Özcülük: Teknofobinin Felsefi Kökenleri

Türkiye’de özellikle eski jenerasyon sosyal bilimcileri etkisi altına almış bir tür teknofobinin, teknolojiye dair derinlemesine bir sorgulamaya girişmenin önünü kapattığına şahitlik ediyoruz. Bu tavrın kendine içkin bir mantığı var. Öncelikle Türkiye’deki entelijansiyanın kendilerini bir mühendisten ziyade kavram işçileri olarak gördükleri hayalî bir işbölümü var. Bu entelektüel arketip, teknoloji meselesini bir kenara bırakıp, daha çok teknolojinin yarattığı toplumsal sonuçlara odaklanıyor. Teknoloji, oturuş bozukluklarından tutun, pasif öznenin kurulumuna kadar uzanan bir çerçevede ifade ediliyor. Disiplinler arası çizilen bu katı çizgiler nedeniyle kavramsal derinlik, yerini teknofobinin konformizmine bırakıyor. Ayrıca gerek jenerasyon mirası perspektiflerden, gerek ilgi eksikliğinden olsun, yeterli düzeyde dijital okuryazarlığa sahip olmayan araştırmacılar, teknolojinin artık neredeyse takip edilemeyecek derecede geçirdiği dönüşümlerin ortaya çıkardığı yeni kavramsal ve teknik çerçeveleri yakalamakta bir hayli zorluk çekiyorlar. Bu durumun bir sonucu olarak teknolojiye dair derinlemesine bir sorgulama, yerini çoğunlukla distopik senaryolardan esinlenmiş yorumlamalara bırakıyor. Mevcut “perspektifin kısalığı”, teknolojiyi bağlamsallığından koparıp, onu tekil ve evrenselci bir tanıma indirdiği gibi, onu toplumsal dönüşümleri devindiren yegâne fail olarak kodlayarak tekno-determinizmin de önünü açıyor. Diğer bir deyişle, teknolojiye tarihten, kültürden ve sosyal pratikten bağımsız bir öz atfediliyor. Bu öz en genel haliyle, insanlığı kendine köle eden, onun sosyal işlevinin yerini alan, giderek üzerimizde hakimiyet kuran karanlık ve hatta gerçekliği bulandırarak bizi bir tür yalan ilişkiler ağına sokan bir güç olarak tasvir ediliyor. Dolayısıyla bu yazı, Platoncu idealizm ve teknofobi arasındaki bağları ortaya çıkarıp bunların temellerini sorgulamayı hedefliyor.

Teknoloji ve Hakikat

Teknolojiye dair en yaygın varsayımlardan biri, teknolojinin hakikati bulandırdığıdır. Teknolojinin dolayımıyla deneyimlenen her şey bir tür yalan ilişkiler ağıymış gibi, hakikat katmanlara ayrılır. Teknoloji aracılığıyla deneyimlenmiş olan, sanal, yani az gerçekliktir ve yalnızca asıl gerçeklik olan fiziksel gerçekliğin bir aynası görevi görür. Böyle bir yorumlama, gerçekten Platon’un mağarasından çıkmış gibidir. Teknoloji kökenini Antik Yunancada techne kelimesinden alır; techne, bir araç sayesinde mümkün olan insan-dünya ilişkisini ifade eder. İnsanın yegâne olarak bir şeyi gerçekleştirmeye muktedir olmadığı durumlarda techne, amaçlanan eylemin gerçekleştirilmesi için gereken kapasiteyi sağlayan araçtır. Örneğin onlarca kitabı, bilgisayarımızı ve diğer eşyalarımızı bir yerden bir yere iki elimizle taşıyamayacağımız düşünülürse, çanta bu eylemi mümkün kılacak kapasiteyi bize sağlamış olan teknolojidir. Kelimenin bir diğer anlamı zanaatkârdır; ya da daha çiğ haliyle bir şeyi, başka bir şeye çevirendir. Heykeltıraş, taşı heykele çevirir, ya da günümüze daha uygun bir örnek olarak, mikrodalga soğuk haldeki yemeği sıcağa. Dolayısıyla techne gerçekliği bulandırmaz, potansiyel gerçekliklere kapı aralar. Taş ile heykel yapabilir, veya bina da dikebilirsiniz, fakat taş ile bir insana zarar da verebilirsiniz. Bütün bu ihtimaller birer potansiyel olarak taşa içkindir. Onun zarar vermek amacıyla kullanılması, taşı suçlu yapmayacağı gibi, teknoloji de insanı köle yapmaz. Teknolojinin tahakkümü, onun var olan potansiyel gerçekliklerinden yalnızca bir tanesidir.

Peki nereden gelir teknolojinin gerçekliği bulandırdığı kanısı? Platon Devlet’inde[1] techne’yi episteme’nin, yani hakikatin karşısına konumlandırır. Ona göre dolayım ilişkisinin olduğu yerde, hakikat yoktur. O meşhur mağara örneğinde Platon, bilgiyi hiyerarşik evrelere ayırır. Ateşten duvara yansıyan gölgeler, ateşin dolayımıyla bize sunulduğu için en çarpık bilgi formu olarak görülürken, salt görü olarak idealar en hakiki bilgi olarak kabul edilir. Dolayısıyla hakikate ulaşmak, her tür dolayım ilişkisini ortadan kaldırmaktır. Techne, Platon için hakikatin bulandırılmasıdır. Bu tanımıyla her şeyin özü, maddi dünyadaki temsilinden bağımsızdır, görüngüler değişebilir, ancak öz her zaman algının ötesinde kalır. Platon’un idealizminin açtığı yol, Hıristiyan düşüncesinde beden zihin ikililiği üzerinden takip edilir. Beden dünyevi hazlara düşkün, dolayısıyla günaha boğulmuşken, ruh saf ve sonsuz olandır. Bu haliyle Platonizm bir kez daha ruhlar ve fikirler dünyasını maddi olanın, yani teknolojinin farklı bağlamlarda insan ilişkilerine gömülü olarak kazandığı farklı anlam ve kullanımların önüne koyarak özcülüğün tuzağına düşer. Teknolojinin tanımı tek taraflı güç ilişkilerini kuvvetlendirdiği veya insanlığı boyunduruğu aldığı iddialarıyla dolu sığ yorumların içine sığdırılamaz.[2]

Platon’dan miras bu düalizm, teknolojiye dair başka bir varsayımı da güçlendirir: sığlık. T24’te Cemal Tunçdemir, “Okumaya Hiç Vaktimiz Yok Ama Her Gün Bir Roman Okuyoruz” başlıklı bir yazı yazıyor. Tunçdemir dijital okuryazarlığı “illüzyon” olarak adlandırırken, kitap okumanın getirdiği terbiyeden ve “derinlikten” bahsediyor. Sanki teknolojinin insanı gerçeklikten uzaklaştıran, körelten, yüzeyselleştiren bir “özü” varmışçasına. Böyle bir özcülük teknolojiyi tekil bir gerçekliğe indirgeyerek onun farklı bağlamlardaki kullanımlarını ve potansiyellerini göz ardı ettiği gibi, derin bir kavramsallaştırmanın da önünü kapatıyor. Üstelik dikkatli okunduğunda, aynı Platon gibi, Tunçdemir de hakikati katmanlara ayırıyor: bir tarafta kitaplardan alınabilecek en hakiki bilgi, diğer tarafta teknoloji dolayımıyla içerisine girdiğimiz bir “illüzyon”. Yazar bu ayrıma internette çok fazla kirli bilgi olduğu gerçeğinden yola çıkarak meşruiyet kazandırıyor, fakat şu soruyu da sormak lazım: İnternette bilgi kirliliği var da, kitaplarda yok mu? Bu tür bir düalizm ister istemez milliyetçi söylemlerde sıkça rastgeldiğimiz altın çağ nostaljisini körükler: her şeyin mükemmel olduğu bir dönem, ve köküne kadar yozlaşmış bugün. Yalnız tam bu noktada, tekno-determinizmin ütopik formları da olduğunu belirtmek gerekir. Örneğin Jenkins, internete gereğinden fazla özgürleştirici bir potansiyel biçerek, kıyıda köşede kalmış toplulukların internet sayesinde varlığını sürdürebildiğini iddia edecek kadar uçlara gider.[3] Bu da farklı olmakla birlikte, özcülüğün başka bir formudur.

Sanal ve Gerçek

Dijital teknolojilerin her şeyi sanallaştırdığı, yalan kıldığı, insanları “gerçek dünyadan” kopardığı yaygın bir inançtır. Gerçeklik burada fiziksel mekanla eşanlamlı kullanılırken, sanal fiziksel olanın çarpık bir uzantısı olarak anlaşılır, dolayısıyla daha az gerçektir. Bilginin sığlığı/derinliği meselesi nasıl epistemolojik bir hiyerarşiye işaret ediyorsa, sanal/gerçek ayrımı da metafizik bir hiyerarşiye, yani gerçekliğin katmanlandırılmasına işaret eder. Bu tür varsayımlara karşı bir olgusallık sunmak yerinde olacaktır. Antropolog Boellstorff Coming of Age in Second Life isimli etnografik çalışmasında çizilen bu ayrımın ne kadar ihtiyari olduğunu gösterir.[4] Boellstorff sanal ve fiziksel ilişkisine dair ‘‘ayrıksı, ama kopuk değil’’ ifadesinde bulunur. Çevrimiçi bir bilgisayar oyunu olan Second Life’ta iki sene boyunca saha çalışması yürüten Boellstorff, oyun içerisinde parkinson hastalarının bir araya gelip deneyimlerinin paylaştığı bir topluluğa rastgelir. Fiziksel şartlarda bir araya gelmesi mümkün olmayan dünyanın dört bir yanındaki parkinson hastaları yarattıkları oyun karakterleri dolayımıyla haftalık terapi seansları düzenleyerek birbirlerine destek olmaktadırlar. Boellstorff bunu daha az gerçek, sanal veya yalan bir ilişkiler ağı olarak adlandırmaz, aksine, bu deneyimler fiziksel mekândaki deneyimler kadar gerçektir ve kendine has karakteristikleri olan başka bir tür toplaşma, sosyalleşme biçimidir. Fiziksel alandaki sosyallik bundan ayrıksıdır evet, ancak asla ondan az veya fazla gerçek değildir; techne der, Boellstroff, fiziksel olanın dokusunu bozmaz, yalnızca yeni türde ilişkilenme potansiyelleri var eder. Bu anlamıyla çalışma, gerçekliği katmanlandırmak yerine onu farklı veçheleri olan bir bütün olarak ele alarak sanal/gerçek düalizmini reddeder.

Bir başka karşı olgusallık, Mutlu Binark’ın Türkiye’deki internet kafeler özelinde yaptığı araştırmada bulunabilir.[5] Binark özünde şu soruyu sorar: Eğer bilgisayar oyunu oynayan gençler bir araya gelmeden zaten internet üzerinden bu eylemi gerçekleştirebiliyorsa, neden hâlâ fiziksel olarak internet kafelerde buluşup oyun oynuyorlar? Aradığımız cevap, sorulan soruda yatar aslında. Bir sosyalleşme formunun varlığı illaki bir diğerini baltalamaz. Kafeye giden gençler sanal sosyalleşmeye ihtiyaç duyduğu kadar, onu fiziksel temasın yerini alabilecek bir sosyalleşme biçimi olarak da görmezler, sanal/fiziksel ilişkisi sıfır toplamlı bir oyun değildir. Sosyal olma hali, fragmanlara bölünemez; sosyallik birçok gerçekliğin iç içe geçtiği bir olgudur.

Teknoloji ve Özne

Dijital teknolojilerin bir bütün olduğu varsayılan özneyi paramparça ettiğine dair de yaygın bir görüş mevcut. Örneğin Dreyfus, zaten tekil bir kimliğe sahip olarak kabul ettiği öznenin, sosyal medyada kendine yeni avatarlar yaratarak giderek daha da bölünmüş bir hale geldiğini iddia ediyor.[6] Ancak Boellstorff bu görüşe de karşı çıkıyor. Boellstorff, kimlik olgusunun ilkçağlardan bu yana bir sanallaştırma (virtualization) aktivitesi olduğunu ileri sürüyor. Kimliği ezelden ebede sabit, doğuştan verili bir öz olarak ele almıyorsak, kimliği içinde bulunan sosyal bağlama göre değişen, olumsal, ve hatta çelişkili bir olgu olduğunu kabul ediyoruz demektir. Bu perspektiften bakıldığında, kimlik özneye içkin değildir; kimlik, ancak sosyal etkileşimler sonucu ortaya çıkan, anlamının sürekli bu sosyalliğe dahil olan diğerleriyle birlikte müzakere edildiği bir alandır aslında. Dolayısıyla Platon’un idealizmi gölgesinde kalmış teknoloji tanımlarının iddia ettiği gibi, teknoloji veya techne, öznede zaten var olduğu varsayılan saf bütünlüğü bozmaz, onunla kurduğumuz ilişkilenme biçimleri yeni öznellik formlarını mümkün kılar. Böyle bir tanım ile yola çıkanlarsa, Foucault’nun “baskıcı hipotez”inde bahsettiği üzere,[7] halihazırda baskılanan bir öz varsayarak metafiziğin tuzağına düşer.

Öyleyse ne yapmalı bu teknolojiyle? Nasıl çalışılmalı? Yeni ufuklarla, perspektiflerle nasıl ele alabiliriz teknolojiyi? Bu soruları irdelemek, onların peşinden gitmek, öncelikle artık kamuya mal olmuş teknofobiden ve Platoncu idealizmden sıyrılmayı gerektirir. Bilim ve teknoloji çalışmaları bugün en çok praxis’e ihtiyaç duyuyor; eylemselliği, anlamı, gündelik hayata gömülülüğü, fenomenoloji terimleriyle konuşacak olursak eğer, tecessümü, idealara saplanıp kalmış bir tefekkürün önüne koyan yaklaşımlara. Teknoloji sözde doğası gereği dünyayı daha kötü bir yer yapmaz. Zira olaya böyle yaklaşmak öznenin teknoloji üzerindeki failliğini görmezden gelmektir. İnsan-teknoloji ilişkisine dair etkileşimci bir perspektif sunan Digital Sociology kitabının yazarı Noortje Marres’ın belirttiği gibi:

Teknolojiyi sosyal boyutlarıyla anlamak, durumsal bir perspektif gerektirir. İnsanlar teknolojiyle sosyal olduklarında kaçınılmaz olarak duruma göre konumlanır, yerleşir ve yerleştirilirler.[8] 

Marres’in yaklaşımını paylaşan dijital antropolog Sarah Pink, çocuklu ailelerin teknolojiyi gündelik olarak nasıl kullandığına dair İngiltere’de yaptığı etnografik çalışmada, televizyonun sürekli açık olmasına rağmen kimsenin ekranın karşısına oturup televizyon izlemediğine dikkat çekiyor.[9] Pink, yaptığı mülakatlar neticesinde ailelerin televizyonu arka planda bir ses olması için açık bıraktığını, aile bireylerinin zaman zaman kapıldıkları yalnızlık hissiyle bu şekilde mücadele ettiklerini ifade ediyor. Halbuki araştırmacı olaya kantitatif veriler üzerinden yaklaşsaydı, muhtemelen söz konusu İngiliz ailelerin zamanının çoğunu televizyon izleyerek geçirdiğini iddia edecek, teknoloji kullanımını durumsallığından koparıp muhtemelen daha çok televizyon izleyen ailelerin muhafazakâr partilere oy vermeye daha yatkın olduğu gibi bir pozitif korelasyon sunacaktı. Elbette Pink’in etnografisi göz önüne alındığında, bu tür bir açıklama tamamen geçerliliğini kaybediyor.

Sonuç olarak, teknoloji çalışmalarının artık Platoncu idealizmin yolunu açtığı teknofobik, tekno-determinist yaklaşımların esaretinden kurtulması gerekiyor. Aksi takdirde, bu yaklaşımlar ışığında teknolojiye dair ortaya atılan üst-anlatıların özcülük tuzağına düşmeye devam edeceğiz gibi gözüküyor. Bu tuzağa düştüğümüz müddetçe, söz konusu fenomenin çok-yönlülüğünü gözden kaçırdığımız gibi, popüler basın öğelerinin ve yüzeysel akademik çalışmaların kamuyu bir korku ortamına sürüklediğini gerçeğini de göz ardı ediyoruz. Tam tersine, bu korku ortamını tetiklemek yerine, teknolojiyle kurduğumuz girift ilişkiselliği daha anlaşılır, görünür ve demokratik kılmak görevi biz sosyal bilimcilere düşüyor.


[1] Plato, Republic (Londora: Penguin Books Ltd, 2007).

[2] Yağız Ay, “Mobilize Hayvanlar”, Birikim Güncel, 26 Mayıs 2020, https://www.birikimdergisi.com/guncel/10118/mobilize-hayvanlar

[3] Jenkins, Henry, Convergence Culture (New York: New York University Press, 2006).

[4] Boelstroff, Tom, Coming of Age in Second Life (New Jersey: Princeton University Press, 2008).

[5] Binark, Mutlu, Buçakçı, Fatma, Sütçü, Günseli. How Turkish Young People Utilize Internet Cafes: Result of Ethnographic Research in Ankara, 2009, http://obs.obercom.pt/index.php/obs/article/view/249/247

[6] Dreyfus, Herbert, On the Internet (Londra: Routledge, 2009).

[7] Foucault, Michel, Discipline and Punish (New York: Vintage Books, 1995).

[8] Marres, Noortje, Digital Sociology: Reinvention of Social Research (Cambridge: Polity Press, 2017).

[9] Pink, Sarah, Horst, A. Heathe, Postill, John, Hjorth, Larissa, Lewis, Tania, Digital Ethnography (London: Sage, 2016).