Covid-19 Her Derde Deva: Neoliberal Ekonomi ve Evrim

COVID-19 pandemisi gerekçe gösterilerek 50’den az çalışanı olan az tehlikeli işyerleri ile kamuya ait işyerlerinde iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi görevlendirme yükümlülüğü 2024 yılına ertelendi.

Murathan Mungan, eskinin çıkarsız dostluğu ve adanmışlığını, “Hani hepimiz arkadaşken, / Hani oyunlar tükenmemişken, / Henüz kimse bize ihanet etmemiş, / Biz kimseyi aldatmamışken” dizeleri ile anlatır.

Bilmiyorum bu satırlar sadece basit bir geçmiş nostaljisi mi? Yoksa sahiden çıkarın, bireyciliğin ve bencilliğin dünyasında ruhsal ve bedensel olarak yitip gittik mi? Ruhumuz gibi beden yapımız da uygulanan ekonomi politikalarının etkisiyle evrimsel bir dönüşüm mü geçiriyor?

Dikkat edin; neoliberal ekonomi politikalarının insani, sosyal ve moral değerlere yaptığı olumsuz etkiden söz etmiyorum. Öyle ya, bu etkisini zaten her gün yaşayarak acı biçimde deneyimliyoruz.

Sorum daha radikal: Neoliberal ekonomi politikaları acaba insanın genetiğine olumsuz bir müdahalede bulunuyor mu?

Biyolojik Homo Economicus

İnsan Genom Projesi, genetiğin “Kutsal Kâsesi”dir. Çünkü insan genom zincirinin bir tür “Rosetta Taşı” gibi tüm sağlık sorunlarımızın derdine derman olacağı öngörülmekteydi. Kanserden depresyona, kalp hastalıklarından otoimmün sorunlara kadar pek çok hastalığın şifresi ve dolayısıyla tedavisinin o genom zincirinde saklı olduğu düşünülmekteydi.

Barınma, sınıf, toplumsal cinsiyet, gelir, etnisite, iş, beslenme gibi sosyal faktörlerden daha önemliydi genler. Her şey orada yazılıydı ne de olsa. Kimin kanser olacağı, kimin şeker hastalığına yakalanacağı, kimin bir gün ansızın kalp krizinden öleceği o sihirli şifrelerde saklıydı.

Hal böyleyse o sihirli şifrelerin çözümü, bir o kadar sihirli ve elbette pahalı ilaçları var edecek, geliştirilecek ilaçlar sayesinde de ekonomi politikalarının yarattığı toplumsal eşitsizliklerin hastalıklara yol açması engellenecekti. Böylelikle sosyal belirleyiciler olarak tanımlanan faktörlerin insanın yaşamı üzerinde bir etkisi kalmayacaktı...

Liberalizme iman etmiş bilim insanlarının, “tarihin sonu”na benzer heyecanla karşıladıkları bu bilişsel devrimin kısa bir süre sonunda büyük bir sorunla malûl olduğu anlaşıldı: Genetik şifreler ve genetik kodlarda yaşanan mutasyonlar çevresel şartlardan doğrudan etkilenmekteydi. Daha önemlisi binlerce yıldır gözlendiği gibi tek yumurta ikizleri, aynı genetiğe sahip olsalar da birkaç özellikli durum dışında aynı hastalıkların pençesine düşmek zorunda değillerdi.

Yaşanan bu sorunlar epigenetik adı verilen bir konunun hızla gelişmesini tetikledi. Bu alanda yapılan araştırmalar, çevresel faktörlerin DNA dizisinde değişikliğe yol açmadan, genlerin ekspresyonunu etkileyerek kişinin hastalık durumunu belirlediğini ve bu etkinin kuşaklar arası aktarıldığına işaret etti. Yani kalıtımın DNA dizilerinde değişiklik olmadan da sonraki kuşaklara aktarılan bir yolu olduğu ve bu yolun sağlığın sosyal belirleyicileri denilen faktörlerle doğrudan etkileştiği görüldü.

Böylelikle insanı, sosyal faktörlerden azade biyolojik homo economicus olarak tahayyül etme hayali çöktü.

Neoliberal Evrim

Bilindiği üzere işletmenin kârını maksimize etmenin bir yolu çalışanların daha uzun süre ve (göreli olarak) daha ucuza çalıştırılması ise, diğer yolu da işletmenin maliyetlerinin azaltılmasıdır.

İşyerlerinin çalışanlara yaptığı ücret ödemeleri dışındaki en önemli maliyeti iş sağlığı ve güvenliği uygulamalarıdır. İşte bu nedenle ABD’de söz konusu uygulamaları düzenleyen OSHA, EPA ve FDA gibi kurumların bütçeleri 1981-1984 yılları arasında yüzde 11 oranında düşürüldü. Doğal olarak, bütçelerin azaltılması söz konusu kurulların işlerlik kapasitesini de azalttı. Örneğin ABD’de işyerlerinin sağlığa uygun biçimde çalışmasını denetleyen kurum olan OSHA, sınırlandırılan personel ve bütçesi nedeniyle her işyerini ortalama elli beş yılda bir denetleyebilme konumuna geriledi.

İşyeri denetimleri konusunda Türkiye’nin karnesini vermeye gerek yok sanırım. Konutların yoğun olduğu mahallelerde patlayan işyerleri, naylon çadırlarda çıkan yangınlarda yanan ya da tahtakurularıyla yataklarını paylaşan işçiler işyeri denetimleri konusunda yeterince fikir veriyor görmek isteyene...

Ancak yine de veriye dayalı konuşmak istersek; TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nun (İşçi Sağlığı ve İş Güvenliğini İnceleme Alt Komisyonu) 4 Nisan 2018 tarihli tutanağı durumu açıklıkla ortaya koyuyor: İş Teftiş Kurulu Başkan Yardımcısı Semih Özçakır’ın komisyona verdiği bilgilere göre, 2018 Ocak ayı itibarıyla Türkiye’de 1 milyon 853 bin işyeri var ve bunların 600 bini çok tehlikeli ya da tehlikeli sınıfta yer alıyor. Aynı tarih dikkat alınırsa, Türkiye’de 14 milyonu sigortalı işçi statüsünde olmak üzere toplam 22 milyon çalışan var. İşyerlerini denetlemekle sorumlu müfettiş sayısı ise 1.003. İş sağlığı ve güvenliği konusunda ise sadece 594 müfettiş var. Mevcut insan gücü ile yılda yapılan teftiş sayısı ise yaklaşık 10 bin.

Başka bir ifadeyle Türkiye’de faaliyette olan sadece tehlikeli ya da çok tehlikeli işyerlerinin sadece bir kez denetlenebilmesi için 60, tüm işyerleri içinse 185 yıla ihtiyaç var!

Yeniden neoliberalizmin “amiral gemisi” ABD’ye dönüp kaldığımız yerden devam edersek, yıllar içerisinde OSHA’nın çökertilmesiyle yetinilmediği ve bizatihi başkan düzeyinde girişimde bulunulduğu görüldü. Gerçekten de Başkan George W Bush döneminde Çalışma Bakanlığı, işyerinde çalışanların maruz kaldığı zararlı toksinlerin işyerindeki ölçüm biçimini değiştirdi. Bu değişim, OSHA’nın çalışanların maruziyetlerinin “sağlığa zararlı” olarak tanımlamasını zorlaştırdı. Yaratılan baskı ile kesin olarak kemik iliği, kan ve akciğer kanseri yaptığı bilinen zararlı maddelerin dahi izin verilen sınır değerlerini yükseltmek ve bu yolla işletmelerin maliyetlerini azaltmak hedeflendi (Chernomas R, Int J Health Serv, 2018).

Elbette bu politika tercihinin anlamı düne kıyasla daha uzun süre çalışan, nispi olarak daha az kazanan, üstüne üstlük iş ve gelir güvencesizliği yaşayan ve bu nedenlerle daha çok strese maruz kalan çalışanların, çalıştıkları işyerlerinde daha fazla zararlı maddeyle temas etmesi ve bu maddelerin çalışanlarda genetik sorunlara neden olması anlamına geliyordu.

Öte yandan artan bu maruziyetlerin epigenetik etkisi ilk başlarda hemen hiç kimsenin dikkate aldığı bir konu değildi. Ancak araştırmalar göz ardı edilen bu epigenetik etkinin insanlığın geleceğini etkilediğine işaret etmekteydi. Örneğin McGill Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmada, aç bırakılmış ya da az beslenmiş anne sıçanların yavrularının, açlık yaşamamış anne sıçanların yavrularına kıyasla daha fazla stres hormonu ürettiği ve daha yüksek düzeyde tansiyonları olduğunu ortaya koydu. Genetik etkileşimi ortadan kaldırmak için anne ile yavrular yer değiştirildi. Sonuç sürprizdi: Yeterli düzeyde beslenmiş annelerin yavrularının tansiyon ve stres hormon üretimi, aç bırakılmış sıçan annelerin bakımı altındaki yavrulara kıyasla çok daha fazla artış göstermişti.

Bu deneyin anlamı, eğer yeterli bakım görememiş (aile) ortam(ın)da büyümüşseniz ya da halen böyle bir ortamda yaşıyorsanız, sadece depresyon gibi ruhsal sorunlar değil, artan stres hormonları ve yüksek tansiyon nedeniyle aynı zamanda şeker hastalığına yakalanmanız, kalp krizi geçirmeniz ya da şişman olmanız da gayet olağandı. Kuşkusuz şişmanlığın yol açtığı her hastalık da sizde daha sık görülecekti.

Daha önemlisi söz konusu bu hastalıklar, epigenetik etkiler nedeniyle sizden sonraki kuşaklara da aktarılacaktı.

Tıpkı prostat, böbrek, yumurtalık ve bağışıklık sisteminde hastalıklara yol açan kimyasallara maruz kalan anne farelerin dördüncü ve beşinci kuşak yavrularında söz konusu maruziyetin yol açtığı hastalıkların daha sık görüldüğü gibi (Guerrero-Bosogna C, PLoS One, 2013)...

Tıpkı Nazi ablukası nedeniyle Kasım 1994 ile 1945 baharı arasında aç kalan Hollandalılar arasında doğum öncesi dönemde açlığa maruz kalan annelerin hem çocukları hem de torunlarında şizofreni, depresyon, yüksek tansiyon, koroner kalp hastalığı ve şeker hastalığının daha fazla saptandığı gibi...

Bu noktada bir kez daha dikkatinizi çekmek istiyorum: Hollandalı bu annelerin genetik olarak DNA’larında hiçbir değişme olmamıştı. Ancak sosyal ve çevresel bir faktör olan açlığın olumsuz etkisi iki kuşak sonraya epigenetik mekanizma ile taşınmıştı.

Özetle, neoliberal politikalar insan evrimini DNA dizilimi dışındaki bir yolla da etkilemekteydi.

“Sağlığı Seçmek Senin Elinde!”

Sosyal koşulların ve çevresel faktörlerin kuşaklar arası belirleyiciliğini ortaya koyan bu araştırmalardan sonra hâlâ insanlara dönüp utanmadan “Sağlık Senin Elinde!” nasıl denilebilir!

Anneanne ve babaannelerin yaşamları ve onların maruz kaldığı koşullar, DNA diziliminde fark yaratmasa dahi bugünü ve geleceği belirliyorsa, onların yaşadığı yoksunlukların bedeli torunların bedenlerinde hastalık olarak yansıyorsa, sağlık nasıl kişinin elinde olabilir?

Önceki kuşakların yaşadığı sosyal sorunlar, sonraki kuşakların hastalık yaratan ya da hastalıktan koruyan genlerin fonksiyonunu etkiliyor ve bu onların çalışıp çalışmamasını belirliyorsa nasıl olur da sağlık bireysel bir sorun olarak tanımlanabilir?

İki kuşak öncesinin yoksunlukları ve zararlı madde maruziyetleri ya da aksine olumlulukları kuşaklar sonrasına aktarılıyorsa, bu dünyada miras denilen sürecin, sadece mülk bazında değil, genetik ve beden düzleminde de aktarıldığını kabul etmek gerekli değil midir?

Tıpkı mal-mülk mirasında olduğu gibi epigenetik bu miras nedeniyle, hayat denilen sahneye çıkan kimilerinin kuşaklar öncesinden getirdikleri olumlu yönler nedeniyle şanslı, diğerlerinin ise baştan yenik başladıklarını ve bu avantaj/dezavantajları, hem kendi yaşamları hem sonraki kuşaklar boyunca da yaşadıkları bir hakikat değil mi?

Anneannesi aç kaldığı ya da babaannesi toksik maddelere maruz bırakıldığı için yeterince “şanslı” olamayan bir torunun, yaşadığı bu olumsuz etkiyi, hiyerarşik ve eşitsiz biçimde tabakalaşmış bir toplumsal yapıda daha da katlayarak sonraki kuşaklara aktaracak olması bir gerçek değil mi?

Nitelikli eğitim ortamına ulaşma, tütün başta olmak üzere sağlıksız ürünlerden uzak kalma, sağlıklı bir barınma ve çalışma ortamına erişme gibi durumların, aslında kuşaklar öncesinden gelen epigenetik açıdan “şanslı” ama haksız bir mirasın bugünkü dünyadaki yansımaları olduğunu ne zaman fark edeceğiz?

Daha fazla geç kalmadan fark etmeliyiz ki sağlık alanındaki sorunların çözümü mucizevi ilaçlarda ya da yaşam tarzındaki kişisel değişikliklerde veya hastanelerde daha çok tetkik yaptırmakta saklı değildir.

Aksine tek tek bireylerin kişisel sağlığı, toplumda uygulanan ekonomi politikalarının yarattığı eşitsizliklerin ortadan kaldırılması yoluyla kuşaklar arası eşitlikten geçmektedir.

Çünkü insanın hasta olmasının şifreleri, onun genetik koduna Tanrı tarafından yazılmamıştır.

Hastalık da sağlık gibi toplumsaldır...