12 Eylül darbesinin üzerinden kırk yıl geçti ve kırkıncı yıl vesilesiyle darbenin niteliği, sonrasında neler olduğu, toplumun nasıl dönüştüğü hakkında çokça yazıldı. Bu kırk yılda 12 Eylül’ün yarattığı (YÖK gibi) ya da dönüştürdüğü kurumlar (Diyarbakır Cezaevi gibi) ve oluşturduğu siyasal kültür (Türk-İslâm Sentezi’yle hemhal otoriterlik gibi) ve sembol kişilikleri (Kenan Evren gibi) üzerine de çokça konuşuldu. Çokça konuşulup yazıldı, ancak 12 Eylül’le dört başı mamur bir yüzleşme yaşandı mı, yüzleşmeyi anlamlı kılacak kurumlar ve bellek yaratılabildi mi türünden sorulara tatminkâr bir cevap veremiyoruz. Toplumun ekseriyetinin 12 Eylül’e çeşitli biçimlerde rıza gösterdiğini, sessizce onayladığını, olanları uzun boylu mesele etmediğini söylemek de abartılı olmaz, herhalde. Ancak, 12 Eylül’ün bilindiği ve unutulmadığı, hakkında konuşulduğu ve çeşitli biçimlerde hatırlandığı da bir gerçek. Biz bu yazıda toplumun 12 Eylül’ü nasıl hatırladığını, çeşitli kesimlerin bellek siyasetlerini ve hafızalaştırma stratejilerini tartışmak niyetindeyiz. Bundan önce biraz mıntıka temizliği yaparak bir genel çerçeve çizmek istiyoruz.
12 Eylül: Hâlâ Yaşıyor… Ama?
Her toplumda çeşitli kesimlerin ve hatta tek tek bireylerin farklı siyasal hafızaları olduğunu ve bu bağlamda Türkiye toplumunun da tek bir siyasal hafızası olmadığını; aksine heterojen, örneğin siyasal kimliklere göre biçimlenen rakip siyasal hafızaların mücadeleleriyle kaim olduğunu biliyoruz. Sadece 1915’e, Dersim’e, 27 Mayıs’a, 28 Şubat’a ya da Menderes’e, Özal’a, Deniz Gezmiş’e çeşitli kesimlerin nasıl baktığını, anılan olguları ve kişileri nasıl tasvir ettiklerini düşünmek dahi yeterli. Türkiye toplumundaki rakip siyasal hafızaların bir tarihsel figürü veya olguyu aynı biçimde değerlendirmedikleri açık. İnsanların hatırladığı kadar unuttuğu ve/veya bastırdığı tarihsel figürler, olaylar ve olgular bulunduğuna göre Türkiye’de rakip siyasal hafızalarda yer etmiş tarihsel figürlere, olaylara ve olgulara yüklenen anlamlar da farklı olacaktır. Peki 12 Eylül bu bağlamda bize neler söylemektedir?
2015 yılında nihai raporu yayımlanan Türkiye'de Modern Siyasi Hafızalar: Kesişmeler, Karşıtlıklar ve Koşutluklar[1] araştırmasının sonuçlarına göre 12 Eylül Türkiye’de en yüksek sıklıkla hatırlanan olaydır. 1902 kişiyle on iki ilde gerçekleştirilen yüz yüze görüşmelerde katılımcılara ilkin şu soru yöneltilmiştir:
Bu soruya toplamda 750 kişi “12 Eylül Darbesi”, “80 Darbesi”, “80 İhtilâli” ve “Evren Darbesi” gibi yanıtlarla münhasıran 12 Eylül cevabını vermiştir. 12 Eylül’ü 362 kişi ilk hatırladığı olay, 241 kişi ikinci olay ve 147 kişi de üçüncü olay olarak kodlamıştır. Kısacası 12 Eylül Türkiye toplumunun siyasal hafızasında %16,4 gibi bir oranla %10,1 oranında dillendirilen Gezi’den, %6,1 oranında hatırlanan Menderes ve arkadaşlarının idamından, %5,2 oranında belirtilen 28 Şubat’tan, %5 oranında anımsanan Cumhuriyet’in kurulmasından ve diğer siyasi olaydan çok daha güçlü biçimde vurgulanmıştır. 12 Eylül’ü hatırlayanların %80,4’ünün darbe hakkında olumsuz duyguları (acı, üzüntü, haksızlık, öfke, korku gibi) bulunurken %18,6’sının “nötr” kaldığı, nihai olarak herhangi bir duygu ifade etmediği ve %1’inin de darbeyi onaylayan, olumlu karşılayan bir hissiyat taşıdığını söyleyebiliriz. Deneyimledikleri 12 Eylül‘ün olumsuz izlerinin hâlâ belleklerinde canlı olduğunu ve onları yaralamaya devam ettiğini bildirenler, darbeyi yaşamasa da yakınlarının aktardığı acı anıların (sokağa çıkma yasağı ve tutuklamalar, işkence ve hapishane anlatıları gibi) belleklerinde çok canlı olduğunu ifade edenler, adalet duygularını incittiğini belirtenler, daha “normatif” tutumlarını (örneğin onaylama ve kınama/onaylamama gibi) aktarmayı tercih edenlerden müteşekkil bir profilin çoğunluğu oluşturduğunu söyleyebiliriz. Yüz yüze görüşmenin sonunda Osmanlı-Türkiye siyasi tarihini kapsayan bir dizi olay sıralanıp görüşülen kimsenin olayı bilip bilmediği ve olayın yarattığı duyguları tarif etmesi istenmiştir. Katılımcılar %87,7 gibi bir oranla 12 Eylül’ü belirtmiş ve 12 Eylül en çok bilinen olay olmuştur. 12 Eylül’e dair duygular %87,3 oranıyla acı, kızgınlık, öfke, üzüntü gibi güçlü duygular olarak dillendirilmiştir. Açık uçlu biçimde sorulduğunda %16,4 gibi bir oranla hatırlanan, seçenek verilerek bilip bilmediği sorulduğunda ise %87,7 gibi oranla bilindiği sonucu çıkan ve kahir ekseriyetin olumsuz duygularla anımsadığı bir olaydır 12 Eylül. Kısacası 12 Eylül siyasal hafızalarda genel olarak olumsuz duygularla, adalet duygusunun incinmesi ile yer eden, toplumun önemli bir kesiminin gözünde meşru sayılamayan ve 1900’lerden 2013’e kadarki uzun aralıkta en çok hatırlanan, en önemli sayılan siyasal olaydır.
Katılımcıların kimlik tanımının yanında siyasi kimliğini nasıl tanımladığı[2] araştırma anketinde yer alan yarı açık bir soru ile araştırılmıştır. Kendi tanımladığı siyasi kimlik verileri açısından 12 Eylül’ü hatırlama sıklığı araştırıldığında bahsedilme sıklığının en yüksek (%28) olduğu kimlik kategorisinin “Demokrat-Sosyal Demokrat” ile “Sol/Sosyalist” gruplarının birleşimi olduğu görülmektedir. Bu bulgu 12 Eylül’ü hatırlayanların kendilerini yüksek oranda sol siyasette konumlandırmaları ile uyumludur.
Toparlayacak olursak 2013’e kadar Türkiye toplumunun en çok hatırladığı, aklına gelmeyip hatırlatıldığında da bir fikrinin, tavrının ve duygusunun olduğu olaydır 12 Eylül. Bir başka deyişle toplumun 12 Eylül’ü bilmemesi, 12 Eylül özel olarak sorulduğunda bir şey ifade etmemesi söz konusu değildi, kuvvetle muhtemel hâlâ da böyledir. 12 Eylül konusundaki hafızanın hâlâ bu kadar güçlü olmasına rağmen mağduriyetlerin giderilmemesi, faillerin cezalandırılmaması, kimi geçiş dönemi adalet mekanizmalarının devreye girmemesi toplumdan bu konuda kuvvetli bir talep gelmemesinin ve siyasi otoritenin gönülsüzlüğünün bir sonucu olmalıdır.
12 Eylül: Failler ve Toplum
12 Eylül en yalın tanımıyla toplumun korku salan bir devlet şiddeti ile hizaya getirilmesinin adıdır ve bir süreci, bir zihniyeti anlatır. 12 Eylül’ün özellikle sola karşı gerçekleştirildiği, solun üzerinden silindir gibi geçtiği tesbiti de, zaten güçlenmekte olan Türkçü ve İslâmcı sağın 12 Eylül’de önünün alabildiğince açıldığı vakıadır. Ancak kimi başka iddialar ise tartışılmaya muhtaç. Misal, 12 Eylül’ün temelde neoliberal reçetenin tatbiki için gerçekleştirilmiş olduğu... 12 Eylül’ün mülklü sınıflardan, sermayeden yana durduğu bir olgu; 12 Eylül’ün işçi sınıfı örgütlülüğünü her örgütlü olma hali gibi tehdit sayarak bertaraf ettiği ya da 12 Eylül sonrasında çalışan sınıfın reel gelir kayıpları yaşadığı da bir gerçek. Ancak, cuntanın ve kurduğu hükümetlerin darbeyi temel meşrulaştırma gerekçesi siyasal alanla, siyasi kriz ve kilitlenme, iç savaş manzarası ile ilintili idi. Şüphesiz güçlü sendikalar, grevler, giderek kendisi için sınıf gibi davranan ve siyasallaşan bir işçi sınıfı vardı 80 öncesinde. Darbeden sonra bu örgütlü güç ezildi. Fakat 12 Eylül’ün münhasıran neoliberal reçetenin tatbikine indirgenmesi darbeyi yapanlara aslında sahip olmadıkları kuvvetli bir ekonomi politik vizyonerlik bahşetmek ve siyasal krizin belirleyici etkisini yok saymak olur.
Bir başka zorlama yorum Amerikan emperyalizminin kuklası olarak resmedilen asker ve sivil bürokratik aparatın (“bizim çocuklar”) Amerika tarafından işe koşularak, teşvik edilerek, neredeyse emir verilerek 12 Eylül’ün yaptırtıldığıdır. Dönemin Soğuk Savaş şartlarında Amerikan yönetimlerinin koşulsuz darbe karşıtlığı, insan hak ve hürriyetlerinin hilafsız gözetilmesi gibi bir derdinin olmadığı açıktı. Ancak, Türkiye’de askerî ve sivil bürokratik kadroların, yönetici elitlerin olduğu kadar sağ siyasetin kahir ekseriyetinin ve CHP’nin devletçi kanadının temsilî demokrasiye dair tasavvuru, militarizmle ve otoriterlikle mesafesi göz önüne alınınca, bu geniş koalisyonun darbe yapmak, darbeyi desteklemek ya da darbeye onay vermek için Amerika’nın ittirmesine, planlayıcılığına, yol göstericiliğine ihtiyaç duyduğunu düşünmek andığımız koalisyonun hem “kapasite”sini hafife almak olur, hem de iç dinamiğin gücünü, otoriterliğin kudretini inkâr etmek olur. Geçerken bir de not düşelim: 12 Eylül’ü Amerika “bizim çocuklar”a yaptırdı türünden zorlama bir okumanın örneğin benzer yarı çevreleşmiş kimi ülkelerdeki (Şili, Arjantin, Brezilya gibi) darbeler için de vaki olduğunu düşünüyoruz. Yani bu ülkelerde de darbeyi alkışlamaya hazır, darbeyi arzulayan, anti-sol hissiyatı kuvvetli toplumsal sınıflar, sınıf-altı kesitler, asker ve sivil bürokrasi vardı ve bu çevreler kendi imkânlarıyla, şartların olgunlaşmasını bekleyerek, şartları olgunlaştırarak darbeleri yaptılar, tıpkı Türkiye’deki gibi. Bu noktada 12 Eylül ile alakalı söylemlere bir bakış atarak bellek siyasetlerine odaklanabiliriz.
Sağda ve Solda Bellek Siyaseti
12 Eylül hakkındaki konuşmaların, dolayısıyla bellek siyasetinin de tesbit edebildiğimiz iki niteliği var. Dile getirilen ilk nitelik 12 Eylül’ün benzersiz bir kırılma, bir milat olduğu, darbeden sonra neredeyse herşeyin kökten biçimde değiştiğidir. 12 Eylül öncesindeki Türkiye, sonrasındaki Türkiye’den siyasal kültürün buyurgan patriyarkal karakteri, devletin toplumu idare etme repertuarının çeşitlenmesi, toplumun rıza gösterme biçimleri vs. düşünüldüğünde başka bir evreye geçiş olarak tasvir edilir. “Huzur ve güven ortamı”nın yaratılması, “anarşi”nin ortadan kaldırılması için devreye sokulan ve önceki darbelerle karşılaştırılması abes devlet şiddetinin ayırıcı özelliği şiddetin doğrudan, sınırsız ve hiç hesap sorulamaz biçimde toplumun kılcallarına kadar işlemesi olarak resmedilir. 12 Eylül’den sonra devletin birtakım idare tekniklerini ilk kez kullanmadığı (linç gibi), Türkçü/Sünni üstünlükçü “yenikonuş”un ve “çiftdüşün”ün ilk defa görülmediği kabul edilir. Fark, 12 Eylül öncesindeki Türkiye’de devletin ve toplumun yukarıda anılan niteliklerine soldan gelen güçlü bir itiraz varlığının 12 Eylül sonrasında ortadan kalkması olarak konur. Bu tesbitler haklı, ancak her büyük ve çok derin etkileri olduğu kabul edilen, tarihin akışını âdeta öncesi ve sonrası olarak böldüğü varsayılan olay için karşı karşıya olduğumuz ikilemle de karşı karşıyayız. Bu çeşit kronolojiyi öncesi ve sonrası olarak bölen olaylara genellikle soykırım ya da toplumsal devrimler vs. örnek gösterilir. Fakat, soykırım ya da devrim süreci/ânı olarak tarif edilen zamansallık, örneğin soykırım söz konusu ise o soykırımı o momente sıkıştırdığı, sabitlediği ölçüde öncesini ve sonrasını önemsizleştirme riski taşır. Ya da toplumsal devrim bir mesiyanik âna indirgendiği ölçüde devrim öncesi ve sonrası talileşebilir. Benzer bir durum 12 Eylül için de söz konusu olabilir diye düşünüyoruz. Türkiye esasında ana-akım siyaset bilimi literatür ve endekslerinin tasnif edip durduğu üzere hep otoriterliğin çeşitli biçimleriyle tecrübe edildiği ve cezasızlıkla, hesap vermezlikle malul, devlet şiddetinin eksik olmadığı bir siyasal kültürel iklimle varolagelmiştir. Dahası Türkiye’de toplumun kısa aralıklar ve kimi kesimler haricinde bu anti-demokratik, otoriter siyasal kültürü yeniden ürettiği, benimsediği de söylenebilir. Bu bakımdan “Ordu gelip darbe yaptı, her şeyi değiştirdi!” anlatısı, her melanetin sürmesini 12 Eylül Darbesi’nin sonucu olarak tariflediğinden 12 Eylül öncesi ve sonrasını, 12 Eylül’e verilen desteği görünmez kılıyor.
İkinci nitelik ise 12 Eylül hakkında konuşurken öznelerin ısrarla ve kararlı biçimde kendilerini geçmişten beri olup duran kötülüğün, yani bir türlü bitmeyen bu kâbusumsu şeyin dışında tutmak için ya pasif ya da edilgen, nakledici, tarafsız konuşma kipliklerini seçmesi. Bu sayede parçası olduğumuz geçmişle aramıza mesafe koymakta, onu tarafsız bir gözlemci gibi nakletmekte ve sorumluluk almadığımız bir mazi olarak aktarabilmekteyiz. Genel bir “12 Eylül kötüydü!” anlatısı dolaşıma girmekte ama niye kötü olduğu, kötü olmasında kimlerin, mesela bizlerin bir rolü olup olmadığı, bu kötülüğün hitama ermesi, yüzleşme ve adalet için ne yaptığımız soruları da andığımız pasif, kendinden hoşnut ve şeksiz şüphesiz dil tarafından yutulmaktadır: 12 Eylül kendine kendine kötü olmuştur ya da en fazla sadece Evren ve asker vs. mesuldür… Peki bu durum bize mi özgüdür? Bunun için de biraz dünyada ne olduğuna bakalım.
Dünyada Bellek Siyaseti Üzerine Birkaç Not
Dünyada darbe dönemlerinden, askerî rejimlerden, diktatörlüklerden ve çeşitli formlarıyla baskı rejimlerinden çıkan toplumların geçirdiği dönüşümler ve adalet arayışları genel olarak “geçiş dönemi adalet mekanizmaları” olarak kavramsallaştırılmakta ve muhtelif örnekler geçiş dönemlerinde ve hatta sonrasında rakip hafızaların mücadelesinin kaçınılmaz olduğunu göstermektedir.[3] Bu durumda rakip hafızaların, geçmiş anlatılarının Türkiye örneğinde de karşımıza çıkması şaşırtıcı değildir denebilir. Geçiş dönemi adalet mekanizmaları bağlamında yaratılan yapıların ya da tecrübe edilenlerin (hakikat ve yüzleşme komisyonları, hafıza müzeleri, bellek mekânları, kitaplar, anıtlar, görsel ve işitsel kayıtlar, araştırma projeleri, çalışma grupları, konferans, seminer ve kolokyumlar gibi) travmatik geçmişle hesaplaşmak için güçlü bir repertuar oluşturduğunu biliyoruz. Bu noktadan bakıldığında Türkiye toplumunun 12 Eylül’le, 12 Eylül’ün yarattığı kurumlarla ve hâkim kıldığı zihniyetle hesaplaşmak, geçiş dönemi adalet mekanizması sınıfına sokulabilecek bir repertuara sahip olmak bakımından dünyadaki benzer örneklere kıyasla zayıf bir performans sergilediği açık.
Şu halde, başta da belirttiğimiz üzere 12 Eylül’le hesaplaşmak/yüzleşmek bakımından sergilenen göreli zayıf performans Türkiye toplumunun 12 Eylül’le hesaplaşmak/yüzleşmek için yeterince güçlü, kararlı bir talebinin olmamasının, hesaplaşmayı/yüzleşmeyi hayati addetmemesinin sonucudur diyebiliriz. Geçmişle hesaplaşmak, travmatik maziyle yüzleşmek gerçeğe erişme, gerçeği bilme ve adalet talebiyle rabıtalanan bir haktır, temel insani haklardan biridir bir bakıma. Herhangi bir toplumda talep edilmeyen, istenmeyen, sahip olmak için bedel ödenmemiş hakların kök sal(a)madığını, derinleş(e)mediğini, o hakkın kullanımı konusunda iktidarın keyfiliğini dizginleyecek bir itirazın da yüksel(e)mediğini çeşitli tecrübelerden biliyoruz. 12 Eylül sonrasında yaşanan mağduriyetler, hak ihlalleri ve yaratılan baskıcı siyasal ortam ve genel siyasal-kültürel iklim, güçleri sınırlı ve tepkileri, talepleri görmezden gelinebilir veya bastırılabilir bir grup insanın reaksiyonu olarak kodlanabildiği için zayıf bir yüzleşme/hesaplaşma performansı sergilenmiştir belki de. Türkiye’de 12 Eylül için geçmişle yüzleşme talebinin, hatırlamanın, anmanın, pişmanlık ve özrün, farkındalığın, maddi ya da sembolik tazminatların, geçmişi konuşmanın ve adalet talebinin bir hak olarak görülmediği, haklar söyleminin bir parçası olarak tasavvur edilmediğini düşünüyoruz. Neden böyle olduğu ve ne yapılabileceği bu yazının sınırlarını aşıyor ve dahası aklımızdaki kimi cevapların ne kadar açıklayacağı olduğu konusunda da şüpheler taşıyoruz. Ancak başarıya ulaşan hak mücadeleleri, sonuç alıcı toplumsal harekete dönüşen protestolara, kolektif eylemliliklere bakarak kimi çıkarımlarda bulunabiliriz. Hak mücadelelerinde hak mücadelesine ve adalet talebine konu olan sorunun net biçimde tanımlanması, adının apaçık biçimde konması gerekir. Bu sorunu tanımlama aşamasından sonra, yani sorunun kapsamı, muhtevası hakkında müphemiyet içermeyen bir pozisyon alındıktan sonra çözüm önerilerinin, sorunun üstesinden nasıl gelineceğinin belirlenmesi gerekecektir. Sorun tanımlanıp çözüm önerileri ortaya konduktan sonra protestonun yöntemleri ve mücadelenin araçları geliştirilmektedir. Bu süreçte kaynakların nasıl seferber edileceği, özel olarak hangi grupların hedefleneceği, kime seslenileceği, kimin kadro olarak devşirileceği, kimlerle ittifak edileceği düşünülür. Bazen bu hak mücadelelerinde fırsat pencereleri açılır. Başarılı toplumsal hareketlerin bu fırsat pencerelerini iyi kullandıkları görülür. 12 Eylül’le yüzleşme bağlamında düşündüğümüzde sorunun net biçimde tanımlanamadığı, çözüm önerilerinin iyi formüle edilemediği, yani neyin niye istendiği ve ne arzu edildiği konusunda bir berraklık olmadığını görüyoruz. Oysa toplum 12 Eylül’ün ne olduğunu bilmektedir ve kötü olduğuna da inanmış gibidir. Ancak, taleplerin ne olduğu ve nasıl bir yol izleneceği konusunda (örneğin hakikat komisyonları mı kurulmalı, hafıza müzesi mi açılmalı…) bir rota oluşturulamamıştır. Müttefiklerin tesbiti, hedef kitlelerin belirlenişi ve örneğin DYP-SHP koalisyonunun ilk zamanlarındaki fırsat penceresinin değerlendirilemeyişi, güçlü bir tazyik yapılamayışı türünden eksiklikler sonraki aşamalarda karşımıza çıkan eksikliklerden bazıları olarak sıralanabilir.
Dünyada 12 Eylül’e benzer dönemlerde gerçeğin ortaya çıkması ve adaletin yerini bulması, gerçeklemesi için kararlı ve talepkâr, bedel ödemeye hazır kitleler olduğunu ve bu kitlelerin çok yaratıcı yollar ve yordamlar bulduklarını görüyoruz. Bu bağlamda neler yapıldığı üzerinden devam edecek olursak travmatik siyasal geçmişle yüzleşme/hesaplaşma parantezinde gerçek hayatta ve konu ile alakalı literatürde karşımıza çıkan ilk örnek Üçüncü Reich sonrası Alman toplumunun Nazi mazisiyle hesaplaşma tecrübesidir. Üçüncü Reich ve 12 Eylül arasında kimi tekil örneklerden kalkarak bu iki tarihselliği eşitlemek, aynı şey olduklarını iddia etmek sıklıkla karşılaşan bir durum. Biz ise burada esasen sadece travmatik geçmişle hesaplaşmanın dünya bağlamında tarihsel bir dökümünü ve geçmişle hesaplaşma tartışmasının nerede ve hangi zamanlarda başladığını tüketici olma iddiasından uzak bir şekilde toparlamaya çalışacağız.
Az önce söylediğimiz gibi darbelerden, diktatörlüklerden, askerî idare ya da herhangi bir formuyla baskı rejiminden çıkan toplumların geçmişle nasıl yüzleştiğine/hesaplaştığına dair literatürün İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya ile başladığını söyleyebiliriz. Nedenleri bu yazının sınırlarını aşmakla beraber Almanya’da geçmişle yüzleşmesi sırasında çelişik ve muhtelif söylemler dolaşıma girmiştir. Örneğin, daha 1946 gibi bir tarihte, Başbakan Konrad Adenauer, müttefikleri Alman halkını Alman devletini ele geçiren birkaç Nazi fanatik yüzünden cezalandırmaya son vermeye davet eder ve bu çağrı, girdiği son gerçek manasıyla adil ve özgür seçimde her üç Alman’dan birinin oy verdiği Nazi Partisi’nin icraati yüzünden Almanların cezalandırılamayacağı tezine dayanır.[4]
Savaşın hemen sonrasına geri dönecek olursak Konrad Adenauer’in çağrısının kaynağında durduğunu düşünebileceğimiz tez, Elisabeth Noelle’in ve Erich Peter Neumann’ın The Germans: Public Opinion Polls 1947–1966 kitabında gösterdikleri üzere 1950’lerin ortalarına kadar Almanların neredeyse yarısı Nazizm’in esasında kötü icra edilmiş, fakat özünde iyi bir düşünce olduğu fikriyle çelişiyor gibi görünebilir. Savaşın ertesindeki yıllarda Almanya’da soykırım kurbanlarını anmaktan çok savaşta kaybedilen Almanların anılması ve hatta sadece savaşta ölen Almanları anmak maksadıyla bir ulusal yas günü (Volkstrauerstag) ihdas edilmesinin ima ettiği hem K. Adenauer’in hem de Alman kamuoyunda Nazizm’e dair algıların genel niteliği ile uyumludur. Bu tabloya eski Nazilerin siyasete dönmesine de neredeyse 60’ların ortasına kadar toplumdan esaslı bir itiraz gelmediği, duruma bigâne kalındığı da eklenince “Almanların kurbanlığı ve mağduriyeti” anlatısı tamamlanmış olur.
Almanya dolayımında sorumluluğunu kabul eden ve adil addedilebilecek geçmişle hesaplaşma çabası ancak 60’ların ortasından sonra gündeme gelebilmiştir. Bahane bulucu (apolojist), suçu başkasına atan/günah keçisi icat eden dil ve zihniyet elbette sadece Almanya bağlamında karşımıza çıkmamaktadır. Örneğin bu yazının da konusu olan 12 Eylül Darbesi’yle canının kurtulduğundan, “huzur ve güven ortamı”nın sağlandığından ve “kaybolan devlet otoritesinin yeniden tesis edildiği”nden söz eden epeyce geniş insan topluluğunu düşünelim. Belki de bu hissiyatın yaygınlığı ve genelliği yüzünden, yani aslında 12 Eylül karşısında güçlü bir itiraz olmadığı için başka toplumlarda tanık olduğumuz sorgulamalar Türkiye toplumu için söz konusu olmamıştır. Yine dünyadan bir örnekle ilerleyelim: Bilindiği üzere 25 Nisan 1974’te Portekiz’de vuku bulan Karanfil Devrimi Güney Avrupa’da demokrasiye geçişin üçüncü dalgasını başlatmış ve 1974-1976 yılları arasında solun domine ettiği ve büyük ölçüde cari hukuki rejimin askıya alındığı mülksüzleştirmeler, toprak reformu, kamulaştırmalar ile eski rejimin sahiplerini, “kapıkulları”nı cezalandırmayı ihtiva eden devrimci evreyi takiben daha yumuşak bir geçiş dönemi yaşanmıştır (Elster, 1998: 7). Aynı dalgaya yakalanan İspanya’da Franco’nun ölümünü takiben Portekiz’deki gibi radikal bir dönüşüm ya da cezalandırmalar, hakikat komisyonları vs. içeren bir kopuş gerçekleşmemiş ama zaman içerisinde İspanya’da demokratik dönüşüm tamamlanmıştır (Przeworski, 1991: 101). Askerî diktatörlükten ve baskıcı rejimlerden kurtulan Arjantin, Şili gibi ülkelerle apartheiddan çıkan Güney Afrika Cumhuriyeti’nde geçmişle hesaplaşmak için önemli deneyimler biriktirilmiştir. Bu genel manzaraya bakınca Türkiye’de durumun dünyadaki örneklerinden ayrıştığı daha net olarak görülmektedir.
Rakip Hafızalar, Rakip Anlatılar: Sağ Muhafazakâr Bellek Siyasetinin 12 Eylül’ü
Karşılaştırmalı okumayı, yani dünyaya kıyasla Türkiye’de ne olmadığını, “eksik”i bir kenara bırakıp ne olduğunu, neyin “başarılabildiğini” konuşmaya başladığımızda ise 12 Eylül Darbesi’nden günümüze bir miktar vülgerleştirme pahasına kamusal konuşmanın salınım hattı manzaranın niteliğini anlatmak bakımından bir fikir verecektir sanıyoruz: Bir uçta solun daha çok dillendirdiği darbenin ve sonrasında yapılanların fena etkilerinden söz eden ve 12 Eylül’ün ya ihdas ettiği ya da devralıp daha da otoriterleştirdiği kurumlar ve kesafet kazandırarak bambaşka bir boyuta çıkmasına vesile olduğu milliyetçi-muhafazakâr ataerkil siyasal kültürle yeni kuşakların melekelerini, anlam dünyalarını ve ufuklarını dumura uğrattığını kaydeden, 12 Eylül öncesinde politikleşmiş, darbe öncesinde siyasal özne olmuş, hak talep eden, mücadele veren kuşakları nefes alamaz hale getirerek paralize eden 12 Eylül anlatısı vardır. Diğer uçta açıktan 12 Eylül Darbesi’ni ve Kenan Evren’i savunmak, özellikle Milli Güvenlik Konseyi’nin ülke yönetimini sivil idareye bırakmasının akabinde pek de muteber olmadığından darbe ve 12 Eylül rejimi hakkında “gerekmedikçe” ya da “sorulmadıkça” konuşmayan ve askerin darbe yapmaya mecbur kaldığını, parlamenter sistemin krize girdiğini, akan kanın darbeyle durabildiğini, can güvenliğinin ancak 12 Eylül’den sonra sağlanabildiğini ifade edenlerin bulunduğunu söylemek mümkündür. Bu söylem içerisine bazen askerî idarenin gereksiz sertlikte davrandığı, elinin ayarının kaçtığı ve “keşke bazı şeyler olmasaydı” türünden hayıflanmaların yedirildiği de vakidir.
Varyantlarıyla beraber Türkiye Solu’nun darbenin asıl hedefinin sol hareket ve solla ilişkilenmiş kesimler ile Kürtler ve Aleviler olduğu, darbenin esasen bu kesimleri mağdur ettiği, burjuvazinin darbeyi alkışladığı[5], darbenin Türk-İslâm sentezciliğinin daha milliyetçi ve İslâmcı kuşaklar yetişmesine zemin hazırladığı tezini savunduğunu söyleyebiliriz. Solun bu iddialarına milliyetçi/muhafazakâr/dindar sağın, özellikle geçmişte milliyetçi sağda daha aleni bir mağduriyet yaşandığı söylemiyle yanıt verdiğini kaydetmek gerekir. Hem milliyetçi-muhafazakâr çevrelerin yayın organlarında ve web sitelerinde[6], hem de merkeze yakın duran entellektüel cephanelik oluşturma kabiliyetine sahip kimi mecralarda[7] andığımız araştırma çerçevesinde 27 Mayıs, 12 Eylül ve 28 Şubat konusundaki haberlere/yorumlara/söyleşilere baktığımızda sağ söylemin değişmekte olduğunu fark ettik. Ayrıca araştırma çerçevesinde yürütülen görüşmelerde de bu değişimin izleri takip edilebiliyor. Nedir değişenler sorusuna şöyle yanıt verilebilir: Son zamanlarda sağda 1982 Anayasası referandumunda %91.37 gibi bir oranla[8] evet denmesi halkın ferasetine bağlanıyor, ki burada feraset askerden bir an evvel kurtulmak için 1982 Anayasası’na evet diyerek iktidarı sivillere devretme uzak görüşlülüğü olarak sunuluyor. Sağın bu bağlamda 12 Eylül Darbesi’nin aslında merkez sağa karşı müesses nizamın, sekülerlerin, Beyaz Türklerin, İstanbul sermayesinin kotardığı bir darbe olduğu tezini dolaşıma soktuğunu da ekleyebiliriz. Bu yaklaşımın uzun vadede söylemsel stratejinin üzerine bina edileceği kimi argümanları içerdiğine kaniyiz. Sağ bellek siyaseti, Bayrak Harekatı’nın Nurettin Ersin ile beraber yürütücülerinden olan Haydar Saltık’ı (“Ali Haydar Saltık”) darbenin beyni olarak sunmaktadır. Haydar Saltık’ın Alevi ve Dersim sürgünü olduğu öne sürülmekte ve hatta sol eğilimli olduğu ima edilmektedir. Haydar Saltık’a olağanüstü roller biçen bu yaklaşım sağda yaygın Alevifobi’nin ve Sünni olmaktan kaynaklanan, üzerine pek düşünülmemiş ve/veya yokmuş gibi davranılan ayrıcalık ve avantajları barındıran Sünnilik halinin bir sonucu olarak da okunabilir sanırız. Adım adım gelen, hazırlığı yıllarca sürmüş, ülkenin iç savaşa gitmekte olduğuna, ordunun çatlayabileceğine ve Kürdistan’ın kurulmak olduğu korkusuna kapılmış askerî bürokrasinin gerçekleştirdiği darbe ve sonrasında olup biten, sol eğilimli olduğu düşünülen sürülmüş bir Dersim Alevi’si sayılan Haydar Saltık’a bağlanmaktadır. Sağ, solun 12 Eylül’ün Türk-İslâm sentezciliğinin toplumu daha da milliyetçileştirdiği ve muhafazakârlaştırdığı tezini ise bu anlatının gerçekliği yansıtmadığı, 12 Eylül’ün dinî kullanma ameliyesinin esasında Cumhuriyet pratiğinden pek de farklılaşmadığı teziyle karşılamaktadır. Böylece halkın, kendi iradesine ve sivil iktidarın dönüşüne 12 Eylül Anayasası’na evet diyerek sahip çıktığı, sol ve solla rabıtalı kesimlerin bir mağduriyet tekeli yarattığı anlatılmaktadır. Bu yeni sağ bellek siyasetinde daha da dikkat çekici iddia darbelerin de hep esasen sağ hükümetlere karşı müesses nizamın, sekülerlerin, Beyaz Türklerin ve İstanbul sermayesinin koalisyonun işi olduğudur.
Yukarıda toparlamaya çalıştığımız bu durum bize hegemonik ve karşı-hegemonik güçler arasındaki mücadelenin bir “hafıza icadı/hafızalaştırma” mücadelesi olduğunu bir kez daha göstermektedir. Bilindiği üzere siyasal hafızanın en belirleyici niteliği, kollektif hafızanın bir şubesi olmasından ötürü elbette, müşterekliğidir. Müştereklikten kasıt tek tek bireylerin anı/hatıra deposu olmayı aşmaktır. Siyasal hafıza da esasen anonimleşmiş, müşterekleşmiş bir kollektif hafıza türüdür ve seçicidir. Siyasal hafızanın seçici olması değişik insan gruplarının farklı davranış biçimleri geliştirmelerine, kimlik kurmalarına ve değer üretmelerine vesile olur. Hatırlamayı tetikleyen şeylerin ve hatırlananların dış dünyadan gelen uyaranlarla devreye girdiğini ve bu uyaranların bağlamının, içeriğinin toplumsal/siyasal niyetler ve ihtiyaçlar sonucunda üretildiğini göz önünde bulundurduğumuzda (Connerton, 1989) siyasal hafızanın bir toplumsal grup tarafından üretilen temsiller repertuarı olduğunu da anlarız. İhtiyaçlar ve beklentiler tarihin nasıl okunacağını belirler, geçmişi olduğu gibi aktarma iddiasında olanlar esasında o geçmişi gayet seçmeci bir okumaya tabi tutarak yeniden inşa eder (Lowenthal, 1994). Olası pek çok geçmiş anlatısından bir tanesinin seçilmesi ve en “makbul” geçmiş olarak temsil edilmesi, anlatılması, öğretilmesi bu yüzden durmadan karşımıza çıkar.
Hatırlanan geçmişin siyasal amaçlara hizmet edecek biçimde kullanılması hafıza ve tarih arasındaki sorunlu ilişki üzerine geliştirilen kavramlarla bağlantılı olarak incelenmelidir. Güçlü olan söylem gücünü korumak ve iktidarını yaymak için bellek yatırımını yapmaya, hafıza oluşturmaya/hafızalaştırmaya devam eder ve etki alanını genişletme mücadelesine girer. Hafızalaştırma, seçilen bir olayın ya da olay grubunun toplumsal hafızada canlı tutulması ve kamuoyunun bir tutum geliştirmesi amacıyla üretilen pratiklerin tamamıdır ve bazen “geçiş dönem adaleti”ne destek vermek ve mağduriyetleri gidermek için kullanıldığı gibi bazen iktidarlar tarafından “normalleşme” Olick (2003) süreçlerinde iktidarı konsolide etmek ve meşruiyet kazanmak için de kullanılabilir.
Sonuç
12 Eylül hafızasında bir tür bütüncüllük olduğu sanırız söylenebilir. 12 Eylül tüm yaş öbeklerince, hem kadın ve erkekler tarafından, hem sağ ve sol siyasi yelpaze gruplarında hatırlanmaktadır. Kırk yıl önce olmuş bir olayın genç kuşaklarca da bilindiği göz önünde bulundurulursa hafızanın aktarıldığı açıktır. Siyasal bellekte büyük yarıklar açan 12 Eylül, yüzleşilemeyen bir geçmişe, Türkiye’de örülmüş başka acıların oluşturduğu yılların sessizlik duvarına ilave edilen bir taştır. Darbeden sonraki on yılda yaşanan sessizlik ilerleyen yıllarda kısmen bozulmuş olsa da darbenin toplum üzerindeki ağırlığı demokratikleşme umutlarını olumsuz etkilemeye devam ediyor. 12 Eylül’le dört başı mamur bir hesaplaşma konusunda toplumdan neden kuvvetli bir talep gelmemiştir ve siyasi otorite neden gönülsüzdür sorularına muhtelif yanıtlar verilebilir elbette. Ne var ki toplumdan da, siyasi otoriteden de güçlü, sonuç alıcı ve uzun soluklu bir talep olmadığı gerçeği ve 12 Eylül ortamının ortaya çıkarttığı adaletsizlik ve “her türlü kötülük ve haksızlığın sıradanlaşması” olgusu ile henüz yüzleşilmemiştir. Yüzleşmenin gerçekleşebilmesi için de ilkin gerekli olan herhalde 12 Eylül hakkında bir bilgisizlik durumu olmadığının idrak edilmesi ve sonrasında neden yüzleşme talebinin güdük kaldığı üzerine daha fazla kafa yormaktır.
Yazıyı okuyup görüşlerini ileten Yasemin İpek’e eleştirilerine yeterince yanıt veremediğimizin farkında olarak teşekkürlerimizi sunarız.
[1] Bu araştırma TÜBİTAK SOBAG Programı’nın 1001 Destek Programı çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Ulusal ölçekte temsili sağlayabilmek için Türkiye İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflandırması’na bağlı kalarak (NUTS) on iki ilde 1.902 görüşme yapılmıştır. Örneklem cinsiyet ve yaş grubuna göre tabakalandırılmış ve bu tabakalar içerisinde rastlantısal seçim yöntemiyle katılımcılara ulaşılmış ve yaş, cinsiyet, yaşanılan şehir, sosyoekonomik statü, eğitim düzeyi, son genel seçimde oy verilen parti gibi değişkenler dikkate alınmıştır.
[2] Katılımcılara “Siyasi görüşünüzü aşağıdaki listeye göre nasıl tanımlarsınız?” sorusu 22 siyasi görüş seçeneği sunularak sorulmuştur. Bu 22 siyasal kimlik kategorisi 12 Eylül’ü bilme-hatırlama/belirtme ve siyasal kimlik arasındaki ilişkiyi araştırabilmek için kendi içinde sonradan 7 anlamlı birlik oluştıuran grup şeklinde kümeleştirilmiştir.
[3] Bu konuda Mithat Sancar’ın Geçmişle Yüzleşme: Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne adlı çalışması anılan mekanizmalar ve teorik tartışmalar konusunda iyi bir başvuru kaynağıdır.
[4] Bu tez, yani Almanların Nazi fanatikler yüzünden cezalandırılmasının adil olmadığı tezi, sonraları çeşitli biçimlerde ve özünde apolojist denilebilecek müdahalelerle zenginleşmiştir. En tipik örnekleri herhalde Erik Voegelin ve Gerhard Ritter gibi muhafazakârların Nazizm’i Aydınlanma’nın ortaya çıkardığı hastalık olarak kodlayan ve gerçek Hıristiyan değerlerine dönmeye çağıran fikriyatları ile Nazizm’in Alman, Hıristiyan, Yunan, Roma ve Batı geleneğiyle/medeniyetiyle ilişkisiz olduğunu, onlardan türemediğini iddia eden Hannah Arendt’in hayli tartışmalı okumasıdır. Nazizm’i Almanya’nın geçmişinden, antisemit mazisinden, otoriter-milliyetçi muhafazakâr modernleşme tarihinden paranteze alan H. Arendt’in okuması kadar popüler bir yaklaşım da Ernst Nolte’de karşımıza çıkar. Nolte, Üçüncü Reich döneminde vuku bulan kötülüklerin/zihniyetin aslında daha önceleri başka toplumlarda karşımıza çıktığı ve hatta hâlâ yaşamakta olduğu, bu bakımdan Almanya’ya yüklenmenin en hafif tabirle hakkaniyetli olmadığını iddia eder.
[5] Vehbi Koç’un Kenan Evren’e yolladığı ünlü mektup, Halit Narin’in meşhur sözleri bu bağlamda hatırlatılır.
[6] Araştırmada 15 Temmuz darbe girişiminden sonra kapatılan Zaman, halen erişilebilir arşivleri olan haber7.com, Sabah ve ensonhaber.com gibi yüksek trafiğe sahip yayın organları taranmıştı. Bunların yanında başka milliyetçi-muhafazakâr yayın organları, kimi otobiyografiler, söyleşiler ve televizyon programları da göz önünde bulunduruldu.
[7] Burada halen erişilebilir serbestiyet.com, 15 Temmuz darbe giriminden sonra kapatılan Taraf gazetesi taramamıza esas fonu teşkil etmişti. Bir başka araştırmada Twitter’da Kenan Evren’in ölümü dolayısıyla yaptığımız taramayı da bu toplama eklemeliyiz.
[8] 1961 Anayasası referandumunun %61 oranında destek görmesi ile kıyaslandığında 12 Eylül’ün anayasasının aldığı destek çok açıktır.
Kaynakça
Connerton, Paul. How Modernity Forgets. Cambridge: Cambridge University Press, 2009.
Elster, Jon. “Coming to Terms with The Past”, European Journal of Sociology. Mayıs 1998, 7-48.
Lowenthal, David. The Past Is A Foreign Country. Cambridge: Cambridge University Press, 1999.
Noelle, Elisabeth ve Erich Peter Neumann. The Germans: Public Opinion Polls 1947–1966. Westport: Greenwood Press, 1967.
Olick, Jeffrey. “What does it mean to normalize the past? Official memory in German policits since 1989”. States of Memory. Continuities, conflicts, and transformations in national retrospection. Durham: Duke University Press, 2003.
Przeworski, Adam. Democracy and the Market: Political and Economic Reforms in Eastern Europe and Latin America. Cambridge: Cambridge University Press, 1991.
Sancar, Mithat. Gecmişle Hesaplaşma: Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne. İstanbul: İletişim Yayınları, 2007.