Diyarbakır’da Neden Bir Hafıza Mekânı Yok?

Sanırım uzun bir süredir çalışma alanımın Hafıza Mekânları olmasından dolayı, sanatçı Ahmet Güneştekin’in Diyarbakır’daki tarihî Keçi Burcu’nda açılan “Hafıza Odası” isimli sergisine epey dikkatle eğildim. Sergiye dair görselleri gördüğümde, bu serginin “motivasyonunun”, bir sanatçının hafızasının kamusallık kazanması olduğunu, sergi ile anlatılanların Ahmet Güneştekin’in görme biçimlerinden süzüldüğünü ve “gerçeklikle” ilintisinin de ancak ve ancak bu “görme biçiminden” doğru kavranabileceğini fark ettim. Hele ki Karin Karakaşlı’nın epey beğendiğim “Acının Hafızasına Ağıt”  başlıklı yazısını okumamla, bu fikrim daha da güçlendi. “Hafıza Odası”, bir hafıza mekânı değildi –olmak zorunda da değildi. Ama gerek yöre halkından gelen eleştirilerden, gerek de aydınların yönelttikleri eleştirilerden, öncelikle Diyarbakır’ın bir hafıza mekânına ihtiyacı olduğunu anladım. Güneştekin’e yönelik protestolar, sanatçının Keçi Burnu’ndaki kişisel sergisini, Keçi Burcu’nda oluşturulan bir “hafıza mekânı” olarak kabullenişten doğuyordu. Bu kabullenişe, sanatçının kendi sergisini bir hafıza mekânı yaratmışçasına sunması da etken tabii.

Peki, neden “Hafıza Odası” bir hafıza mekânı değil? Tam da olay yerlerine konumlandırılan hafıza mekânlarında sergilenen “objeler”, bizatihi mevzu bahis tarih ile ilintili, o tarihten kopup gelen, hikâyesi olan objelerdir. Hafıza mekânlarının küratörleri, “yüzleşmeye”, “demokratikleşmeye”; tarih ile diyaloğa vesile olacak her türlü materyali sergi alanında yerleştirerek, bu materyallere bir kamusallık kazandırırlar. O mekânlarda, sanatçıların görme biçimlerinden doğru tanıklık etmeyiz tarihe; bir fotoğrafla, kıyafetle, gazete parçasıyla, tabelayla, kişilerin sesleriyle/görüntüleriyle, belki yıkılan mahallelerde oynanan çocuk oyunlarıyla, enkazlardan çıkarılan kalıntılarla tanıklık ederiz; enstalasyonlarda sergilenmişse eğer tabutlar ya da başörtüler “renklendirilmezler”, estetize edilmezler. Tam da yok edildikleri anda nasıllarsa, o “acı”, “kıyım” ânında nasıllarsa, öyle çıkacaklardır ziyaretçilerin karşısına. Zira bu mekânlar sayesinde, tarihin “tanıklar” tarafından yeniden yazılması amaçlanır; öylelikle hem hikâyenin sahibi hem de tanık, o hikâyenin artık birer parçası olurlar. İnsanlar hafıza mekânlarında, tanıklığa dair toplayıcı imgelemler gördükleri için, tecritlikten uzaklaşıp tanık olduklarıyla ilişki kurarlar. Bu anlamıyla, hafıza mekânları, toplumsal yenilenme için “katalizör” rolü üstlenirler.

Seslendikleri yerdeki “halleriyle” oradadırlar o “objeler” hafıza mekânlarında; orada ziyaretçilerle diyalog kuran, kolektif hafızanın temsilleridir. Fakat bu temsil, sanatçıların nesneler üzerindeki “estetik kaygılı” üst yorumlarına kapalıdır. Sanatçıların mevzuya dair yorumlarında “yüzleşme”, eserlere dair “güzellik” kaygılarının önüne geçmiştir. Bu alanlardaki düzenlemeler, kolektif kimliğe, hatırlanması ve unutulması gerekene dair, kolektif belleğe dair algımıza eleştirellik kazandırmak içindir. Bir hafıza mekânı olan Berlin Yahudi Müzesi’nde, ziyaretçiler, bir koridor boyunca yerlere serpilmiş kafa şeklindeki, soğuk gri levhalar üzerinde yürürler bir süre örneğin. Halbuki “renkli” kafaların üzerlerinde yürünse, sanatçının “güzellik” kaygısıyla meşgul olurdu zihnimiz o koridor boyunca, öldürülen binlerce Yahudi’nin tanıklıklarıyla değil. Buenos Aires Hafıza ve İnsan Hakları Mekânı’ndaki yahut Constitution Hill’deki gözaltı ve işkence odaları da eğer benzer bir kaygı ile sunulsaydı, işkencenin travmalarına, insan hakları ihlallerine ne kadar “çekebilirdi” ziyaretçileri? Hafıza Mekânı dendiğinde incelenebilecek epey yerinde örnek bulunabilir; Hrant Dink Hafıza Müzesi, Bosna ve Hersek Tarih Müzesi, Berlin Yahudi Müzesi, District Six Müzesi, Constitution Hill, Savaşta Çocukluk Müzesi, Hafıza ve İnsan Hakları Mekânı (ESMA), Amerika Yerlileri Ulusal Müzesi… Bu mekânlara gidip, gülerek ve eğlenerek içeride dolaşıldığı hayal edemiyorum; çünkü içerisinin “anlattıkları” karşısında “zevklenmek”, ırkçı ya da faşist değilseniz, olası değil. Hatta böyle eylemlerde bulunduğunuzda, içerideki “duyarlı” ziyaretçilerin sizi şikâyet etmesi durumunda, ceza almanız çok daha mümkün.

Gelelim Ahmet Güneştekin’in “Hafıza Odası” sergisine. “Kayıp Alfabe”, “Analar Duvarı”, “Yoktunuz”, “Hafıza Tepesi”, “5 No’lu Koridor”, “Ölümsüz Kadınlar Cenneti”, “’Dil’ ve ‘Çürüme’” başlıklı eserlerin (kimileri daha önce Diyarbakır dışında da sergilenmiş olan) yer aldığı Hafıza Odası sergisi, sanatçının kendi tanıklıklarını ve diğer insanların tanıklıklarına dair kaygılarını aktarıyor ziyaretçilere. Güneştekin nasıl “hissetmişse”, bu hisleriyle insanlarla nasıl bağ kurmak istiyorsa, eserleriyle nasıl konuşmak istiyorsa öyle. “Ben böyle gördüm”, “ben böyle hissettim” diyor Güneştekin. Neden olmasın? Sonuçta bu bir hafıza mekânı değil, bir sanatçının “kişisel” sergisi. Peki ya bölge halkının hassasiyetleri? Oranın tam da bir “hafıza mekânı”na ihtiyacı varken hem de? Karakaşlı, “Süregiden zulmün hele de olay mahallinde temsile ihtiyacı var mı? Aslına kahrolmamışlar için estetize versiyonların söyleyebileceği bir şey?” diye soruyor bu sergi için. “Bir hafıza mekânında, estetize edilmemiş temsillere ihtiyaç var” şeklinde cevaplanabilir bu soru. Bu denli gösterişli, siyasilerin katılımıyla dikkatleri daha da üzerine çekmiş bir sergi, keşke “gerçekten” bir “hafıza mekânı” olarak karşılasaydı insanları diyorum içimden. O zaman bu denli “ziyaretçisi” olur muydu, “eğlentilere” mevzu bahis olur muydu, ve işin aslı öyle bir hafıza mekânının açılmasına izin verilir miydi, emin değilim…