Korku insanın iyi tanıdığı, insanın kendi tarihinde en eskiye dayanan ve hatta annemizin karnında tanıştığımız bir duygudur. Ana karnında anneye ait tüm duyguları anneyle birlikte yaşar bebek. Ama bu duygular ona ait değildir. İnsanın doğumunu psikanalistler “cennetten kovulmaya” benzetir. Tek tanrılı dinlerin “yeryüzü maceramız” anlatısına göre yeryüzündeki yaşamımız bir sürgündür ve bu anlatıda yeryüzü bir sürgün yeri, yani cezalandırıldığımız yer olarak tanımlanır. Korku belirgin olarak cennetin dışında ortaya çıkar. Bebek kendine ait duygu/korkuyla doğum sonrası tanışır. Cennetten kovulmak, doğumla anne karnındaki korumayı ve güvenceyi kaybetmek, korkuyla ve ağlayarak travmatik bir şekilde hayata başlamak demektir. Psikanalizde “doğum travması” olarak adlandırılan bu durum annenin kendisini bebeğe göre ayarlamasıyla atlatılabilir. Bu dönemde dünya anne demektir bebek için.
Açlık ve susuzluk gibi sorunlara vücudumuzun tepkileri varoluşsal korkulara neden olur. Annenin bebeğin gereksinimlerini gidermesi, anlayamadıklarını tercüme ederek bebeğin/çocuğun anlayabileceği dile dönüştürmesi bu korkuları azaltır ve dünyaya/anneye güven başlar. İlk korkumuz yaşamın sürdürülememesi, yani ölüm korkusudur. Örneğin bu Covid-19 pandemisi üzerinden sadece hastalığı değil, ölümü de konuşuyoruz. İnsan, öleceğinin bilincinde olan tek canlı galiba. Ancak biz bu bilince rağmen bu realiteyi inkar ederek, sanki ölmeyecekmiş gibi yaşamımızı sürdürmeyi başarırız. Pandemi ölüm gerçeğini inkâr etmemizi, görmezden gelmemizi imkânsız kılıyor. Sadece kendi ölümümüz değil, yakınlarımızın da ölümü söz konusu. Bu korku iki temel yaşam dinamiğini zorlaştırıyor: Kendi varlığını sürdürme ve soyun devamını sürdürme. Bu iki dinamiğin pandemiyle tehdit edilmesi, korku, endişe ve paniğin de kaynağıdır.
Korku, tehlike ânında alarm vererek kendimizi korumamızı sağlaması açısından, insanın varlığını sürdürebilmesinin en önemli önkoşuludur. Korku genelde “kaçma” reaksiyonuna yol açar. Böylece tehlikeden uzaklaşmayı deneriz ama yaşadığımız pandemi sürecinde korkunun kaynağını tanımıyoruz. Korkutan şey tanımlanıyor, etkileri gözlemleniyor ama gözle görülemiyor. Kendimizi bütünüyle güvence altına da alamıyoruz. Başkalarının kendilerini koruyamamaları da sorun oluyor; her koyun kendi bacağından asılmıyor. Bu bizi birbirimize bağımlı hale getiriyor. Bu bağımlılık aileyle ve yaşadığımız küçük grupla da sınırlı değil. “Aynı gemideyiz”in karşılığı tüm dünya. Bizim önlem olarak hayal ettiğimiz sınırlar ve tedbirler anlamsızlaştı. İşte bu noktada kendimiz ve yakın çevremiz için yapabileceğimiz şeyleri yaparak pasiflikten çıkmaya çalışıyoruz. Ellerimizi yıkayarak, evlerimize kapanarak kendimizce mücadele veriyoruz. Bunlar bu dönemde ayrıca çok gerekli; ancak önceliğimiz bedensel korunma iken ruhsal korunmanın ihmal edildiğini düşünüyorum...
Aslında bu kriz, kriz sonrası için kendimizi ve kültürümüzü anlayıp sorgulama olanağı da vermeli. Bizim korkuyla patolojik bir ilişkimiz var. Çocuğu genelde korku ve tehdit üzerinden eğitiriz. Anne-babanın asıl görevi çocuğun korkularını azaltmak ve çocuğu sakinleştirmekken, aksine bu korkuyu çocuğa anne-baba verir. Kültür çocuğa aktarılırken “Ateşten sakın; aslandan kork; bıçak keser!” gibi reel korku ve tehditler de aktarılır. Bunun yanı sıra çocuğa aktarılan patolojik korkular da ömür boyu baş edilemez bir sıkıntının kaynağı olur. Mesela insanlık tarihinde karanlık gece şimdiye kadar herhangi bir insanı ısırmadı, öldürmedi; ama insanlar karanlıktan korkar. Karanlıktan korkmanın çocuk için travmatik bir boyutu vardır: Korku ânında annemize ve evimize sığınırız, çünkü bunlar bize güvence verir; ama karanlıktan korktuğunuzda savunmasız (karanlığı engelleyemiyor ya da kaçamıyorsunuz), korunmasız ve güvencesiz hale gelirsiniz. Evde karanlık olduğunda yalnız kalmak zorunda kalan bir çocuğun korkusunu tasavvur etmeye çalışın. İşte tam da bu andan ve durumdan söz ediyorum. Karanlık tedirginliği psikanalizde bilinçötesi korkusuyla ilişkilendirilir ve içimizdeki yabancı olarak sembolize edilir.
Bizim kültümüzde sadece karanlık değil, çok sayıda anlamsız ve işlevsiz korku var. Çocukların çoğu öcüden korkar. Öcünün kime zarar verdiği, nasıl bir zarar verdiği, nasıl göründüğü bilinmez. Cin de öcüden farksızdır. Melekler sağ ve sol omuzlarımızdadır, şeytan her yerde ve her şekildedir, her çeşit arzusu vardır. Bir kültürde neden bu korkuların olduğu, bunların ne tür işlevlere sahip oldukları ve psikanalitik karşılıkları salgın krizi sonrasında ciddi bir biçimde konuşulmalı. Bronislaw Malinowski geliştirdiği kültür kuramında, kültürün en önemli işlevinin korkuyla baş etmek olduğunu söyler. Ona göre kültür korkularla baş etme biçimlerini ve ritüelleri sunuyor ama bu korkuları yaratan da aslında kültürün kendisi. Kültürün bu kadar korku yaratmasının nedenlerini düşünmek gerekir belki de. Bu kadar çok korkunun yaşandığı bir kültürde “Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmam” ifadesi sadece narsist bir söylem değil, korkuların hepsine bir meydan okuma belki de...
Çocuklar, öcüden, cinden, şeytandan ve meleklerden korkuyor. Sonra karanlıktan, sıcaktan, soğuktan... İyiden, sevinçten, hazdan ve başarıdan korkuyor. Bir başarı sonrasında sevinçlerini sansürlemeyi, sınırlamayı, gülücüklerini yarım bırakmayı öğreniyorlar. Kimde olduğu ve ne zaman ortaya çıkacağı belli olmayan “nazar”dan korkuyorlar... Allah’tan da, günahtan da koruyorlar...
Gece ağlayarak uyanan çocuğunun yanına giden anne onun “öcü”den korktuğu için ağladığını öğrendiğinde teselli etmeye çalışırken bu kez de çocuğu “öcü”nün olmadığına ikna etmeyi dener. Işığı yakar ve “Bak, öcü yok!” der. Açıklama somut ve gerçekçidir. Bu çok mantıklı açıklama çocuk açısından o an problemlidir. Realist, somut ve mantıklı açıklama anlaşılamaz, çünkü o an çocuğun kullandığı dil duygusaldır. Korku dilinin hakim olduğu o an ortak dil yoktur, aynı dili konuşmazlar. Öcü anlatılarıyla öcüyü çocuğun hayal dünyasına sokan anne bu kez de çocuğu öcünün olmadığına ikna etmeye çalışmaktadır. Çocuk bu an derin bir ikilem yaşar: inanmak/inanamamak; güvenmek güvenememek gibi...
Çocukların gelişim psikolojisi alanında kapsamlı araştırmalar yapmış olan Jean Piaget çocuktaki “somut düşünme dönemi”ne vurgu da yapar. Bu dönemin en belirgin özelliği çocukların somut, görülebilir ve dokunulabilir nesneler üzerinden düşünmeleri, soyutlamanın olmamasıdır. Çocuklar bu dönemde düşünmeyi öğrenir ve ancak daha sonraki dönemlerde soyutlamaya başlarlar. İşte böyle bir dönemde çocuğa öcüyü anlatmak gayet problemlidir. Çocuğun çaresi yoktur; her şeyi kendisinden öğrendiği, her sözüne inandığı annesine yine inanır. Her ne kadar aklı almasa da kendisini aldatarak inanabilir; ama bu inanma kendi mantığına, kendi algılamasına kuşkuyla bakması anlamına da gelir. Bu kuşku kendine güvenememeye de dönüşebilir ve somut düşünmeden soyut düşünebilme sürecine geçişte sorun olabilir. Aslında bu dönemde çocuğa melek, tanrı, öcü ve şeytanı anlatmak ve onun beynini yıkamadan ona bunları inandırmak imkânsızdır. Her kültür bu dönemde çocukların beynini yıkayarak onları inandırır. Bu durum aslında “şiddet” de içerir. Buradaki sorulardan biri de sadece “öcü” değil, anne-babanın çocuklarının beyinlerini yıkama haklarının olup olmadığı, böyle bir “şiddettin” gerekli olup olmadığıdır... Ferid Edgü’nün Hakkari’de Bir Mevsim adıyla filmleştirilen O adlı kitabında çok etkileyici bir fenomen vardır; Hakkari’nin dağ köyüne sürgüne gönderilmiş bir öğretmen köyün çocuklarına çok uzak diyarların güzelliklerinden söz eder. Çocukların hayal güçlerine ve soyutlama yeteneklerine seslenen, ama bunu da tam başaramayan bir öğretmenin çığlığı gibidir. Öğretmen son dersinde çocuklara uzak diyarları unutmalarını öğütler... Edgü bu yapıtında sanki Piaget’in somut ve soyut düşünme dönemlerine, bu dönemlerin çocuklarda nasıl karşılık bulduğuna bir gönderme yapar gibidir.
Bir kültürün “korku imparatorluğu”na dönüşmesinin nedenlerinin konuşulması gerektiğini söylemeye çalışıyorum. Korku kurgu ise, yani reel değilse, kontrol ederek biraz rahatlık sağlamak zordur; patolojik korkular realiteden yola çıkarak kurgulanıp böylece biraz gerçeğe dayandırılırsa bu durumda oluşan içsel gerilimle baş etmek daha da zorlaşır. Fobisi olanlarda gözlediğimiz bir şey vardır: Genel korkuyu bir objeye yönlendirerek çerçevesi belirli ve kontrol edilebilir bir alana taşır, böylece rahatlama sağlarlar. Adlandıramadığınız, genel ve sürekli bir korku vardır; bu çok sıkıntılı bir durum yaratır. Ama genel korku köpek fobisine döndüğünde köpeksiz alanlarda kendimizi iyi hisseder ve korkusuz yaşayabiliriz; bu durumda korkumuz vardır ama sınırlı bir alandadır. Cin, peri ve öcü soyut, reel olmayan, kurgulanmış bir fantezi ürünü olduğundan yarattığı korkuyu bir alanla sınırlamak zordur. Bu belirsizlik insanda sürekli gerilim yaratır. Nazarlık, muska ve dualarla bu korkuya karşı önlemler alınır ama bu önlemler korkuyu yok etmez. Bu durumdan kurtulmanın bir diğer yolu ise korkuyu dışavurmak ve bu yolla kurtulmayı denemektir. Dışavurmak da anlatma yoluyla olur. Anne çocuğa cinleri anlatırken kendi çocukluğundan bugüne kadar yaşadığı korkuyu çocuğuna aktararak onunla aynılaşır ve böylece kendisini anlaşılır kılmayı dener. Anlatıp dışavurarak, yani dışarı atmayı deneyerek korkudan kurtulmaya çalışır. Nevrotik korkular bir gereksinim gibidir; o an anlatmak suretiyle dışavurarak rahatlarız ama yok edilmezler. Daha sonra yine ortaya çıkarlar; dışa atılma gereksinimi devam eder. Metafor olarak söylersek, zehirli bir yılan zehrini attığında zehirsiz bir yılan olmaz; zehirli kalır, çünkü beden yeniden zehir üretir.
Korkuyu dışavurarak kurtulmaya çalışmanın başka bir biçimi projeksiyondur. Kendimize ait bir korkuyu başkasına yansıtarak, kendi korkumuza başkası üzerinden mesafe koyarak, sanki bize ait değilmişçesine yabancılaştırarak kurtulmayı deneriz. Bir örnek vermek gerekirse, tanıdığım bir kadın yıllardır rejim programlarıyla kilo vermeye çalışıyor. Her karşılaşmamızda bana kilo aldığım ya da verdiğim tespitinde bulunuyor. En son ne zaman tartıldım anımsamıyorum ama bu kişi gözüyle beni sürekli tartıyor. Kendisine ait bir sorunu benim üzerimden dışavurarak kurtulmak ve çözmek istiyor... Anne cinleri ve cin korkusunu çocuğuna yükledikten sonra cinden korkan değil, çocuğunun cin korkusunu gideren kadın konumuna da geliyor. Edilgen ve korkak iken koruyan, kollayan ve etken hale geliyor. Bütün bunlarla birlikte, yaptığımız projeksiyon kişiler ve gruplar tarafından üstlenilirse veya özdeşleşerek içselleştirilirse daha da karmaşık hale gelir...
Korkuyu ebeveynlerden öğreniriz. Bilinçli ve isteyerek öğretilen korku, giderek yetişkinlerin çocuğa karşı sıkça kullandığı bir silaha dönüşür. Ya da bilinçötesi aktarımda çocuk annenin korkularını alır. Anne ile çocuk arasında sevgi de vardır. Sevdiği insan tarafından korkutulan çocuk sevgi ve korku duygularını karıştırır. Annesi korkuttuğunda da çocuk anneye sığınır, çünkü annesinin kendisini koruduğunu da bilir. Onun içindir ki bizim sevgilerimiz korkuyla da bezenir. Biz sevdiğimizden korkar, korktuğumuzu da severiz. Halbuki sevgi anlattığım türden korkuların olmadığı ilişkilerde oluşabilir. Sado-mazoşist renkler sevgilerimize biz çocukken bulaştırılır. Annemizi, babamızı, amcamızı, teyzemizi, şefimizi, reisimizi hem sever hem de onlardan sonsuz korkarız. Biz hâlâ Allah’la olan ilişkimizi sevginin mi yoksa korkunun mu beslediğine bir türlü karar veremedik.
Korku, gerekli olan bir alarm ve sinyal işlevi olan bir duygu olması gerekirken bazen öyle olmuyor, çünkü korkularımız da çok hastalıklı. Anımsıyorum; bizim mahalledeki delikanlılar “Allah’tan başka kimseden” korkmazlardı. Korkularımızı bile yarıştırıyor, korkudan bile narsistik gıda çıkarabiliyorduk. Korkusuzluk biraz da sıradan erkeklik şovunun bir parçasıydı. İnsanlar kendi korkularını başkalarının üzerine yıkıyor, başkalarını korkutarak kendi korkularından kurtulmayı amaçlıyorlardı. Böyle savunma biçimleriyle korkudan ancak anlık kurtulursunuz. Biraz sonra psikoloji korkuyu yeniden üretir ve film baştan başlar. Kabadayılıkların korkaklık belirtisi olarak deşifre edilmesi bundandır. Küçük çocuklar bile başarır ama en gözükara kabadayılar silahsız ve korumasızken ekmek almaya bile gidemez. Korona bize korkmamız gerektiğini, korkmanın çok insani olduğunu anlatıyor. Gözle göremediğimiz virüse meydan okuyarak erkeklik şovu yapmak kahramanlık değil. Kahramanlık aslında kolay da: evde kalmak, sosyal mesafeye özen göstermek vs. Kendimizi ve çevremizi koruyabilen insanlar olmak da az iş sayılmaz. Bu süreçte kahramanlığın rezervasyonu bilim insanlarına yapıldı ve aşı ya da ilaç bulmaları bekleniyor.
Kahramanlık korkunun olduğu yerde mümkündür. Aziz Nesin’e göre korkuya rağmen insanın tutumun değiştirmemesidir kahramanlık. Nesin’e göre kahramanlık korkusuzluktan değil, “korkuya rağmen” yaşanabilen bir ruh halidir... Kahramalık varsa sahte kahramanlıklar da vardır... Mesela erkekler narsistik besinlerini kahramanlık üzerinden edinirler... Erkeklik tasarımlarını inceleyen Pierre Bourdieu, erkek egemen bir toplumda monoton ve süreklilik arz eden (hayvanları sağmak, tavukları yemlemek, bulaşık yıkamak gibi) işlerden kadınların sorumlu olduğunu, erkeğin ise ender ama sansasyonel işler yaptığını anlatır, hayvanları kesmek ve savaşmak gibi. Moderniteyle birlikte ava gitmek gibi sansasyonel işler ortadan kalktı. Kesim işleri endüstriyel hale geldi. Ama erkek iş üzerinden kahramanlık yapmayı bırakmadı. İş üzerinden kahramanlık mitolojileri yaratıldı. “Ekmek aslanın ağzında”dır ve erkek bu ekmeği almak için her gün yollara düşer. İşte bu kahramanlık ve sansasyon bugünlerde Korona’dan ötürü mümkün değil. Aslanlarla cebelleşip, onları her gün yenen bu kahramanların bazıları evde bir köşede oturuyorlar.