Kıstırılmış bir yaşam sürdü Bahtin. Batı onu 1970’lerde keşfettiğinde kendisi yaşamının sonuna gelmişti. Araştırma alanıyla ilgisi olmayan işlerde çalışmak zorunda kaldı ve uzun süre kendisini yok sayan bir sistemin içersinde var olmanın mücadelesini verdi. İnsanın görmezden gelindiği bir ortamda dosdoğru şeyler yapabilmesi rotayı kırmadan seçtiği yolda ilerlemesi gayret ve sabır gerektirir. Günümüzde Bahtin 20. yüzyılın büyük bir edebiyat eleştirmeni olarak kabul ediliyorsa bunun nedeni bir anlamda yaşadığı toplumun tüm sınırlayıcı etkilerine rağmen entelektüel gücünü kullanmada gösterdiği kararlılık oldu.
Yapılan bir araştırmanın ya da kurgusal bir metnin okuyucuya ulaştırılması sorunu tüm dünyada iki çeşit karşı koymayla karşılaşmıştır. Bunlardan birincisi otoriter bir rejimin reddedişi, baskı altına alışı, diğeri ise umursamaz bir toplumun duyarsızlığıdır. İkisinden hangisinin daha kötü olduğunu söylemek zor… Bahtin’de özellikle bu iki durumdan birincisiyle baş etmek zorundaydı. Yazar düşünsel anlamda nefes alabilmek için çok geniş bir yelpazede dolaşmak zorunda kaldı ve bu yüzden birçok farklı kutup birbiri içerisine örülmüş bir vaziyette metinlerinde yer alır. Marksizm’den Hıristiyanlığın Ortodoks yorumlarına kadar çok geçişli bir alanda Bahtin inanç ve yorum kapasitesini göstermeye çalışır. Bu durumda otoritenin baskısı için birçok olanağı da kendi eliyle sağlamış olur.
Bahtin klasik filoloji eğitimi aldığı için metinlerini genellikle karanlık çağların yazarlarından seçiyordu; bu modernlikten kopuş bir anlamda sığınacak bir yer arayışıyla geçen yaşamında çok belirgindir.[1] Gerçekte uzmanlık alanı ona paranoyak Sovyet sistemi içersinde düşüncelerini perdeleme imkânı sunuyordu. Sürekli olarak egemen anlayışın çevresinden dolanan Bahtin, ona bir şekilde bulaşmak istemez; Rus biçimciliği onun için ayrıksı bir liman olur ama bu akımın mekanik eleştirel tavrı içindeki ezoterik dünyayla ancak bir yere kadar örtüşebilir. Daha sonra bir dizi düşünsel adada geçici olarak ikamet eder.
Bahtin tüm Rus kültürünü yeniden elekten geçirip çoğu kısmını ıskartaya çıkartıldığı bir dönemde Dostoyevski üzerine bir araştırma kaleme alır. Dostoyevski’nin Poetika’sının Sorunları adlı bu çalışmada Dostoyevski karakterlerinde gözlemlenen dinamik ruh hallerinin yarattığı gerçeklik duygusunun bizi aynı zamanda kendimizle ilgili çok önemli bir sorunla da karşı karşıya bıraktığını savlar; sonuca ulaşmaya, nihai olana duyulan özlem. Dostoyevski’nin karakterlerinin zenginliği, kurgudaki parçalanmışlık ve çeşitlilik âdeta yazarın söylemek istediğini bütün bu kişiler, olaylar ağzından duymamızı sağlar. Ama bu o kadar çeşitlilik arz eder ki kendi kendisiyle çelişkiye düşmemesi imkânsız gibidir. Bahtin’e göre öyle bir an gelir ki Dostoyevski’nin sesi bir süre sonra seçilemez olur. Bu aşamada roman karakterleri yazarın belirlediği sona doğru değil de kendi kendilerini özgürleştirerek otonomlarını sağladıkları bir sona doğru ilerlerler.[2] Okuyucu olarak bizler de kahramanların tam olarak kestiremediğimiz kaderleri karşısında onlarla diyaloğa girmekten kendimizi alamayız, zira romanda yer alan hayatın bilinemezliği okuyucu için bildik bir sorunsaldır ve her an içerisinde yer almak kaçınılmazdır.
Edebiyat eleştirmenleri ve Bahtin için şaşırtıcı olan şey Dostoyevski’nin yazarın kölesi haline gelen roman kahramanları yaratmamasıdır. Bu kişiler bir yaratı alanı içersinde kurgulanmış olsalar da tam anlamıyla bağımsızdırlar ve çoğu zaman yazarla aynı süreçte ona eşit bir pozisyonda var oluşlarını başat olarak sürdürürler. Kaderlerini bireysel olarak yaşarken, sorunları, çıkmazları bütünlük içersinde bir renk oluşturur ve okuyucuyu farklı durumlarla yüzleşmeye iter. Bahtin için Dostoyevski polifonik romanın en önemli ismidir. Bu karakterler çağlayanı çok-sesliliğin önünü açarak okuyucuya umulmadık tatlar sunar. Dostoyevski’nin inşa ettiği roman yapısı tamamen otantiktir ve birçok varyant içeren bu örgü homofonik Batılı romandan farklıdır. Diğer bir deyişle, tekliğe karşı çokluk. Tanık olduğumuz dünya tamamen kaosla yoğrulmaktadır, romanın içsel yapısı kimi zaman bunu kaldıramaz gibi gelir ancak bir zaman sonra yazarın yarattığı derin organik uyumu, sürekliliği ve onun dilindeki derin poetikayı algılamaya başlarız. Bu noktada çok-sesli bir yaşama ve onun getirdiği zengin varyasyonlara girmek roman kahramanları için kaçınılmaz bir hal alır, kurgu akıp giden bir nehir gibi kendi yolunu bulur ve o şaşırtıcı, özgün Dostoyevski doğallığına ulaşır.
Bahtin sanatçının yaşamsal karmaşayı verirken bir renk cümbüşü yaratmasının, onlarca değişik halle okuyucu karşısına çıkmasının yaratı düzlemini içinden çıkılmaz bir bilmeceye dönüştürmediğini söyler. Kaos ve hayal kırıklığı zaten yaşamın ayrılmaz ikilisidir. Bizler kendi dünyamızda daima bir düzen ve ideal çerçevesinde planlarımızı iyimserlikle âdeta tekrar tekrar öreriz, oysa çatışma kaçınılmazdır. Zira, örneğin Dostoyevski’de olduğu gibi roman karakterleri kendi içlerinde yapabildikleri ölçüde mantıklıdırlar ve dış yaşamla ilgili planları-projelerini devamlı akıllarından geçirmekte ve uygulama alanına sokmak için çabalamaktadırlar. Tamamen kişisel bir düzlemde her kahraman mantıksal sürece riayet etmeye özen gösterir. Onları görmeyiz, sadece güçlü bir ses olarak duyumsarız ve içimizdeki düşünsel akıntıyla, duygusal parçalanmayla nasıl buluştuklarına, ona nasıl dahil olduklarına şaşırarak tanık oluruz. Aslında Dostoyevski tam anlamıyla Rus eleştirmen Mikahilovskiy’nin belirttiği gibi zalim bir yetenektir.[3] Kahramanlarını öyle ahlâki şartlar içerisine atar ki yazar olarak artık bilinçlilik dışına çıkarak bambaşka bir boylamda hızla ilerlemek zorunda kalır, yarattığı roman kişileriyle birlikte âdeta sürüklenir. Yazar, isimleri, kişilikleri ve onların olay içindeki işlevlerini paramparça ediverir. İşte bu aşamada o içsel sesi duymaya başlarız. Bize ulaşan bu ses aslında onların gerçek arayışlarının sesidir. Gerçek her bir karakterin belleğinde kendi şeklini alır ve genel bir gerçek olmaktan çıkar. Bu bireyselleşmiş, türlü benlik oyunlar içinde yoğrulan gerçeklik, aslında bize çoğu zaman uzak bile gelse onu yaşayan için tam anlamıyla dört elle sarılmayı gerektirecek tek çıkar yol gibi görünmektedir. “Dostoyevski’nin İdeolojik Romanı” adlı çok değerli bir makale kaleme alan B. M Engelhardt da aynı olgudan bahseder. Roman kahramanı tüm entelijansiyadan, sosyal gelenekten ve üzerinde durduğu topraktan bir kopuş yaşar ve kendi ideleriyle baş başa kalıverir.[4] Bu aynı zamanda idenin gücüyle karşı karşıya kalmayı, toplumun kalıtsallığını sorgulamayı ve çoğu zaman olduğu gibi ondan kopmayı gerekli kılar. Âdeta düşünen insan olmaya zorlanan kahraman benliğindeki idenin gücü karşısında sonsuz bir çekime uğrar ve bulunduğu atmosferden kopar. Artık yaşayan kendisi değil, kafasındaki düşüncenin kendisidir. Dostoyevski ayarında bir romancı bu aşamada bir karakter ve roman yapısı ortaya koyduğunda aslında bir fikri ön plana çıkarmak, herhangi bir idealin peşinden gitmek amacında değildir. Onun peşinde olduğu şey herhangi bir fikrin ele geçirdiği kahramanının bu süreç içerisinde yaşadığı dönüşümler, paradokslardır. Bu yüzden modern romanın 20. yüzyıl boyunca sürecek olan kafası karışık kahraman tipine çok güçlü bir altyapı sağlar. Bu anlamda Dostoyevski aslında bir ideolojik roman yaratmıştır.
Bahtin’e göre Dostoyevski’nin roman kahramanlarının zengin dünyaları, örneğin Tolstoy’la karşılaştırıldığında çok daha derin görünmektedir. Tolstoy karakterlerine kendi sesini verirken bir parçalanma yaşamaz, onlarla tek ses olarak var olur, bu monolojik söylemde renklilik ancak yazarın biçem kudretine kalmış gibi görünmektedir.[5] Dostoyevski ise bilinçli olarak, planlı bir şekilde işine başlar ancak çok kısa zaman içerisinde bir insan festivaline dönüştürür kurgusal ortamını ve planın kendisi bile bu çeşitlilik karşısında zorlanır.
Gerçekte de Bahtin romanın karnaval tarzı anlatımının önemini tam bu noktada vurgular. Romana güç veren bu anlatım dialojik bir tarzda gelişir. Herhangi bir nesneyle kelime arasında, kelimelerin konulara ilişkin anlamlarında ya da konuşan bir özneyle olan yakınlığında bu elastik durum söz konusudur.[6] Bu öyle bir ortam yaratır ki yaşam romanın içersinde âdeta özgün hayattaki gibi parıldar ve çeşitlilikle kurguyu doldurur.[7] Romanın bu dialojik yapısının üstünlüğü şiir diliyle kıyaslandığında daha da belirgin avantajlara sahiptir. Şiirin yarattığı dil monolojisttir, esneklikten uzak tek kanal bir ses olarak var olur. Romandaki anlatımda bir kelimenin günlük dilden uzaklaştırılmadan çoğu zaman başka şekillere sokulmadan kullanılması ona sınırsız avantajlar sağlar. Oysa şiir, dil olarak algılamayı kısıtlar, onu çeşitli kelime oyunlarıyla bir çeşit söz imge kıskacı içerisine alır. Kelime öyle bir süreçten geçer ki birbirine karşıt çoğul nesneleri tanımlamak için âdeta çırpınır durur. Tanımlamaya çalıştığı nesnenin uzağına düşme tehlikesi bile geçirir, onun kendine has yapısını çelişkilerini ıskalar. Oysa roman yazarı için nesne, sosyal yapı üzerinde çeşitliliği açık seçik görülebilen bir dünyada ve ona ait kelimelerin içerisinde varlığını sürdürmektedir. Onun kelimenin bakirliği ve nesnenin biricik tanımıyla ilişkisi yoktur. Metin yazarı birçok rotanın üzerinde, birçok yan yol kullanarak ve en önemlisi sosyal bilinçlilikle ve onun açıklılığıyla yol alarak ilerler.
Bahtin’in bu kritik düşünce düğümü üzerinde yoğunlaşması aslında tesadüf değildir. Yaşamını çevreleyen katı Sovyet toplum düzeninin kitlelere dayattığı mutlu sona ulaşma ve onun kesinliği de dolaylı olarak sorgulanmaktadır.
Bahtin düşünsel pozisyonunu en belirgin şekilde gözler önüne serdiği bu çalışmada Marxçılık kadar Batı’nın moda düşünce akımları olan göstergebilim, olguculuk ve yapısal dilbilim gibi edebiyat eleştirisinin akışını değiştiren düşünce adalarıyla da ilgilenmez. Çok daha somut bir düzenek üzerinden romanın dilsel yapısında bulduğu dolaysız anlatımı ya da kendi deyimiyle “sosyolojik biçemi” ön plana çıkarmaya çalışır. Yukarıda yazılan akımların hiçbiri romanın bu yönüyle ilgilenmemiş, bir anlamda yan yollarda ilerlerken ana iletiyi almada güçlük çekmişlerdir. Bahtin’in en kökteki niyeti belki de metinlerdeki sosyolojik gerçekliği yakalamanın da ötesinde tam anlamıyla hayatın otantik ritmini es geçmeyen diyalogların sürüklediği kurguların peşinden gitmektir. Terminolojisindeki zorluk ikiliklerin üzerinden ilerler, romanın karşısına şiiri koyar ve hangisini daha ağır bastığını örneklerken Rus romanının devlerine yaslanır. 20. yüzyıl eleştirisinin bir yanılgısı da roman metninin soyut ideolojik sınanmaya ve halkçı yapısının ön plana çıkarılmasına adanmış olmasıdır. Bu yaklaşım ister istemez dilin idealize edilmiş yönünün abartılmasına, onun sosyolojik amaçlarının estetikten yana kurban edilmesine neden olmuştur. İfade, imge yapısı, dildeki çarpıcılık, açıklık, kapalılık gibi kavramlar edebiyat eleştirisine girmiştir ancak altı tam olarak doldurulmayan ifadeler olarak hâlâ sisli bir ortamda analiz araçları olarak kullanılmaktadır. Estetik arayışlar o raddeye varmıştır ki şiirsel bir anlatım âdeta romanın olmazsa olmaz unsurları haline getirilmiştir.
Bahtin şiirselliğin ve onun yarattığı bu değerlendirme karmaşasını bir kenara iterek açığa çıkacak roman retoriğinin gücüne inanıyordu. Romanın kullandığı araçlar çok zengin bir yelpazede ilerliyordu: Günlük konuşma dilinin saflığı, yarı edebî yazı örneklerinin kullanımı (mektuplar, günlükler vs.), araya serpiştirilmiş karakterlerin gelişimini ve iç dünyasını aydınlatan ahlâki, felsefi, kendini sorgulayan iç monologlar veya konuşmalar, bilimsel ve etnografik unsurların yer yer kullanımı, bütün bunlar romanın üstün aurasını diğer edebî türlerin ötesine taşır.
Bahtin’in deyimiyle roman bütün bu parçaları ve temaları kendi orkestrası içerisinde sesli, canlı bir kompozisyona dönüştürür. Sosyal anlatım çeşitliliği, yani bir heteroglossia yaratılınca roman hem geniş bir resim sunar hem de kendi çokluğu içersinde mikro parçalara ayrılarak algılarımızı birçok tahlil nesnesiyle karşı karşıya bırakır. Bu tür bir kombinasyon çeşitliliği geleneksel biçemciliğin yabancı olduğu bir dünyaya aittir. Ama örneğin Dostoyevski gibi usta bir yazarın elinde virtüözitenin en değer verdiği notalar haline dönüşür.
[1] Michael Holquist (ed.), The Dialogic Imagination: Four Essays by M. M. Bakhtin, Texas, 1981, s. 22.
[2] Mikhail Bakhtin, Problems of Dostoevsky’s Poetics, University of Minnesota Press, 1984, s. 7.
[3] Caryl Emerson, The First Hundred Years of Mikhail Bakhtin, Princeton University Press, New Jersey, 1997, s. 79.
[4] A.g.e., s. 23. Engelhardt bu noktada karaktere ideolojik bir yüklemede bulunur. Bahtin ise bu çeşit bir bilincin Dostoyevski’de bulunmadığını, fikirsel karakterlerden çok kendileri için fikirler oluşturmuş karakterler yarattığını ve çevreleriyle kendi bireysel dünyalarının bilinciyle etkileşime girdiklerini söyler.
[5] Problems of Dostoevsky’s Poetics, s. 56.
[6] Vincent B. Leitch (ed.), The Norton Anthology of Theory and Criticism, New York-Londra, 2001, s. 1188.
[7] Problems of Dostoevsky’s Poetics, s. 122.