Bazı anlar vardır, tüm inadımıza rağmen uyuyamayız. Bazen görünürde hiçbir sorun yoktur; yaşamımız travmasızdır, sevgi ve aşk çemberiyle kuşatılmış, güvenlikli; sanki hiç uçurum görmeyecek sonsuz bir bölgedir. Bazense, eğer hayatı ne olursa olsun, dolu dolu yaşamak hırs ve tutkumuz varsa, sıradan bir insanın bulaşmak istemeyeceği kadar, aşk ve dostluklardan parça parça kopup gırtlağımıza cam kırıkları gibi doluşan talihsizliklerle doludur. Uyuyamamanın, kendine kimi, ne zaman ve nerede seçeceği, talihin tesadüfi döngüsüne kalmıştır, bilinmez.
Bazen şanslıyızdır, bilinir bir sebebi olmamasına karşılık, tek bir gece gözümüz kan çanağına; vücudumuzsa bir organ eskisine döner fakat bu geçicidir, sağlıklı bir bilincin bir göz açıp kapamayla üstesinden gelebileceği türden tatlı bir basiretsizliktir. Bazense oldukça şanssızızdır. Gecenin, günü hiç doğurmayacakmış gibi uzun bekleyişinde, ezgili kilise çanları belleğimizin uzak beldelerinde karanlık dualara dalar; sıkışıp kalırız. Zaten çaresiz bir yara izine dönmüş yaşamımız, bir de uğursuzluk karabasanının döktüğü kezzapla acı ve işkence içinde oyulur, uykusuzluk hiç geçmeyecek; sıradan insanların şefkat dolu gündüzü hiç gelmeyecek gibidir. Bellek, uğursuz şüphelerle sersem olur. Yitirdiğimiz aşkın ihtimalleri kâbusun rengiyle kafatasımıza zamanın ağırlığını verir. Çözülememiş dostluk sıkıntıları, belki de büyük bir mazinin fay hatlarını derinleştirir. Geleceğin olanca kaygısı yetmezmiş gibi, bedenimiz şimdinin mengenesi ve geçmişin kaynar bellek suyunda cehennem ocaklarına düşmüştür.
Uykusuzluğumuzun basit bir sebebi olabilir, mesela yarın hafta başıdır ve iki gün sefahate dalmış etimiz; yarın günün taze ışıklarıyla yeniden dünya sorumluluğunu omurları kırılana kadar sırtlanacaktır. Yıldan yıla cesaretle bu ağır yaşam derdini taşımışızdır da, olur ya belki sadece yarın beklenmedik bir felaketle, sabrımız hiç gelmemecesine bizi terk edecek ve zayıf düşürecektir. Göz kapaklarımızın bir türlü örtülmeyişinin, kuş tüyü yataklarda uzanamayışımızın ardında zihinsel bir anomali, bizi uzun periyotlarla canımızdan bezdirecek biyolojik bir hastalık da olabilir.
Cioran ve Proust’ta, uykusuzluğun daha inatçı biçimleriyle kendini dayattığı kara bir talihsizlik vardır. Yazımız için bu iki isim önemli. Çünkü, onları insan olmanın tazelik ve normalliklerle dolu dünyasından ayıran bu zihinsel anomali, kendilerini çıldırtmamış ve sanatlarını, düşünsel yetkelerini onurlandırmıştır. Sağlıklı bir yaşamları olsaydı, şüphe yok ki, bu kadar inatçı yazarlar olmayacaklardı. Yaşamanın ve doğal bir döngünün içinde, gürbüz bir akışta bulunmanın, diğer insanlarla ortak bir yazgıyı paylaşıyor olmanın güven hissiyle, ortalama fakat hoş bir yaşam süreceklerdi ancak ifritlerini azdıran ve onları tarihselleştiren birer sanatları bulunmayacaktı. Değineceğim ilk yazar olan Cioran’ın uykusuzluğu çok keskin bir görünüm arz ederken, Proust’unki Kayıp Zamanın İzinde’nin yazım sürecine denk düşen bir tutku edimi düzeyindedir. Romancının uykusuzluğu, beni, 1914 yılından yazarın ölümüne dek kendisine hizmet etmiş Celeste Albaret’nin bu konu hakkında verdiği bir demeç sayesinde ikna etmeye yetti -yazının Proust bölümünde hizmetkârın ilgili beyanını aktaracağım. Yani ilk yazar hakkındaki değinmelerim uykusuzluk konusuna daha odaklı olacakken, ikincisi daha yaşamöyküsel nitelikte; uykusuzluğu bir yan öğe olarak kullanacaktır.
Emil Michel Cioran: Gençlikte Gelen Felaket
Cioran bir nevi taşralıdır. Ortaçağ’dan kalma, geçmişteki ismi Herrnannstadt olan bir Alman şehrinde, Sibiu’da büyümüştür. Babası, Raşinari köyünde papazlık yapan, aşırı dinsel hassasiyete sahip katı bir Ortodoks’tur. Babası Emilian’ın ebeveynleri Rumen soylularından olmalarına karşılık[1] yazarın ailesinin soylu bir geçmişe sahip olduğu söylenemez. Cioran, ne yüksek burjuvadır ne şatolarda, aristokratik çevrelerde ne de suareler (gece toplantıları) eşliğinde şatafat kazanan kibarlık çevrelerinde yetişmiştir. Onda bütün yazarlık yaşamına hakim kinik aşağılık kompleksinin, içinden çıktığı yurtla güçlü bir ilgisi vardır. Sadece o değil, memleketlileri Rumenler de Romanya’yı Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun bir yongası, tarihsel bir organı olarak görmek isterler: “Ya Transilvanya? Burada yaşayanların hepsi, hâlâ imparatorluk monarşisinin âlemindeydiler, bu bugün bile unutulmamıştır, hem bu tarafta, hem Yugoslavya'da.”[2]
Bir aile fotoğrafı. Babası, Emilian Cioran, soldan ikinci. Annesi Elvira, sağdan birinci ve Cioran onun yanında, sağdan ikinci. Aurel ve Emil Cioran Koleksiyonu, ASTRA Kütüphanesi, Sibiu. Cultural-opposition.eu‘dan alındı.
Yazar, ondan kaçacak kadar varlığına karşı tedbirli davrandığı yurdunu; içinde piştiği şehri Sibiu’yu bir Rönesans kenti gibi anlatır. Çocukluk anıları, ilk gençliğindeki felaketine kadar, oldukça pastoral izlenimlere sahiptir. Transilvanya bölgesinin kasavetinden çok Rumen köylülerinin saf bilincinden gelen bir coşkuyla anar geçmişini:
Romanya’da en başta sevdiğim şey, aşırı derecede ilkel tarafıydı. Tabii ki uygarlaşmış insanlar vardı, ama benim tercih ettiğim kimseler okuma-yazma bilmeyenlerdi... Yirmi yaşıma kadar en sevdiğim şey, Sibiu’dan ayrılmak ve dağlara gitmekti; çobanlarla, bütünüyle cahil köylülerle gevezelik etmekti.
Santa’da bir çoban vardı... Muazzam bir şekilde mutlu... O, gerçekten benim dostumdu... Onda mutlak bir masumiyet vardı. Ama tamamıyla uygarlığın dışında... İfadesinde, yüzünde çok saf bir şey vardı. Ne bir köyde ne de bir şehirde yaşamış bir adamın ifadesi.[3]
Ta ki dünyası başına yıkılana dek. Lise yıllarında, henüz on altı, on yedi yaşlarındayken, bütün yazarlığını katmerleyecek güçlü fakat kara talihli bir deneyim yaşayacaktır. Yedi sene sürecek bir uykusuzluk: “On yaşında liseye gitmek için bu köyden ayrılmam gerektiği vakit, büyük bir felaket duygusuna kapıldım. En beteri ise, on altı, on yedi yaşında başıma geldi. Gençliğim gerçekten bir felaket oldu. Uykusuzluk çekmeye başlıyordum.” “… yedi yıl boyunca neredeyse hiç uyumadım.”[4]
Ailesi, oğullarının bu umut vaat etmeyen, gece yürüyüşleriyle uzayıp giden haline tanık oldukça, bir çaresizlik hissine kapılır. Bükreş’te bir halk kütüphanesinde, tedavi olmasını isteyen kız kardeşine Pascal’in verdiği yanıtı okuduğunda on altı, on yedi yaşlarındadır, onun bu dediğinin kendi yaşamıyla müthiş bir uyumu olduğunu keşfedip allak bullak olur: ‘’Sağlığın mahzurlarını bilmiyorsunuz, hastalığın da avantajlarını.’’[5] Ki yine kendisinin paylaştığına göre bir uykusuzluk hastasının iyileşmemesi halinde intihar etme olasılığı çok yüksektir, kendini öldürenlerin çoğu uykusuzlardır; düşünür bunu bir istatistik değil, felsefi bir olgu olarak sunar; bilinçli olma bedbahtlığına yakalanmış gözü açık kişi, elbette hep ölümün sınırlarında dolaşacaktır. Hatta Cioran, bir ikindi vakti, annesine ‘’Artık dayanamıyorum,’’ diye serzenişte bulunacaktır. Bükreş Üniversitesi’ndeki lisans eğitimini bitirmesine, bir felsefe öğretmeni olabilecek yetkinliğe sahip olmasına karşılık, baykuş gibi aylak aylak, tekinsiz Sibiu sokaklarını turlayan bu gencin basiretsizliği, annesinin kürtaja mesafeli Ortodoks hassasiyetini kendi kendine çiğneyip atmasına da yetip artmıştır: ‘’Böyle olacağını bilseydim, kürtaj yaptırırdım!’’[6] Yazarın aktardığı anekdota göre, gecenin o vaktinde sokaklarda rasgelebildiği tek insan tipinin fahişeler olması da ilgiye değerdir zira düşünür, bu zamanlarda ilk defa tanıklık ettiği fahişe düşkünlüğüne benzer bir hissi yazarlık hayatında yayınevi yönetmenlerinin kuralcılığı ve eserlerine kıymet biçmeyişi karşısında tecrübe edecektir. Cioran’ın elli üç yıllık hayat yoldaşı Simone Boué’nin yazar hakkında paylaştığı bir anekdot bu durumu belgeler: ‘’… en sonunda Claude Gallimard’ın bürosuna varıyormuş. Kendini hiç kimsenin odaya beraber çıkmak istemediği ve kerhânenin mamasıyla göz göze gelemeyen orospu gibi hissettiğini anlatıyor.’’[7]
Geceleri iblis gibi ve gözü açık bir biçimde, akşamüstü saat sekizde beklediği gibi, günü bekleyen birinin bu aylaklığı yüzünden bir meslek yaşantısını içselleştiremeyişi kaçınılmazdır. Bir dönem, Braşov Lisesi’nde felsefe öğretmenliği yapsa da bu uzun sürmeyecek, geceki huzursuzluğuna karşılık gündüzleri toplumsal bir persona inşa etme çabasının gülünçlüğüne daha fazla katlanamayacak ve Bükreş Fransız Enstitüsü’nün verdiği bursla ömrünün sonuna kadar kalacağı Paris’e gidecektir: ‘’… öğretmenlik yapamıyordum; çünkü bütün geceyi uykusuz geçirdikten sonra, öğrencilerin karşısında soytarılık edemezsiniz, sizi ilgilendirmeyen şeylerden söz edemezsiniz.’’[8]
Kasıtlı bir tercih midir bilinmez, düşünürün lisans tezi Bergson üzerinedir. Metafizikçinin üzerine durduğu en temel kavramların zaman ve süre olduğu bilinir. Cioran’ın deneyimlediği türden bir sürekli uykusuzluğun ölüm arefesinde, zamanın ortadan kalkacağı, tarihin ve kronolojinin de yitirilebileceği öngörülebilir. Zaten düşünür, sistematik bir yazınsal yaşamın taşıyıcısı olmamış; bütünlüğe değil, parçaya önem vermiştir. Onun bu parçaya odaklanan ve aslında gececil bir sayıklama gibi, hiç durmadan sadece birkaç konu etrafında dönüp dolaşan çeşitlemeci üslubu hayat arkadaşı tarafından da aktarılır: ‘’Cioran aynı konu üzerine çeşitlemelerden başka hiçbir şey yazmamıştır…’’[9] Yazar, uykusuzluk dönemlerinde farklı, insandan uzak, başka bir zamanı tecrübe ettiği kanısını paylaşır ve böylesi bitimsiz bir anda, insanlığa ve tarihe olan güvenin çoktan yıkıldığına değinir. Yıkılır çünkü, tarihi diri tutacak ülküsel ütopyalar için zamanın kronolojik akışına muhtaçlık söz konusudur. Oysa bilinç gecenin içinde tekleyip bütünlüğünü yitirirse, günü ve tarihsel periyotların dinamosunu diri tutacak motivasyon da ortadan kalkar. Uykuyla zamanın periyodik ve oldukça talihli bir görünümüne, gündüz düşüne uyanmaya alışmış gürbüz zihin sakatlanır ve böylece tarihselliğini yitirir, o artık kendini bir biçimde ayakta tutabilmiş ifritli yaşamsal yetenekleri ve biyolojik yeterliliğinin antropolojik hurdasına dönmüş bir beden eskisidir: ‘’Kesinlikle inanıyorum ki, insanlığın uyuması engellenseydi, benzeri görülmemiş katliamlar olurdu, tarih biterdi.’’[10] Cioran’ın parça-bütün ilişkisinde manevi olarak tarafı olduğu sosyolog da, bu bağlamda George Simmel olacaktır. Hegel gibilerinin metafizik sistematiğini küçümseyecek, Husserl’daki bilimsel rasyonalizmi daha savurgan bir mantıkdışılığa, sözgelimi Kierkegaard’nun fideizmine değişmek isteyecek ve Heidegger’den bahis açıldığında, onun Varlık ve Zaman’daki engin felsefi sözdağarcığını hor görerek, böyle bir dil geliştirmekle kendisine neyden kaçınılması gerektiğini öğreten sözsel bir mucitliğe başvurduğunu söyleyecek; hakkında, böylesi bir dil meydana getirmekle, ussal kategorilere uygulanamaz bir aşırılığa kaçtığı yönündeki eleştirileri de ister istemez onaylamış bulunacaktır.[11]
Cioran, taze ışıklarıyla uykusundan silkinen çakırkeyf bir gündüzü, rüyasından uyanan bir insanın sabahını yitirmenin insanda manevi bir duyguya zoraki bir eğilim sağlayacağını iddia eder. Yazar, Rusları; Çehov ve Dostoyevski gibilerini özellikle okumuştur. Bu iki yazarın edebiyat tarihindeki önemleri, pesimistik duyguların denek taşı olabilmelerinden kaynaklıdır. Bilhassa Dostoyevski’deki uykusuzluk buhranlarının felçli izlerinin gayet farkında olan düşünür, ondaki bir noktayı özellikle diğerlerinden ayırt eder: Ona göre Rus yazarda, gececil bir sorgulamadan, zamanın üstesinden gelinen bir anda, her kuşkuya hakim bir sınır ötesi gibi gölgesini zihne taşıran aşkın bir unsur olarak Tanrı’nın sezgisine vâkıf olmanın, bunu iman taşımayan birinin tutkusuyla keşfetmenin bütün çileleri vardır ve bu, eserlerinde uzun uzadıya anlatılmıştır. Bir tek Dostoyevski, bu gayri imani çilenin akrepleriyle oynamasını bilmiştir. Cioran, onun roman karakterleri, bilhassa Kirilov’uyla özdeşlikler kurabildiğinden bahseder: ‘’Dostoyevski’yi bu kadar sevmemin nedeni budur. İman olmaksızın yaşanan vecdleri tasvir etmiştir. Kirilov’dur bu; sara hastasıdır; Dostoyevski’deki bütün saralılar imansız vecdi yaşarlar. Ben de, sara hastası olmadan, tam anlamıyla dini vecdleri anlamanızı sağlayan bu vecdleri yaşadım.’’[12]
Düşünürün uykusuz gecelerinde artık üstesinden gelinemez bir çile duygusu iyiden iyiye kendini göstermeye başlar. Yazar, Gözyaşları ve Azizler’in (Des larmes et des Saints) tamamen bir uykusuzluk bunalımının sonucu olarak meydana geldiğinden bahsedecektir. Aviveli Azize Teresa’nın Hayatmın Kitabı adlı eserini tam beş defa okumuştur; Alman kadın filozof Edith Stein’ın yaşamöyküsünden çok etkilendiği bir döneme denk düşer kitabın yazımı. Bu kadınların örneklerinde olduğu gibi, ancak benzeri mistiklerin böylesi bir buhranı idrak edebildiğinden bahseder Cioran. Göze uykunun tek bir damlasının bile erişmediği tükenmez gecelerde, uyuyamayan kişi derin bir monoloğa kapılacaktır. O anki uğursuz yalnızlığı, artık kendisine ait bir şey olmaktan çıkıp Tanrı ile söyleşmenin acıklı bir tiradına dönüşecektir. Gözyaşları ve Azizler’in akıbeti pek iyi olmamıştır. Başlangıçta yayıncısı eseri basmak istememiş, yapıt daha sonra basıldığında ise kötü bir şöhret bırakmıştır. Yazara göre kitap tanrıtanımazlığın değil, derinine işlenmiş bir maneviyatın temsilidir. (Bükreş’teki yayıncısının, eseri ‘’Ben servetimi Tanrı’nın sayesinde kazandım, kitabınızı yayımlayamam,’’ diyerek basamayacağını söylemesi üzerine, düşünür ‘’Ama bu derinlemesine dinî bir kitap,’’ diye karşılık verecektir.[13])
Renzo Rubinelli. Cioran ve Simone Boué, Rodeon Sokağı, 8 Nisan 1988, Paris. Fotoğraf revue-alkemie.com’dan alındı.
Hayat arkadaşının hakkında verdiği demeçlerden biliyoruz ki Cioran, sürekli acı çeken biri olmakla beraber sohbetlerinde argo ve espriye de düşkündür: ‘’Cioran konuşurken, ağzından dakika başı bir küfür çıkardı. Rumence bir sürü küfür bildiğimi tahmin edersiniz, böyle öğrendim, doğrudan işite işite. Camus’nün ona dediklerini -bir karşılaşmalarında Camus kendisine ‘Artık gerçekten fikirler alanına girmeniz gerek’ demiştir (y.n.)-[14] Liiceanu’ya anlatırken bir küfür etti, çevirmen de ‘Hass.ktir git!’ diye çevirmişti.“[15] Onun çileci bir portre çıkarmanın ötesinde, uçarı bir kinik; bir alaycı olduğunu da unutmamalı. Ayrıca, birçok sanatçının ve düşünürün ilgi gösterdiği gibi o da, gezmeye ve yürümeye özel bir ilgi gösterir. Uykusuz gecelerinde basiretsiz birçok yürüyüş yapmasından başka, Nietzsche üzerine yapacağı yüksek lisans tezini iptal edip bisiklet turuna çıkacak, hayat arkadaşıyla kilise meydanında kamp kuracak kadar da yaşama ilgili birisidir: "… Nietzsche’nin etiği üzerine bir şey, ama bunu yazmak aklımdan geçmiyordu. Bunu yapmak yerine, bütün Fransa’yı bisikletle katettim.’’[16] ‘’Bisiklete çok düşkündü... Cioran yorulmak nedir bilmiyordu.’’ "... Gironde Irmağı’nın ağzında, denize yukarıdan bakan Talmont’un harikulâde Roman kilisesinin meydanında kamp kurduğumuzu hatırlıyorum.’’[17]
Uykusuzluğunun bir felaket gibi boy verdiği ilkgençlik dönemlerinde, daha 22’sinde, bütün bir sistematik Batılı felsefe geleneğini karşısına alıp ona karşı parçacı bir iddianame sunduğu eseri olan, ilk yapıtı Ümitsizliğin Doruklarında (Pe culmile disperarii), yazarın intihar hedefini gerçekleştirmesi için konulmuş ilk basamaktır aynı zamanda ama onun yazın yaşamında yazdığı her kitap, ölümünü geciktiren bir değere sahip olur. Düşünürün, gülünçtür ki, okurlarınca bir intihar psikoloğu derecesine indirgendiği bile olur (bir söyleşisinde aktardığı bir anekdot:
Bakın, bana ara sıra telefon eden bir arkadaşım var: İntihar etmek istiyor... Ödlek bir biçimde, “Psikiyatra sorun,” dedim... “Peki geçen sefer niye etmediniz?” diye sordum ona. “Çünkü ayaklarımın kirli olduğunu gördüm, onları yıkayacak mecalim yoktu…” dedi. Banyoda hapları içeceği sırada karısına yakalandı ve kadın ilkyardımı aradı. İlkyardım beş polis memuruyla birlikte geldiği zaman, “Ama ben... metafizik nedenlerle kendimi öldürmek istiyordum,” dedi. Polisler de, “Yok, hayır, biz buraya başka nedenlerle geldik,” dediler.[18]
Cioran bunları içli bir tebessümle aktarırken yazdıklarının sonucu olarak eylemsel bir uygunlukla hayatını sonlandırma cesareti gösteremeyişinin ödlekçe bir şey olduğunu gizli de olsa, birçok cümlesinde itiraf edecektir, dikkatli okur bunu kolayca sezer ama çoğu kez, yazmanın ona hayata katlanma gücü verdiğinden, intihar fikrinin ise dünyaya atılmışlık trajedisine karşı zihnin uydurduğu müthiş bir çözümü ifade ettiğinden, bu yönüyle savunulması gerektiğinden, hatta okullarda, öğrencilere ‘’Bakın, ümitsiz olmayın, istediğiniz zaman kendinizi öldürebilirsiniz,’’ diye söylenilmesi gerektiğinden bahseder.[19]
Ümitsizliğin Doruklarında’nın Rumence bir baskısı, 1934. Kapak historic.ro‘dan alındı.
Yedi yıl gibi oldukça uzun bir süre, her şeyi hatırlamanın kuzguni imgeleriyle dolup taşan bu tuhaf zihin, ihtiyarlığında bir alzheimer hastası olarak, 1995 yılında ölecektir; bu garip son yazgının bir insanın hayatını örerken ne kadar absürt talih noktaları oluşturabildiğinin bir delili olarak da anılabilir.
Marcel Proust: Belleğin İkinci Yaşamı
Uykusuzluğun cinleriyle dolu bir başka yaşam da, elli bir yıllık ömrünü tek bir eserin tamamlanmasına adayarak, ölümünü yarattığı kurguyla ikame eden Proust’unkidir. Bir yaz günü, 19 Temmuz 1871’de, bir Paris banliyösü olan Auteuil’de doğan Proust’un, onun hastalıklı yaşamına sanki yazgının sırf karşıtlık oluştursun diye sunduğu, klinik şefi olarak çalışan doktor bir babası vardır. Annesi ise Yahudi asıllı zengin bir borsacının kızıdır. Ailesi, ne aristokrattır ne de aşağı bir sınıf; inançlı, Katolik bir yüksek burjuva portresi çizerler.
Yazar, yaşamı boyunca, bir huzursuzluğu takip eder gibi, Paris içinde birden fazla ev değiştirmiştir. Çocukluğunu ise, başyapıtı Kayıp Zamanın İzinde’de Combray diye modelleyeceği, büyük amcasının evinin bulunduğu yörede geçirmiştir. Proust ailesi, bu evin bulunduğu Illiers’e tatillerini geçirmek için periyodik olarak gideceklerdir.
Tıpkı Cioran’da olduğu gibi, bellekte cıvıltılı neşe izleri bırakan çocukluk ve ilkgençlik, bir felaketin ilk kıpırtılarıyla Proust’ta da kendini erken dönemlerde gösterecektir. (Azizler-azizeler, Dostoyevski ve Pascal gibi inanç bunalımı yaşayanlar ve Shakespeare’den başka Cioran’ın favori isimlerinden birisinin de, gençliğinde çok fazla okuduğu Proust oluşu ilginçtir.) Yazar, 1881 ilkbaharında Boulogne ormanından eve dönerken Champs-Elysees’de ilk astım krizini geçirecektir. Bu üst solunum yolu hastalığı genç sanatçının öğrenimini de büyük ölçüde, olumsuz bir yönde etkileyecektir. Astımı nedeniyle sık sık okula gidemeyen yazar, lise ikinci sınıfı da sırf bu yüzden yeniden okumak zorunda kalacaktır.
Lisedeki felsefe öğretmeninin yönelimleri, yazarın üslubu ve yaşam görüşünü de etkileyecektir. Hayranlık duyduğu Alphonse Darlu, laik bir tinselcidir. Yine aynı dönemlerde etkilendiği bir başka isim, Türkçede Yahya Kemal ve Abdülhak Şinasi gibilerinin de fikir dünyasını şekillendirmiş olan Maurice Barres’tir. Yazar, tıpkı Baudelaire ve şairin çağdaşı birçok bohem sanatçı gibi kibar fahişelere; kurtezanlara düşkündür. Hatta, 1888’de dönemin ünlü bir kibar fahişesi olan Laure Hayman’a, yine tıpkı Baudelaire’in Kötülük Çiçekleri’nde kendisine şiirler derdiği yosma ve metreslere tutulduğu gibi, platonik bir aşkla tutulur. Aynı dönem, Mart 1889’da, anılarının bahçesi olan Illiers’de, babaannesi ölür.
Proust’ta, zevkçilikleri ve dünyayı fazla fazla tatmak telaşları yüzünden başlarından felaket ve entrikalar eksilmeyen soylular veya yüksek burjuvaların hedonist ahlâkı var gibidir ancak hassas tabiatı, savurgan bir yaşam sürmesine el vermez. Siyasal Bilimler Özel Okulu’na ve Hukuk Fakültesi’ne kaydını yaptırır. İlk yazılarını yirmi yaşında yazmaya, Parnasselar ve Kanaklar Akademisi çevrelerine girmeye başlar. Yazar müzikli salon toplantılarına, resim sergilerine ve suarelere düşkündür. 1894’te, Madeleine Lamaire’in salonunda genç müzisyen Reynaldo Hahn ile tanışır ve o sırada kendisi yirmi üç, Reynaldo ise on dokuz yaşındayken, iki sene sürecek tutkulu bir dostluk yaşar, yaz aylarını Revellion Şatosu’nda birlikte geçirirler.
Proust’un yaşamı; sanat, aşk ve eğlencenin katmanlarıyla pekişmiş, kalifiye bir yeğinlik taşır taşımasına ama hastalığı da ince ince onun belleğini sarsar, yaşam kalitesini düşürür. Şimdilik yataktan çıkılmayan, hiç uyunulmayan uğursuz vakitler henüz uğramamıştır ama çok da uzakta değildir. Mazarine Kütüphanesi’nde, bir bibliyomanı tatmin edecek cinsten bir meslek yaşantısı edinmesine rağmen, hastalığı sürekliği nüksettiği için istifa etmek zorunda kalır.
Chardin, Rembrandt, Moreau üzerine birçok makale kaleme alan Proust, bir resim tutkunu olarak, görsel bir yazardır. 1900 Nisan’ında seyahat için gideceği Padova’da Rönesans sanatçılarından Giotto’nun Scrovegni Chapel’deki fresklerini seyredecek ve çok etkilenerek daha sonra Swann’ın Bir Aşkı’nda bu seyrinden bahsedecektir. 1902 yılında Lahey’de, bir sergi gezintisinde ilk defa gördüğü Vermeer’in Delft Manzarası isimli tablosuna hayran kalır. Delft, Rönesans ressamları bakımından dikkate değer bir bölgedir.
Resim tutkusunun yanında edebiyat eleştirisi ve deneme türlerine oldukça meraklıdır. Kendisi de birçok deneme ve portre yazısı yazmıştır. Ruskin, ilgilendiği eleştirmenlerden biridir. Onun Sesame and Lilies (Susam ve Zambaklar) adlı yapıtının çevirisiyle meşgul olacaktır bir dönem.
Robert de Montesquiou’nun bir fotoğrafı. Proust ile ilgili bir sergi kataloğundan. Fotoğraf gallica.bnf.fr’den alındı.
Yazarın yaşamındaki dönüm noktası, yani felaketi sevdiklerini kaybetmesiyle başlar. 25 Eylül 1905’te annesi Madame Jeanne Proust elli altı yaşında nefritten (böbrekte görülen iltihap) hayatını kaybettiğinde Proust, Kont Robert de Montesquiou’ya gönderdiği mektupta (bu kişi, yazarın Charlus karakteri için model aldığı bir dekadan, kendi döneminin önde gelen bir dandysidir. Dandy, özellikle İngiltere ve Fransa gibi Batı Avrupa ülkelerinde ortaya çıkmış, sınırda gezinen estet kişiliği ve toplumsal ahlâka karşıt özellikleriyle kolayca şöhret olmuş, entelektüel bir erkek tipini tarif eden, bir on dokuzuncu yüzyıl kültüdür. Oscar Wilde ve Lord Byron gibileri, bu özellikleri karşılayan kimseler olarak anılırlar) ‘’Yaşamım artık o biricik amacını, biricik tatlılığını, biricik aşkını ve biricik tesellisini yitirdi,’’ diyerek üzüntüsünü paylaşır.[20] Ondaki anne aşkı, Cioran’da herkesçe seçilemeyecek gizli kapaklı anne sevdasından ötedir. Yazar, annesini bütünüyle yaşamının amacı olarak görürken Cioran onu yalnızca Bach dinlediği için papaz babasının katı inançlılığını sağaltan bir unsur olarak görür. Proust, daha sonra, ölümüne dek efendisine hizmet etmiş ve onun başyapıtının oluşum sürecinin büyük bölümüne tanık olmuş, hatta roman taslakları ve fikirleriyle kaynaşan not defterlerini yazara temin ederek, dolaylı da olsa, bu büyük yapıtın yazımına iştirak etmiş hizmetkârı Celeste Albaret’e, ‘’Anneciğim ölürken küçük Marcel’i de yanında götürdü,’’[21] diyecektir. Yazar için anne, belleğin tatlı şefkatini hissettiren, yapıcı bir dişil unsurdur ancak Madame Jeanne’nin ölümü, onda derin bir tesir bıraktığı için aklı ve bedeni iyice zayıflayan Proust, Boulogne-Billancourt’daki Doktor Sollier’nin kliniğine yatar ve burada altı hafta tedavi görür.
Kayıplar sürer ve dayısı George Weil, 1906 yılının Ağustos ayında yaşamını yitirir. Bunun üzerine yazar, dayısının Haussmann bulvarındaki dairesini kiralar ve buraya yerleşir. Bu yitimle beraber, sanatçının belleksel takıntıları iyice azacaktır. Daireyi asıl tutuş sebebi, bu bağlamda ikna edici fikirler sunacaktır okura: ‘’Çok çirkin, toz içinde, ağaçlar arasında bir apartman dairesi burası; yani benim uzak durduğum her şey var burada; böyle bir daireyi kiralamamın nedeniyse, annemin tanımış olduğu yerler arasında bulabildiğim tek yerin burası olması.’’[22] Ondaki bu dönüm noktası, Kayıp Zamanın İzinde’nin yazım serüvenini teşvik eder. Denemeyle roman türü arasında oldukça kararsızdır. Radarına takılmış ve estetik eleştirilerini değilleyeceği bir diğer eleştirmen Saint Beuve üzerine çalıştığı inceleme yazısı; araya belleğin oyunlarının da katılımıyla daha geniş, romanesk bir perspektif kazanır:
Üstünde çalışmakta olduğum/ soyluluk üstüne bir inceleme/ bir Paris romanı/ Sainte-Beuve ve Flaubert üstüne bir deneme/ kadınlar üstüne bir deneme/ Pederasti (oğlancılık. y.n.) üstüne bir deneme (yayımlamak öyle pek kolay değil) / vitraylar üstüne bir deneme/ mezar taşları üstüne bir deneme / roman üstüne bir deneme var.[23]
1909’da bu ikilemin nihayeti, büyük yapıtının birinci cildinde yer alacak Combray bölümü ile Le Temps retrouve (Yakalanan Zaman) adlı son cildin taslaklarının yaratımına kadar uzanacaktır.
Ve zamanı gelmiştir, karar verilmiştir ki roman taslak formundan yazınsal bir gerçekliğe kavuşmaya başlar. Tabii bu karara, belleğin saf bir şekilde, kendini dışarıdaki engellerden soyutlama isteği eşlik edecektir. Romancı, dayısından kalma evinin duvarlarını sese karşı mantar panolarla kaplatır. Belli ki Proust, sosyal olarak bir arada olma hissinden kültürel bir haz alan romancıların kalabalığın içinde yazma tutkusundan değil, mizofonik bir dikkatle (mizofoni, sesten nefret etmektir; mizofonik kişide, çevresel seslere karşı bir aşırı algılama durumu söz konusudur) hafızanın havuzuna gömülüp orada motivasyon sağlayan münzevi yazarlardan taraftır. Bu tercih veya yazgı oyunu, bedenin atıllaşmasını da kaçınılmaz olarak yanında getirecektir. Romancı gece gezmelerini sevmesine karşılık, topluma ve soylu çevrelere karıştığı her ânı sanatının bahanesi olarak algılayacak üslupçu bir dikkate sahiptir. Öyle ki, hizmetkârı Celeste’ye bu suarelerden dönüşlerinde bahsettikleri, onun yazınsal amacını anlamamıza yardımcı olmaya yeter: “… eve döndüğünde benimle konuşurdu, derdi ki: ‘Bu akşam filancanın üstünde bir aptallık vardı! Şunu şunu anlattı. Hanım çok iyi giyinmişti, kendini göstermek istiyordu. Zekice davrandı ya da zekice davranmadı.’ ... Ben kendisine onun kesinlikle çiçekten çiçeğe konup polen toplayan, sonra da bal yapmak için geri dönen küçücük bir arı olduğunu söylerdim. Bana her şeyi anlatması bittikten sonra da ‘Ah! Mösyö,’ derdim, ‘bu akşam ne kadar da uzun çözümlemeler yapacaksınız!’ O da gülümserdi ve bana ‘Kim bilir, belki,’ derdi...”[24]
Swann’ların Tarafı’nın (Du côté de chez Swann) elyazması. gallica.bnf.fr’den alındı.
Swann’ın Bir Aşkı ile Guermantes Tarafı’nın kaleme alındığı bu dönemlerde yazarın bu mizofonik dikkati, bana, muhtemelen kendisinin de pek severek okuduğunu tahmin ettiğim Huysmans’ın Tersine romanındaki Esseintes karakterinin inatçı münzeviliğini hatırlatır. Esseintes, tıpkı Proust gibi kilise, katedral estetiğine, katolisizme, bir sanat eleştirmeninin gözüyle, dindışı bir tutku besler ve yazarına, bunlar hakkında uzun pasajlar yazdırır. Eser, neredeyse bir deneme formundadır; Proust’un da ciddi bir deneme yazarlığı olduğunu hesap edip katedraller hakkında inceleme yazıları yazdığını düşünürsek, biri monografik diğeri kurgusal bu iki karakter arasında kuracağımız bağıntı zorlama olmayacaktır. Tersine’deki Esseintes’in en belirgin özelliği, her şeyden vazgeçip kendini bir kır evine kapatması ve burada sıradan yaşamın bütün rutin öğelerinden soyutlanarak âdeta kafasının içinde estet bir yaşam sürmeye girişmesidir. Sormalı ki, bununla, yaşam amacını yitirdiğini söyleyen Proust’un ölümüne dek yaşayacağı bir daireye çekilip belleğinin içinde bir sanatçı yaşamı sürmesi arasında ne fark vardır? Görünüşteki tek fark şudur: Esseintes, tiksinir ve ne gelecekte ne de geçmişte bir neşe duyar, bir mizantrop olarak kırdaki bir evi seçer ama Proust, her şeye rağmen, artık yitirilmiş anların sevinciyle, insanların içinde, şehirde yaşamını sürdürür. Esseintes’in Paris’i heyulanidir (Tersine romanının XVI. Bölümü’nde, yaşadığı aşırı münzevi hayat yüzünden sağlığı iyice bozulan başkarakter için doktoru, Paris’e dönmesinin elzem olduğunu belirtecektir. Esseintes için Paris ‘’bir salaklık iklimidir’’. Devam eder: ‘’Kendisi gibi, düşte sürgün olmayı, düşte tutuklu kalmayı deneyecek bir adam tanıyor muydu? Bir tümcenin inceliğini, bir resmin derinliğini, bir düşüncenin özünü değerlendirebilecek bir adam, ruhu Mallarmé’yi anlayacak, Verlaine’i sevecek kadar gelişmiş bir adam tanıyor muydu?’’[25]); Proust’unki ise belleksel.
Yazdığı eleştiri ve portre yazılarında, üzerinde çalıştığı kitaplarda, kendisine bir biçimde yakın gördüğü entelektüellerle bir özdeşleşme ihtiyacı sezilir. Oturganlığı ile meşhur Flaubert hakkında 1920’de ‘’A propos du ‘style’ de Flaubert’’ (‘’Flaubert'in ‘Üslubuna’ Dair’’), ölüm tutkusu gayet ortada olan şair Baudelaire hakkında ise 1921’de ‘’A propos de Baudelaire’’ (‘’Baudelaire Hakkında’’) isimli yazılar kaleme alır. 1922 ilkbaharında başyapıtına ‘’Son’’ sözcüğünü yazdığını ve ‘’Artık ölebilirim,’’ dediğini aktarır hizmetkârı Albaret.[26] Anıların da yitirilmesi, büsbütün akıtılmasıyla çoktan tüketilmiş bir yaşamın akıbeti ölümden başka nedir?
1922’nin Ekim ayının başında, Beamontlarda katıldığı bir toplantıdan sonra, bronşiti artar ama tedavi görmek istemez (bu haliyle Pascal ve Cioran’ı anımsatır). Hastalığı ilerler, bronko-pnömoniye (bir alt solunum yolu enfeksiyonu) dönüşür. Aynı yılın 17 Kasım gecesinde, kendini biraz iyi hissettiğinde, romanındaki yazar Bergotte karakterini öldürmesi yapıt-yaşam uygunluğu açısından manidardır. İyileşmemek ve ölümünü yapıtının tamamlanışına denk düşürmek gibi hastalıklı tutkulara sahip Proust’un yaşamöyküsünde başka gariplikler de eksik olmaz. Eğlence ve sanat kadar hayatına hakim olan bir diğer unsur da aşktır. On beş kere nişanlanmasına karşılık hiç evlenmemiş, yalnız kalmış; aşkın tutkulu ve kısacık ömrünü, düzenli ve sevgisiz uzun bir birlikteliğe tercih etmiştir. Bu tavrıyla, dehaların yalnız oldukları yönündeki entelektüel söylencesini de âdeta doğrular. Ölümüne dek, evinde ona eşlik eden kişi ne bir anne ne de bir sevgilidir, biricik hizmetkarı Celeste’den başka hoşnutluk duyduğu biri yok gibidir artık.
Yazar için, yazın üslubunu özyaşamöyküsü üzerine kurmuştur diyebiliriz. Şüphe yok ki, şayet bir deneme yazarı olsaydı, eleştirilerini de tıpkı Beuve gibi yine otobiyografi üstüne kuracaktı (Beuve, otobiyografik eleştiri türünün kurucusu olarak anılır). Anılarını, artık yitirilmiş olanların buğusunu yırtarak tarihselleştirmek isteyen romancı, aralıksız bir çaba içindedir; hastalığı günden güne onu zayıf düşürmesine karşılık, doğallık ötesi bir çabayla tüm varlığını eserine adamıştır. 1909-1922 yılları arası, zihindeki anısal tasarımın sanat biçemine uygulandığı upuzun bir dönemdir.
Tam bu noktada belirtmeli ki, uykusuzluğun dramatik bir yönü de vardır ve pek yoğundur. Cioran’daki gibi sinirsel bir felaket değilse bile trajik yaşam örüntülerinin doğurduğu duygusal bir nevroz yanı da vardır. Hasta sanki, uyuyamayışını kazıya kazıya elde etmiştir; kişisel felaketini bir gömü gibi toprağın, belleğin altından usanmadan çıkarıvermiştir. Yaşamın bir kenara bırakıldığı noktada, romancının yazma edimi, bedensel hayatı sekteye uğratır. Roman yazımındaki tutku eğer bir temrin duygusundan uzakta bulunuyorsa, kaçınılmaz nevrozlar doğuracaktır. Sözgelimi oldukça kasvetli ve esrarlı olan Kara Kitap’ın yazıldığı dönemler için yazarı Orhan Pamuk, o süreçte yaşadığı zihinsel çıkmaz ve karanlığın kendisi için bir tür ilaç olduğuna değinir. Pamuk, Proustyen de bir yazardır pekâlâ. Gerek yazımda gerek yaşamda. Birçok söyleşisi, bir masa başında ömrü çürütmenin, aşırı yalnızlık ve kapanma halinin hastalıklı zevklerini teşhir eder. Pamuk’u, Proustyen yazar tipolojisinin çok çok uzağımızda kalmadığını belirtmek için özellikle vurgulamak istedim.
Uykusuz kişi, ne uzanacak kadar gevşemiş ne ayakta kalacak kadar dinçtir. O, sanki uyku ile uyanıklık arasında, hiç bitmeyecekmiş gibi duran upuzun bir periyodu deneyimler. Bu durum, gözler açıkken girilmiş bitimsiz bir uyku nöbetini bile andırır. İşte buna benzer bir halin, başyapıtını meydana getirirken Proust tarafından deneyimlendiği tespitinin yapılması, biyografik bir bilgi olmasa da eserin yazıldığı gecelerde, romancının hiç uyumadığı ve sürekli olarak yatakta yazdığı hesaba katılırsa, çok güç bir şey değildir. Hizmetkârı Albaret’in bu konuyla ilgili beyanı: ‘’‘Elimi çabuk tutmalıyım,’ derdi bana, ‘ölüm sırtımda, eğer bitiremezsem her şey boşa gidecek.’ Hastaydı, sağlıksız bir yaşamı vardı, dışarı gitmezdi, yataktan çıkmazdı, yemek yemezdi, süt içer, kahve hülasası içerdi.’’[27] Mehmet Rıfat da ilgili denemesinde ‘’… 1906’dan başlayarak da, içinde yaşadığı kibarlar çevresinden zorunlu olarak uzaklaşıp odasına kapanır, nefes almasını kolaylaştırıcı buğular arasında, yatağından zorunlu olmadıkça kalkmadan yaşamını sürdürmeye çalışır (büyük yapıtını da ileriki yıllarda yatağında yazacaktır: yatak onun için bir enerji kaynağıdır)’’ diye not düşecektir.[28]
Romancının 1919’dan yaşamının sonuna kadar kaldığı, Hamelin Sokağı'ndaki (Rue de l'Amiral-Hamelin) evinin yatak odası. Oda, Carnavalet Müzesi’nde, içindeki eşyalarla birlikte sergileniyor. Fotoğraftaki kişi, Celeste Albaret, 1973, Paris. Fotoğraf journals.openedition.org’dan alındı.
Yazarın, solunum yolu rahatsızlığıyla sinsi sinsi ilerleyen bedensel hastalığının onda trajik bir felaket doğurduğundan bahsedebiliriz. Bu felaketi önceleyen bir tercihi de oldukça dikkatimi çekti. Romancı, 27 Kasım 1909’da, bir tiyatroda ayırttığı üç ayrı locaya arkadaşlarını davet etmiştir. Ve Barthes onun bu kararının bir kitabın yayımlanmasını kutlamak için buyurulmuş bir daveti değil, bir eseri yazmaya başlayabilmek için verilmiş bir veda davetini ifade ettiğini söyler ve ekler: ‘’Bir Vita Nova ya da Vita Nuova söz konusudur artık’’[29] (yazarın Barthes’dan başka; Deleuze ve Kristeva da dahil olmak üzere birçok başka eleştirmence ele alındığını meraklı okurlara belirtmeliyim. Kaynaklar kısmında ismini vereceğim Mehmet Rıfat’ın ilgili kitabı incelenerek konu hakkında daha fazla bilgiye erişilebilir). Vita Nova, Dante’nin başyapıtı İlahi Komedya’yı önceleyen bir eser olup “Yeni Hayat” anlamına gelir. Dante’nin yolculuğu düşseldir, kafanın içindeki tutku cehenneminin bir ıssızlık ânında örümceklenmesinden cesaret bulur. Kaybedilmiş aşkın eğer hiç unutmama yönünde hastaca bir zevki varsa, şairlik imgelemi doğuracağının bütün literatür bilgisi Dante’de gömülüdür dersem, haddimi aşmayı bırakın, lafımı eksik bile söylemiş olurum. Rönesans şairinin birçok Avrupalı ozana tılsım ve gölge düşüren düşsel keşfi, Proust’a kadar uzanmış, neredeyse mitik bir hal almış bir aşk söylencesidir. Bu kimi zaman trajik kimi zaman komik aşk tutkusu, Proust’ta en derinde, yalnızca anneye veya anneliğe karşı duyulur olmalıdır. Contre Sainte Beuve (Sainte-Beuve’e Karşı) adlı yapıtında yer alan ‘’Kendi Anlatımıyla Marcel Proust’’ adını taşıyan bir ankette (Paris, Gallimard, ‘’Bibliotheque de la Pleiade’’ dizisi, 1971, s. 335-337) yazar kendisi için en büyük mutsuzluğun annesini ve anneannesini hiç tanımamış olmak olduğunu belirtir, onun bu ifadesi ortaya attığım fikri doğrular niteliktedir.[30]
Yine Barthes’dan gidecek olursam, onun romancının başyapıtındaki zaman algısının parçalı ve değişken olduğuna dair ilgili notunu düşmeden geçmemeliyim. Barthes, Kayıp Zamanın İzinde’de kronolojik-doğrusal değil, rapsodik-örme bir zaman düzlemi olduğundan bahseder. Zaman, yaratıcısı tarafından böyle algılandığı için, eserdeki karakterler de bu örgüsel zamandan paylarına düşeni alır. Romancı, roman karakterlerinin zaman içindeki gelişimine dikkat eder. Ciltler ilerledikçe, okur son sınırına kadar anlatılan bir roman kahramanıyla bir daha karşılaşmayacağını umar ama en beklenmedik anda geçmişteki bir karakter, yeniden roman sahnesini işgal eder ancak bir farkla; roman kahramanı artık geçmişteki gibi değildir, dönüşmüştür. Bu gelişimsel-dönüşümsel durum, Balzac’ın İnsanlık Komedyası’nda da söz konusudur. Orada da kahramanlar eserden esere varlıklarını korurlar ve süreklilik gösterirler. Proust, böyle bir yazınsal maceraya çıkmakla Dante’ye öykünen Balzac’ın esininden de kendini mahrum bırakmamıştır.
Romanın gelişimi ve düzlemi konusuna değinen Barthes’ın roman anlatıcısını bir terziye benzetmesi özellikle yazmaya meraklı kimseler için ufuk açıcı bir eğretileme olarak algılanabilir, bakınız ne demiş:
Barthes Romanın Hazırlanışı konulu derslerinde, Proust’un da, yazılmakta olan romanı bir terzinin (kadın terzinin kuşkusuz) diktiği giysiye benzettiğini vurgular: biçmek, kesilen parçaları yeni bir düzenle birleştirmek, teyellemek vb. Barthes bu bağlamda romancıyı evlere gidip çalışan kadın terzilere benzetir: Proust döneminin ve kendi çocukluk yıllarının evden eve giden bu kadın terzileri bilgiler toplayıp bilgiler bırakırlar. Bu açıdan bir romancının da bu tür bir ‘ev işi’ yapma düşü vardır Barthes’a göre: Evlere giden terzi olma düşüdür bu.[31]
Proust’un romancılığı güçlü, derinlemesine izlenimlerle doludur. Onda bir aşırı algılama problemi olduğu açıktır, yoksa sıradan bir kişiye basit bir obje olarak görünecek bir nesneden veya olağan bir insanlık durumundan, belleğin algılayışından yola çıkıp neden bir eserler dizisi versin. Başyapıtının girişinde kayda değer bir pasaj vardır ve uyuyan kişinin konumu hakkındadır, yine aşırı algılama özellikleri gösteren bir zihnin varlığını vurgulayan tümcelerdir bunlar: ‘’Uyuyan kişi, saatlerin akışından, yılların ve dünyaların sıralanmasından oluşan bir halkayla çevrelenmiştir. Uyanırken, içgüdüsel olarak bunlara başvurup yeryüzünün hangi noktasında olduğunu, uykuya daldığından beri ne kadar zaman geçmiş olduğunu bir çırpıda okuyuverir; ne var ki sıralamalarda karışıklıklar, kopukluklar olması mümkündür.’’[32] Bu ifadeleri, eserin girizgâhı ve açılımı olarak ele almak mümkündür. Barthes’ın rapsodik zaman vurgusu da henüz uyanmış kişinin, yeryüzündeki konumunu hatırlarken kopukluklar yaşaması ihtimaline odağını yöneltir ki roman fikrinin çıkışı bu olasılık üzerine kurulu olmalıdır. Hatırlamadaki bu aksama, geçmişin eşelenmesini gerektirecektir çünkü ve eser bu rolü üstlenir. Bütün bir yapıtın, bir sabah uyandığımızda, kronolojik zaman algımızı birkaç birim de olsa yitirdiğimiz ve şaşkınlık yaşayarak fiziksel konumumuzu anımsamaya çalıştığımız tek bir âna karşılık geldiğini söylersem, fazla iddialı bir laf etmiş sayılmam. Bütün nevrozlular gibi yazarın da temel takıntısı geçmişle ilgilidir. Hatta yine Swann’ların Tarafı’nda, nevrozlu bir hastanın yaşamdaki duruşunun asla iyileşmeyecek hastalığı üzerine giriştiği bitmeyen bir teselliyi, hastalığı için henüz yazılamamış bir reçeteyi andırdığını belirttiği bir pasaja yer vermiştir: “… nevrozlu hastaları hatırlatırdı bana… kaygılarının ve saplantılarının çarkına kapılmışlardır ve bu çarkın dışına çıkmak için çırpınmaları, sadece çarkın işleyişini sürdürmeye, önüne geçilemeyen, tuhaf ve uğursuz perhizlerini harekete geçirmeye yarar.”
Yazar, 18 Kasım 1922’de sayıklamaya başlar, ‘’şişko bir zenci kadın’’ gördüğünü söyler. Aynı gün, ikindi vakti, saat dört buçukta vefat eder. 22 Kasım günü, Paris’te Père Lachaise Mezarlığı’nda defnedilir. Ömrünü adadığı romanının geriye kalan ciltleri de ölümünden sonra basılır. Eser, ölüme yetişmiştir fakat bu telaş boşuna olsaydı, yani romancının ömrü, büsbütün tamamlanmış bir eserin tam gölgesine düşmek yerine, sürseydi, tamamlanmışlık, yapıtın manevi sınırlarına ikna olmuşluk haliyle değerli Proust, o vakitten sonra ne yazacaktı? Barthes da bunu sorar: ‘’Peki Proust ölmeseydi ne yazacaktı, ne yazabilirdi? Proust yapıtını bitirmişti ve artık ölmekten başka yapacağı bir şey yoktu! Çünkü, herhalde yeni bir şey yazamazdı artık; yalnızca … yılmadan, bıkmadan eklemeler yapardı. Hazırladığı ve ‘kıvamına getirdiği’ yapıtını yeni besinlerle çoğaltabilirdi ancak.’’[33]
Sonuç
Öncelikle belirtmeliyim ki, iki ayrı portre yazısını, yani monografilere öykünen, sanatçıyı birer portre dikkatiyle vermeye çalışan iki ayrı deneme-inceleme metnini, tek bir yazıda, tek bir motifin potasında eritmeye çabaladım. Uykusuzluğun, uyuyamayan kişinin hâlâ süren ve insan var oldukça sürmeye devam edecek trajedisinin, şayet bu verim varsa ilgili kimsede, sanatçı bir kişiliği de uyandırabileceği veya bu yeteneği tatmin edici bir zemine oturtabileceğini ima ettim. Girişte, uykusuzluğun genel hatlarını aktarmaya çalıştım. Beni ilgilendireninse, uzun dönemlere yayılan ağır uyuyamama periyotları olduğu açıktı. Cioran bu bakımdan değme ve ikna edici bir uykusuzken, Proust’unki örtük bir uyuyamama, kendini eserine adama hali, yani bir tutku işiydi. Cioran portresi uykusuzluğun bütün alametlerini içerirken Proust’taki uykusuzluk, sanki bir sanatçı yaşamının eğretilemesi düzeyindeydi. Bu iki uykusuzluk tipinden ikincisinin bana daha yakın olduğunu ve nevrozlardan çok güzel şeyler çıkartılabileceğini de belirterek yazımı burada sonlandırıyorum.
[1] cultural-opposition.eu sitesindeki Emilian Cioran biyografisinden alınmıştır.
[2] Ezeli Mağlup, s. 9.
[3] A.g.e., s. 16; Exercitiu de admiratie isimli belgeselden.
[4] Cioran, s. 28, 10.
[5] A.g.e., s. 35.
[6] A.g.e., s. 76.
[7] birartibir.org sitesinde “Hayat Arkadaşının Gözüyle Cioran: Kediye benzerdi” başlığıyla çevrilen, özgün adı “Interview de Simone Boué par Norbert Dodille” olan bir söyleşi metninden alınmıştır.
[8] Cioran, s. 255.
[9] “Interview de Simone Boué par Norbert Dodille”den: Lectures de Cioran içinde, Paris, L’Harmattan, 1997, s. 11-41.
[10] Cioran, s. 258.
[11] Bu eleştiri, Rus filozof Nikolay Berdyaev’e aittir.
[12] Cioran, s. 77.
[13] A.g.e., s. 256, 257.
[14] Exercitiu de admiratie isimli belgeselden. Röportajı Rumen filozof Gabriel Liiceanu
yapmıştır.
[15] “Interview de Simone Boué par Norbert Dodille”den.
[16] Cioran, s. 10, 11.
[17] “Interview de Simone Boué par Norbert Dodille”den.
[18] Cioran, s. 83, 84.
[19] A.g.e., s. 82.
[20] Marcel Proust ya da Bir Roman Yaratmak, s. 19.
[21] A.g.e., s. 19. par. 2.
[22] A.g.e., s. 19, 20.
[23] A.g.e., s. 20.
[24] A.g.e., s. 124.
[25] Tersine, s. 213.
[26] Rıfat, s. 23.
[27] A.g.e., s. 125.
[28] A.g.e., s. 67, 68.
[29] A.g.e., s. 69; Barthes, 2003, s. 283.
[30] A.g.e., s. 28.
[31] A.g.e., s. 71; Barthes, 2003, s. 5.
[32] Swann’ların Tarafı, s. 11.
[33] akt. Rıfat, a.g.e., s. 77; Barthes, 2003, s. 209.
Yazının ana görseli: Gerard Bertrand’ın “Marcel Proust, 44 rue Hamelin” isimli çalışması ile Cioran’ın bir fotoğrafının birleştirilmesiyle ortaya çıkarılmıştır. Bertrand’ın kolajı için bkz. https://journals.openedition.org/gradhiva/2831?lang=en
Bu yazı, bahsettiğim isimlerinki kadar olmasa da, çeşitli kesik kesik uykusuzluk nöbetleri eşliğinde ve yatarak değil belki ama, (düzeltmeler dışında) yatakta uzanılarak yazıldı.
Yararlandığım Kaynaklar
“Cioran, Emilian”, Courage, connecting collections içinde. Cultural-opposition.eu’dan alındı.
Cioran, E. M. Ezeli Mağlup, çev. Haldun Bayrı (İstanbul: Metis, 2007).
Exercitiu de admiratie, episodul 2 (Hayranlık talimleri), röp. Gabriel Liiceanu, çev. Mehmet Gündoğdu (Romanya: 1991).
Huysmans, J. K., Tersine, çev. Tahsin Yücel (İstanbul: YYK, 2018).
“Interview de Simone Boué par Norbert Dodille”, Lectures de Cioran içinde, Paris, L’Harmattan, 1997, s. 11-41. “Hayat Arkadaşının Gözüyle Cioran: Kediye benzerdi”, çev. Haldun Bayrı, 2020.
Proust, M. Kayıp Zamanın İzinde - Swann’ların Tarafı, çev. Roza Hakmen (İstanbul: YYK, 2019).
Rıfat, M., Marcel Proust ya da Bir Roman Yaratmak. (İstanbul: YKY, 2015).