, uzun ve sancılı süreçler gerektirebilir.

Uribismo’yu anlamak

2000’lerin başından itibaren Kolombiya siyasetine egemen olan Uribismo, her şeyden önce ABD’nin Latin Amerika’daki hegemonyasının en açık tezahürlerinden biri olarak görülmeli. Adını eski devlet başkanı Álvaro Uribe’den alan siyasi doktrin, birbiriyle bağlantılı dört temel üzerine kurulu: Neoliberalizm, uyuşturucu ticareti, otoriterlik ve paramilitarizm. Bu dört temelin harcını karan ise esas olarak ABD’nin uyuşturucuyla mücadele kapsamında geliştirdiği Kolombiya Planı.  

Kolombiya Planı (Plan Colombia), ilk olarak 1990’larda Clinton yönetimi tarafından geliştirildi. “Komünizm tehdidi” geride kaldığına göre, Soğuk Savaş sonrası “yeni dünya düzeninde” ABD müdahalelerini meşrulaştırılacak yeni bir düşman gerekliydi. Bu süreçte ABD dış politikasında öne çıkan “uyuşturucuyla mücadele” ve “yasadışı göçle mücadele” söylemlerinin tam da bu amaca hizmet ettiğini söyleyebiliriz. Clinton döneminde Soğuk Savaş yıllarına dair toplumsal hafıza hâlâ diri olduğu için Kolombiya’ya yapılan müdahalelerin “yeni bir Vietnam”a yol açmayacağı konusunda kamuoyunu sürekli ikna etmek gerekiyordu.[3] Oysa Bush yönetimi, Kolombiya’ya müdahale etme konusunda çok daha rahat davranacak, 11 Eylül sonrası dönemde “ön alıcı kuvvet kullanma” stratejisine dayanan Bush Doktrini, Latin Amerika’da Kolombiya Planı ile vuku bulacaktı.[4]

Bu dönemden itibaren ABD’nin “uyuşturucu kaçaklığı ve organize suçlarla mücadele” politikaları, “terörizme karşı savaş” (war on terrorism) çerçevesinde yeni bir ulusal güvenlik algısı ile yürütüldü. Kolombiya’da uzun süredir silahlı mücadele veren ve önemli bir toplumsal desteğe sahip olan FARC (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri/Fuerzas Armadas Revolucionarias de Colombia) ve ELN (Ulusal Kurtuluş Ordusu/Ejército de Liberación Nacional) gibi gerilla hareketleri de “narko-terörizm” olarak adlandırılan olgunun bir parçası olarak görülmeye başladı. FARC ve ELN’nin, ABD’nin “yabancı terör örgütleri” listesine 2001’de girdiğini dikkate almak gerekir. Böylelikle Kolombiya Planı, Bush döneminden itibaren FARC başta olmak üzere devrimci örgütlerin denetimindeki bölgelere askerî müdahalenin, “uyuşturucuya karşı savaş” (war on drugs) politikasının bir parçası olarak yürütülmesinin zeminini oluşturdu.[5]   

Kolombiya Planı, 2002 seçimlerinde Washington yönetiminin desteklediği Álvaro Uribe’nin iktidara gelmesiyle önemli bir boyut daha kazandı. Uribe, Kolombiya Planı’nı sahiplenmekle kalmadı, bunun için uygun bir toplumsal zemin yaratmaya çalıştı ve ABD ile işbirliğini ilerletti. Uribe’nin “demokratik güvenlik” (seguridad democrática) stratejisiyle devletin güvenlik alanındaki denetimini artırması, Kolombiya Planı’nın gelişimi açısından kritik bir noktadır. “Demokratik güvenlik” politikası, Kolombiya Planı’nı, “toplumun güvenliğini” sağlamaya yönelik bir proje olarak yeniden formüle etti. Buna göre “toplumun güvenliği”, yerli ve yabancı (özellikle ABD’li) sermayedarlar için oluşacak “güven ortamı” ile birlikte ele alınıyordu. ABD’nin Irak işgalini destekleyen tek Latin Amerikalı lider olan Uribe’nin başkanlık döneminde (2002-2010) Kolombiya, Bush yönetiminin bölgedeki en önemli müttefiki oldu.  

Kolombiya Planı kapsamında ABD, 2000-2010 yılları arasında Kolombiya’ya 7 milyar dolardan fazla yatırım yaptı.[6] Amerikan yardımı, sosyoekonomik reformların yanı sıra Kolombiya ordusuna ve silahlı güçlerine askerî ekipman sağlamada kullanılmış, 2010’da Kolombiya ve Venezuela’yı savaşın eşiğine getiren, iki ülke sınırında yer alan yedi adet Amerikan üssü de yine bu plan kapsamında kurulmuştu. Bu dönemde gerilla örgütlerine yönelik askerî operasyonların artması, FARC’ın da kaçırma eylemlerine sivilleri dahil etmesine, uyuşturucu ticaretini arttırmasına ve sonuç olarak siyasal şiddetin hızla tırmanmasına yol açtı. Kolombiya Planı’nın yürürlüğe girdiği tarihten itibaren milyonlarca kişinin topraklarını terk etmek zorunda kaldığı ve uyuşturucu trafiğinin Meksika’ya kaydığı düşünülürse, ABD müdahalelerinin şiddeti artırmaktan ve uyuşturucu ticaretini daha da yaymaktan başka bir işe yaramadığı söylenebilir.

Kolombiya, Uribe’den önce de şiddetin kıskacında bir ülkeydi. La Violencia olarak anılan 1948-1958 arasındaki iç savaş yıllarını, devletin paramiliter güçlerin yardımıyla gerilla örgütlerine karşı yürüttüğü “kirli savaş” yılları takip etmiş, 1970’lerden itibaren uyuşturucu kartellerinin de etkisiyle siyasal şiddetin nüfuz etmediği alan kalmamıştı. Tüm bunlar yetmezmiş gibi 1980’ler ve 1990’larda Kolombiya, uyuşturucu baronu Pablo Escobar’ın adalet bakanını öldürdüğü, uçak düşürdüğü, hükümetle pazarlık yapabilmek için gazetecileri kaçırdığı, kendisine özel, son derece lüks bir “hapishane” inşa ettirdiği, kısacası şiddet ve yolsuzluğun bambaşka boyutlara ulaştığı bir ülke haline geldi. Kolombiya Ulusal Tarihsel Hafıza Merkezi’ne (CNMH) göre 1958-2013 yılları arasındaki çatışmalarda 220 bin kişi hayatını kaybetti. Ölenlerin 177 bini sivillerden oluşuyordu. 1985’ten itibaren 5,7 milyon Kolombiyalının çatışmalar yüzünden zorla yerinden edildiği tahmin ediliyor.

Uribismo, işte bu koşullarda giderek tırmanan şiddetin otoriter rejimi meşrulaştırmak için kullanılmasına, paramiliter grupların desteklenmesine, “uyuşturucuyla mücadele” kapsamında ABD ile askerî ve ticari ilişkilerin geliştirilmesine ve neoliberal politikaların uygulanmasına dayanan bir anlayış olarak şekillendi. Bu süreçte neoliberal politikaların istihdam üzerindeki olumsuz etkisi, işsiz kalanların uyuşturucu ticaretine sürüklenmesine yol açarken neoliberal uygulamalara direnenler de uyuşturucuyu kontrol etmek için kurulan mekanizmalarla baskı altına alındılar.

Uribe’nin iktidarından sonra, 2010’lardaki barış sürecine rağmen Uribismo, Kolombiya siyasetini şekillendirmeye devam etti. Uribe döneminde savunma bakanlığı yapmış ve FARC’a karşı çok sert önlemler almış olan Juan Manuel Santos, iktidara geldikten sonra son derece kapsayıcı, özne odaklı onarıcı adalet mekanizmaları içeren bir çözüm sürecini hayata geçirmiş ve Uribeci çizgiden uzaklaşmıştı.[7] Ancak Santos’tan sonra, 2018’de iktidara gelen Iván Duque, Uribe’nin güvenlikleştirme pratiklerine geri döndü ve anlaşmanın uygulanmasını sekteye uğrattı. Duque ayrıca eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik sektörlerindeki özelleştirmelerle neoliberal politikaları derinleştirmeye çalıştı. 2019’da çoğunlukla gençlerden ve kadınlardan oluşan protestocular da hem neoliberalizmin yol açtığı ekonomik ve toplumsal dışlanmaya meydan okumak hem de barış sürecine sahip çıkmak için sokakları ve meydanları doldurmaya başladılar.

Post-Uribismo’ya doğru

Petro’nun seçim kampanyasında yer alan vaatler, 2019 protestolarında öne çıkan talepleri büyük ölçüde karşılayacak nitelikte. Bu da protestolardan seçimlere uzanan, Uribismo’yu aşma yönünde güçlü bir iradeye işaret ediyor.

Öncelikle, 2016’da hükümetle FARC arasında imzalanan barış anlaşmasının uygulanması, protestocuların en temel taleplerinden biriydi. Savaş koşullarının içine doğmuş olan yeni nesil için ilk kez barıştan yana bir ihtimal belirmişken Duque hükümetinin elinde bu şansın bu kadar çabuk harcanması kitlesel tepkilere yol açtı. Hükümet, anlaşma gereği eski FARC militanlarının güvenliğinden sorumlu olduğu halde, anlaşma sonrası silah bırakmış 300’den fazla FARC militanı öldürülmüş ve bu saldırılar çoğunlukla cezasız kalmıştı. Anlaşmanın önemli gündem maddelerinden biri de uyuşturucuyla mücadele kapsamında koka üretimini bırakan çiftçilerin alternatif ürünler üretilmeleri için sübvansiyon sağlanmasaydı. Fakat hükümetin bu sorumluluğunu da doğru düzgün yerine getirememesi, bazı çiftçilerin tekrar koka üretimine dönmesine yol açtı.

Barış anlaşmasına en büyük darbeyi indirense Şubat 2019’da Kolombiya Ulusal Tarihsel Hafıza Merkezi’nin (CNMH) başına barış sürecine hepten karşı çıkan Rubén Darío Acevedo’nun getirilmesi oldu. CNMH, toplumsal hafızayı belgesel, film ve müzelerle diri tutmayı hedefleyen, hakikat hakkını (right to truth) esas alan, barış anlaşması kapsamında hayata geçirilmiş en önemli onarıcı adalet mekanizmalarından biriydi. Acevedo’nun gelişiyle merkez tamamen işlevsiz hale getirilmiş oldu. 2019’daki protestolarda merkezin önünde toplananlar da şu basit gerçeğin idrak edilmesini istediler: “Burası bir hafıza merkezidir ve hafıza merkezi hatırlamaya yarar!”

Petro, hem FARC ile imzalanan barış anlaşmasının uygulanmasından hem de ELN ile bir an önce barış için müzakerelere başlanmasından yana. Uyuşturucuyla mücadeleye gelince, Petro’nun bu sorunu kuvvet kullanmayı gerektiren bir güvenlik meselesinden ziyade, toplumsal ve ekonomik boyutları olan çok daha kapsamlı bir olgu olarak ele aldığını söyleyebiliriz. Petro, uyuşturucuyla mücadelenin giderek militerleşmesine ve askerî operasyonların ABD’nin bölgeye yönelik müdahalelerini meşrulaştırmasına karşı çıkıyor ve bunun önüne geçmek için uyuşturucunun kısmen yasallaştırılması gibi önerilerin de değerlendirilmesini savunuyor.

Bununla birlikte barış anlamasının kapsamında yer alan ve protestolarda öne çıkan toprak reformunun hayata geçirilmesi, toprak dağılımının demokratikleştirilmesinin yanı sıra daha eşit ve daha adil bir gelir dağılımının sağlanması da Petro’nun vaatleri arasında. Francia Márquez de seçimden hemen sonraki gün Twitter hesabından Kolombiya’da bir Eşitlik Bakanlığı kuracaklarını açıkladı. Tarihsel olarak unutulmuş bir bölgeden geldiğini vurgulayan Márquez, dışlanmış, marjinalize edilmiş toprakların ve bu topraklarda yaşayan Afro-kökenlilerin ve yerlilerin haklarını garanti altına almanın görevi olduğunu söyledi.

Protestolarda özellikle yerli halklar tarafından dile getirilen, madencilik şirketlerinin doğal kaynak sömürüsüne dayalı politikalarıyla mücadele edilmesi, ekonomi programının ana hatlarını ekolojik sürdürebilirlik ve iklim krizi üzerine kuran Petro açısından öncelikli bir mesele olarak öne çıkıyor. Ekonomiyi “karbonsuzlaştırma” misyonunu yüklenen yeni sol hükümet, çevreye büyük zarar veren hidrolik kırılma (fracking) olarak bilinen, yeraltına hidrolik sıvı pompalanmasına dayalı petrol çıkarma yöntemine karşı çıkıyor. Kolombiya’nın önemli ihracat kalemlerinden olan petrol ve kömüre bağımlılığı kırmak için yeni hükümetin hedefi turizmi önemli bir gelir kaynağı haline getirmek.  

Kuşkusuz bunların hiçbiri kolay olmayacak. Üstelik Petro’nun (ve diğer Latin Amerikalı solcuların) önünde iki önemli zorluk var. Öncelikle Ukrayna Savaşı’nın ardından küresel ölçekte artan enflasyonist baskılar, Kolombiya gibi nüfusun yüzde 40’ının yoksulluk sınırının altında yaşadığı, gelir dağılımındaki eşitsizliklerin çok yüksek olduğu ülkelerde daha ağır hissediliyor. İkincisi, Kolombiya da dahil olmak üzere, solun iktidara geldiği ülkelerde kongrede hâlâ sağcılar ağırlıktalar. Bu yüzden solcuların istedikleri reformları yapabilmeleri kolay değil. Sadece liderlere odaklanıldığında bu önemli faktör genellikle göz ardı ediliyor. Oysa solcu bir liderin iktidara gelmesi, sağın bir yere gittiği anlamına gelmiyor.[8] Latin Amerika sağı (hem geleneksel sağ hem de son dönemde yükselen yeni sağ) tarihsel olarak her zaman güçlü ittifaklar üzerine kurulu: büyük toprakları elinde tutan oligarşik yapılar, uluslararası sermaye kesimleri, ordu, medya, polis. Dolayısıyla sadece seçim siyasetine odaklanarak solun iniş çıkışlarına bakmaktansa bu ülkelerdeki toplumsal ve siyasal yapıları incelemek daha yerinde olacaktır. Nitekim son olarak Şili örneğinde de gördüğümüz gibi solcu liderler iktidara geldikten sonra bu yapılar kendiliğinden çözülmüyor.

Şili’de yeni seçilen Boric’in yerlilerle ormancılık şirketleri arasında çatışmaların yaşandığı bölgelerde OHAL’i sürdürmesi, Arjantin’de sol Peronist Alberto Fernández’in IMF ile borçların ertelenmesi için anlaşma imzalaması ve karşılığında kemer sıkma politikalarının gündeme gelmesi, Meksika’da López Obrador’un neoliberal düzenlemeyi iptal edecek elektrik reformunu kongreden geçirememesi, solun sınırlılıklarını gösteren yakın örneklerden. Petro, zafer konuşmasında hem ABD ile diyaloga açık olacaklarını hem de Venezuela da dahil olmak üzere Latin Amerika genelindeki sol hükümetlerle işbirliğini geliştireceklerini belirtti.

Petro’nun “radikal” bir solcu olduğu söylenemez. Sosyalist olmadığını ama demokratik bir kapitalist programa dayandığını her defasında dile getiriyor. Yine de Latin Amerika’da son dönemde iktidara gelen solcular, hiç de “radikal” olmamalarına rağmen orta ve üst sınıflarda yükselen “Venezuela gibi mi olacağız?” kaygısıyla karşı karşıya kalıyorlar. Chávez gibi başkanlık sürelerini uzatacaklarından, Maduro gibi otoriterleşeceklerinden endişe ediliyor. Burada özellikle Maduro’nun iktidarda kalabilmek için yaptığı anti-demokratik müdahalelerin sadece Venezuela’ya değil, tüm Latin Amerika soluna nasıl zarar verdiğini görüyoruz. Zira 1990’ların sonlarında, tam da Soğuk Savaş’ın ertesinde Chávez’in iktidara gelişiyle, “21. yüzyıl sosyalizmi”, Sovyet modeline alternatif, yeni bir model olarak belirmişti. Şimdi bu modelin enkazı, Latin Amerikalı solcu liderlerin önünde bir handikap olarak duruyor. Dolayısıyla bu liderlere düşen en önemli görevlerden biri aşağıdan yukarıya doğru süreçlerle Latin Amerika solu için yeni bir model inşa etmek. Toplumsal hareketlerin bu denli güçlü olduğu bir coğrafyada görünen o ki Uribismo gibi hegemonik yapıları yıkacak olanlar yerliler, kadınlar, öğrenciler, köylüler ya da Francia Márquez’in ifadesiyle “hiç kimseler” olacaktır.


[1] Dilan Bozgan, “Kadınlar ve Devrimden Kadınların Devrimine: Latin Amerika’da Kadınların Gündemi”, E. Akgemci ve K. Ateş (der) Dünyanın Ters Köşesi Latin Amerika: Tarih, Toplum, Kültür içinde, İletişim Yayınları, İstanbul, 2020, s. 204.

[2] Bu meseleyi inceleyen çok önemli bir kaynak için Toplum ve Bilim dergisinin önümüzdeki günlerde yayımlanacak olan son sayısında (Sayı 160, Haziran 2022) yer alan Özge Kemahlıoğlu ve Şeyma Koç’un “Demokratikleşme ve demokrasinin pekişmesinde yerel siyasetin rolü: Latin Amerika’dan örneklerin incelemesi” başlıklı makalelerini tavsiye ederim.

[3] Russell Crandall, The United States and Latin America after the Cold War, Cambridge, Cambridge University Press, 2008, s. 93.

[4] Gary Prevost ve Carlos Oliva Campos (der.), The Bush Doctrine and Latin America, New York, Palgrave Macmillan Press, 2007, s. 2.

[5] Bu süreçte sadece Kolombiya’da değil, Peru ve Nikaragua’daki Marksist örgütlerle de (Peru’da Aydınlık Yol ve Nikaragua’da Sandinistalar) uyuşturucu kaçakçılığı arasında bağ kuruldu ve “narko-terörizm”e karşı askerî müdahaleler meşrulaştırılmaya çalışıldı.

[6] Clare Ribando Seelke vd., “Latin America and the Caribbean: Illicit Drug Trafficking and U.S. Counterdrug Programs”, Congressional Research Service (CRS) Report for Congress, 2011, s. 13.

[7] Kolombiya’nın barış süreciyle ilgili önemli bir analiz için bkz. Güneş Daşlı, “Kolombiya ve Geçiş Dönemi Adaleti: Kalıcı bir Barışa Doğru mu?”, E. Akgemci ve K. Ateş (der) Dünyanın Ters Köşesi Latin Amerika: Tarih, Toplum, Kültür içinde, İletişim Yayınları, İstanbul, 2020, s. 317-333.

[8] Latin Amerika sağı üzerine önemli bir analiz için bkz. Maria L. Urbina, “Pembe Dalga Sonrası Dönemde Yeni Latin Amerika Sağı”, E. Akgemci ve K. Ateş (der.) Dünyanın Ters Köşesi, Latin Amerika: Tarih, Toplum, Kültür içinde, İletişim, İstanbul, 2020, s. 291-302.