Hapishaneden Covid-19 Günlüğü: Tomris Uyar’ın Kedilerini Yazamayacağım

                                              Sırrı (Süreyya Önder) Abi’ye hürmetle, sevgiyle

Tomris Uyar’ın Bütün Öyküleri’nden önce Bütün Yazıları’nı okurken pek çok not aldım. Düşündüğüm denemelerin ilki biyografisini de kesen Yazılar’a odaklanacaktı. İkincisi Öyküler’i merkeze alacaktı. Son yazı iki verimin/toplamın etkileşimini öne çıkaracak, çağrışımlarla saçaklanacak, bütünüyle öznel bir tartışma içerecekti.

Tomris Uyar’ın kedilerini listelemekle işe başladım. Daha önce onun bütün kedileri bir arada anıldıysa tekrar olacak belki ama olsun. İşler yolunda giderse ikişer saatlik üç “oturuş”ta taslağı çıkaracak, dördüncüsünde tashihleri yaparak ilk yazıyı tamamlayacaktım. Bitmiş gözüyle bakıyor, oyalanacak birkaç makale konusu arıyordum.

Cuma günü görevlilerin refakatinde hücremde çıkıp bilgisayarımın bulunduğu salona vardığımda kedileri kaydediverdim. Akşama doğru “zaman dolunca” aynı yolu takip ederek hücreme döndüğümde notlarımla kedilerin uzunca bir süre kilit altında kalacağını tahmin edemezdim. Şu soruyla cebelleşiyordum havalandırmada: Dünyayı alımlayışı TKP muhitinde bulunduğunu belli eden Tomris Uyar’ın bu partiyle doğrudan veya dolaylı münasebeti olmuş muydu? Cumhuriyet rejimi hem Aydınlamacı hem otoriter dönemlerde despotluğu elden bırakmadığı için İslâmcı, Kürdi ve komünist çevrelerin ihtiyat ve ketumiyeti sır değil. Kendi gündeliğini legalize etme çabası da bunlara dahil. Tomris Uyar’ın ilgilerinde o tür bir legalize olma çabası ile hayatı göğüsleme cesareti iç içeydi; haliyle dikkatimi çekiyordu. Kaldı ki Murat Belge’nin Bir Yaşam nehir söyleşisinde Turgut Uyar’a dair aktardığı anekdot, aklımdaki sorunun maddi zeminini güçlendiriyordu. Daha sonra Tomris Uyar’a dönük bir değerlendirme okumadığım için bu tür tartışmalar yapılıp yapılmadığından habersizim. Biyografik detayları edebiyat eleştirisinden bütün bütüne dışlayan bu bakışla başım hoş olmadığı için bu tartışmayı yürütmekte kararlıydım.

Daireden dönen memur gibi soyunup dökünmek, volta atmak, havalandırmada biriken topları (hücreden hücreye günlük haberleşme notları) çatılardan aşırarak diğer havalandırmalara atmak derken haber kanallarına bakayım istedim. Bakalım bugün kimler kahretmiş, hangi densizlere had bildirmiş ve bu arada hiç boş kalmayacağını milli and gibi tekrarladığımız “şehitler tepesi”ne hangi yoksul gençleri göndermiştik.

Görüşler iptal, her şey iptal

Altyazılar ve canlı yayınlar Ankara’nın yine teyakkuzda olduğunu bağırıyordu. Çok geçmeden, içinde tutulduğum kurumun da bağlı bulunduğu bakan salgın hasebiyle hapishanelerdeki bütün görüşlerin ve faaliyetlerin ertelendiğini açıklayıverdi. Hemen ardından gelen merkezî anons bütün faaliyetlerin iptal edildiğini bildirdi. Giriftar adlı romanım üç yıldır bir türlü bitmiyordu zaten. Geçen yılın dokuz ayı kısa bir açlık grevine verilen disiplin cezası nedeniyle bilgisayarsız geçmişti. Tam her şey yoluna girmiş, romanın taslağını tamamlamışken gelen erteleme/iptal, ekmeğime kan doğramaktı. Şu elyazımla, değil roman köşe yazısı dahi yazamam.

Erteleme için on beş gün deniliyordu ama devletimizi azıcık tanıyorsam bu yılı gözden çıkarmak gerek. Tedricilik devletimizin davranış çizgisidir, sokaktaki ifadesi “alıştıra alıştıra”dır ve hiç sekmez. Korkunun kullanışlı bir alıştırma/benimsetme faktörü olduğunu eklemek farz bu arada. Virüs/salgın haberleri, teyakkuz ile birlikte bir tür harp dilini kuşanırken hastalık ve ölüm korkusu anlatımlarıyla saçaklanıverdi. Bunun, hiç değilse İslâmi tevekkül anlayışından iradi bir sapma olduğunu vurgulamalı.

Çarklar dönerken

Geçen yıl, Giriftar’daki büyü-kehanet-şifacılık motifleri için metin tararken İslâmi gelenekte ölümü geciktirme, hastalığı “düşman sayma” tutumunun yadırgandığına sıkça rastlamıştım. Devlet ricali virüsün topraklarımıza girdiğini kabul ettikleri gün, savaş diline müracaat etmişlerdi. Ancak gelenek bize tevekkülü, bir tür Platonculukla asıl olanın ebedi dünya olduğunu hatırlatıyordu.

Daha sonraki “çarkların dönmesi” dayatmasına bakılırsa iktidarın herkesi hayatta tutma, geleneğe bu açıdan itiraz etme tutumunu benimsediğini söyleyemeyiz. Kapitalist iktisadın buz gibi çıkarları çabucak galebe çaldı zira. İnsan hayatı ile “çark” mukayese edildiğinde “çark” her zaman kazanır. Bu açılardan iktidar gayet modern. Bir o mu; geleneksel sosyalistlerimiz de “çark” ile “insan”ın karşı karşıya geldiği 20. yüzyıldaki uygulamalarda “çark”ı öncelediler. Che istisna, “insan”ı, Marx’ın kullandığı ifadeyle “insaniyet”i merkeze alan çıkmadı. Bu şartlar altında virüsün turistik kentlerde “yasaklanması” gayet tutarlıydı!

Beklenmedik erteleme/iptal ile birkaç günlük sendeleme yaşayınca, televizyon kanallarının hali de malum, elimdeki radyoda neler olduğuna baktım. Geçen yıl, neticesi biraz kavga dövüş biraz slogan ve kapı döven olan bir “harekât” ile hücrelerdeki eli yüzü düzgün radyolar kısa dalgalı oldukları gerekçesiyle toplanan satın aldığımız radyolarda kış boyunca sadece TRT türevleri vardı, ki aralarında hiç değilse Radyo 3 de bulunuyordu. Belli başlı birkaç radyo kanalı haricinde “İslâmcılığa” gönderme yapan onlarca istasyona rastladım. Fakat bir tuhaflık var. Bu radyolar ya ölümden başka her şeye çare olduğu söylenen ve bu arada bir hadisle desteklenen, çörekotu yağı ile şekerkamışı pekmezi satıyor ya da adına “atom” dedikleri, erkeklere seslenerek “o malum sıkıntı” dedikleri bir derdin balla karıştırılmış dermanını. Faydasını görünce “Allah razı olsun” demeye arayacakmışız kendilerini. Telefon numaraları veriliyor, kampanyalar ilan ediliyor, anonslar yapılıyor, reklam kuşakları uzadıkça uzuyor. Dışarıda iktidar bütün topluma karşı kudretini gösteriyorken onlar da daha küçük harfli iktidar konforu yaşatma vaadiyle halkımıza hizmet ediyorlar. Bir sektör olarak mutluluk böylesi girişimcilerin omuzlarında yükseliyor.

Veba başta olmak üzere salgınlar hakkında okurken yerleşik inançların ve alışkanlıkların o toplumsal kaos dönemlerinde ağır yara aldıklarını not etmiştim. Tek tanrılı din geleneklerinde insan üstün olduğu için hayvandan insana hastalık bulaşma ihtimali yüzlerce yıl boyunca reddedildi. Koronavirüs salgın haberlerinin daha başında benzer bir refleksin İsrail, İran ve İtalya’da benimsendiğini, toplu ibarete ara verilmesini bu merkezlerin ısrarla reddettiğini öğreniverdik. Haliyle ani kitlesel vaka artışlarıyla buna teşekkür eden virüs, o arada epeyce bir yayıldı. Ardından bütün o merkezler toplu ibadeti yasaklamak zorunda kaldı. Bereket bizde birkaç münferit çıkışla sınırlı kaldı o itirazlar. CHP’yi pek seven sekülerlerimizin “bakın siz de camileri kapattınız” cümlelerine yeltenmesiyse hazindi.

Sıklıkla kulağıma çalınan bir iddia: “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.” Neden, diyesi geliyor insanın; tarihle anlaşmanız mı var? Aynısının bin beteri olması da gayet mümkün. İnsanın doğayla ilişkisinde dönüştürme iradesinin içinde olmadığı bir dönüşüm/değişim oldu mu hiç? Salgınla birlikte, iki uzak, zıt ama birbirini andıran refleksin belireceğini tahmin etmek zor değil. Bir tarafta birileri Allah’ın küfür dünyasına ihtar ettiğini, kıyametin yakın olduğunu bağıracak. Diğer tarafta birileri kapitalizmin bittiğini, sosyalizmin eli kulağında olduğunu anlatacak. İki eğilim de insan iradesini, dönüştürücülüğünü yok sayma paydasında buluşuyor. Determinizm ve Allah’ın takdirine atıfla benzer denklemler kuruluyor. Hayatın ise muhayyileye uyma kaygısı yok; kendi bildiğince akıyor. Fakat bu arada kapitalizmle birlikte hakim hale gelen insan merkezli (ve türcü) toplumsal özgürlük idealinin doğayı içererek tazelenmesi tartışmalarının güncelleşmesi iyi olurdu –keşke yapılsa.

Yeni hapishane düzeni

Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına inananlara, hiç değilse Türkiye için, eskisi gibi olmayan başka bir alanı dikkate almalarını önermek isterdim.

Salgın/karantina haberinden kısa süre sonra hapishane düzeni değişiyor. Kurum idaresi hapishane dışı bir alana taşınırken görevlilerin bir bölümü boşaltılmış öğrenci yurtlarında karantinaya alınıyor. Bundan sonraki birkaç ayı hapishane ile yurt arasında geçirecekler ve “içeride kalanları anladık” dedirtecek pek konforsuz bir deneyim edinecekler. Az sayıdaki görevli ekmek-yemek dağıtımı, sayım ve kapıları açılıp kapanması için hapishane içinde. Herkes tedirgin. İlk iş ilaçlama. Hâlâ öyle mi bilmem; 90’ların başında sivrisinek/haşere yatağı Bodrum’da, akşamları dumanlar çıkartan eski araçlar geçerdi sokaklardan. Öksürdüğümüzle kalırdık. Benzer bir alet, o denli gürültü eşliğinde yapılan ilaçlamanın ardından birer sıvı yüzey temizleyicisi ve sıvı sabun uzatılıyor mazgaldan. Hapishanede ilk kez yüzey temizleyicisiyle karşılaşıyorum. Kapağını açınca İstanbul’da bir evdeyim sanki. En son orada kullanmıştık ve adı galiba “Fabuloso” idi. Edebiyatta koku-çağrışım eksenli eserler var elbette ancak deneyimle sabit, yıllar sonra bu koku, bütünüyle unuttuğumuzu sandığınız zaman parçalarını diriltiyor. Ancak sonraki koklamalarda o anlar canlanmıyor, sadece burnun “teknik bilgisi” tazeleniyor.

Bu arada yeni yaşam düzenine geçişin iş yükü boyun fıtığımın nüksetmesine ve omzumdaki kıkırdağın feci biçimde ağrımasına yol açıyor. Değil oturup yana yaymak iki adım yürümek azap. İstisnai hallerde revirdeki doktorla görüşebiliyorum. Görevliler halimi görünce güçbela revire gidiyoruz. Doktorumuz özenli, anlamaya çalışıyor ve ölümcül haller dışında hastane sevklerinin de iptal edildiğini belirtiyor. Ağrı kesici dahi kullanamıyorum. Acı-ağrı bütün şiddetiyle gövdemde ve ben hücredeyim. Sadece bir pozisyonda acım azalıyor: kırk beş derecelik açıyla ranzaya oturuyor, sağ kolumu bir ölü gibi yanıma uzatıyor, soluma mukavvaya tutturulmuş kâğıt alıp yazıyorum. Sıkılırsam aynı pozisyonda kitap okumam da mümkün. Ranzaya bu biçimde yerleşebilmem her defada beş dakikayı buluyor; uyku neredeyse haram, uzanmak da acı veriyor. İçeride yüz elli binden fazla tutuklu-hükümlü olduğunu hatırlayınca “yakınma!” diye kendimi uyarıyorum içimden. Birkaç hafta sonra altmışını geçen bir tanıdığım hücresinde beyin kanaması geçiriyor. Tesadüfen fark ediliyor (el yazısının hızla kötüleşmesi, dış dünyaya ilgisizlik, konuşma güçlüğü, yere yığılma…) ve baş memurla ikinci müdürün özeniyle arkadaşımız hastaneye kaldırılıyor ve o akşam ameliyat ediliyor; çok şükür hasar yok.

Maske-eldiven-tulum beyazlığının hatırlattığı

Görevlilerin eldivenleri, maskeleri standart. Doktorda ve doğrudan temas edenlerde beyaz steril tulumlar var. O görüntüleri hafızam nasıl kodladıysa, maske-eldiven-tulum beyazlığı ölüm orucu sırasında zorla hastanelere kaldırıldığımız/kaçırıldığımız günleri anımsatıveriyor. “Tedavi etmeye” bedenimi morartarak götürür, morga yakın “mahkûm koğuşlarına” kapatır, biz temiz su, sıcak su içemezken başımıza üşüşüp “zorla müdahale” tehdidinde bulunur, bilhassa “bir zamanlar bende solcuydum” diyen biri varsa aralarında, bizimle Marx, sosyalizm vb. tartışmaya ve tuhaftır çok iyi bildiğini ispatlamaya çalışırdı. Bembeyaz kıyafetler içinde... Şu sahne de oynuyor hayal perdemde: Açlığın beşinci ayındayım, karşımdaki kişi maskesini indirip (“maskesini indirip”) kraker yiyor, öyle hissiz, öyle mekanik; 24 yaşında, artık 49 kilo, soğumaya başlamış, bedenini refakat saatinde annesinin sarıla hohlaya ısıtmaya çalıştığı bir gencim. Bu yüzden olsa gerek mazgaldan uzatılan maskeyi kabul etmiyorum; bir hatıradan bahsetmek yerine “bana bir şey olmaz” diye şakaya vurarak… Kraker mi? Hâlâ yiyemem.

Meziyetimiz mi, zavallılığımız mı bilmiyorum ama insan canlısı her şarta uyum sağlayabilmiş. Salgın hafif gelir bize; sokaklar, halkımızın yaratıcı ara yol bulma denemeleri, pek eğlendirici, tebessümle izliyorum. Tesis edilen Kurul’un tavsiyeleri geçim kaygısıyla başa çıkabilecek gibi değil. “Kurul” ve “Üst Kurul”ların rejimin işletim sistemi gibi çalıştığını hatırlayınca bu ismi acaba kimin bulduğu üzerine düşünüyorum. Orada yer alanlara bir tür memuriyet dayatılırsa, diye üzülüyorum, inşallah o tür tercihlerle de yüz yüze kalmazlar.

Peki bu ölüm havası ne? Neden durmaksızın öldürüyoruz, tutukluyoruz? Sabahtan akşama biz düşman öldürüyoruz ve geceye doğru virüsün aramızdan kaç kişiyi öldürdüğünü öğreniyoruz. Burada bir iktidar tekniği var belli ki. Şovenizmi, ırkçılığa varan milliyetçiliği sadece iktidar bloğu üretmiyor. Halihazırdaki bir duyguyu kullanışlı bulup faydalanıyor. Yoksa hepimiz çocukluğumuzdan ve bilhassa tarih derslerinden aşinayız, “üstün bir millet” olduğumuz böbürlenmelerine.

İktidar halkta olanı alıyor, “meta”ya çevirip ona satıyor. Henüz anlamlı bir reddiye de görülmüş değil. 90’larda ve 2000’lerde yolu Terörle Mücadele’ye düşenler anımsayacaktır, gözlerinizi standart gözbağları yerine sizin gibi birilerinin astığı pankartlardan kestikleri bez parçalarıyla bağlarlardı. Polisiye incelemesi biten pankartınız başkalarının gözbağına dönüştüğündeyse siz bir hapishanede garantilediğiniz dört-beş senelik hapisliği yarılamış olurdunuz. Bu tekniğin milliyetçilik bahsinde bütün topluma uygulandığını sanıyorum. Kendisinde içkin olanla gözü bağlanıyor toplumun. Düşmanlaştırıcılığın bu denli kuvvetli olduğu bir siyasal sistemde işler yolunda gitmediğinde, iktidar da aynı tekfirden kolayca nasibini alabilir oysa. O gözbağının asla açılmayacağına güvenmek fazla iddialı bir beklenti olmasın?

Günler akarken bir romana atfen “Korona Günleri” ifadesinin kullanılması bıkkınlık veriyor. İlkgençliğimde “dayanılmaz hafiflik” klişesi vardı. İktidarın büyük hisseli küçük ortağının kafiye merakının alıp başını gittiğini anlıyorum, düşmanlarından bahsederken “sinsi ve sivri” amaçlardan söz açmış, doğaçlama olamaz bu kadarı. Her şeyden anlayan ve bu tuhaf müşterek asabiyetle durmadan bağrışan kadrolu televizyon tartışma ekipleri bir iki zorladılar ama sonra sahayı başkalarına bıraktılar. Onları düşünüyorum, şu sıralar hayat çekilmez olmalı, Allah yakınlarına sabır versin. Daha sık görünen psikologlar hem insanın her şey olabileceğini hem herkesin içinde bir katil bulunduğunu anlatıyor. Onları dinlerken bir tür “Maocu” olduklarını düşünüyorum; “iki çizgi mücadelesi” mantığını modifiye etmiş gibiler. İnsan müptelası olabilir, kapalı devre işleyen bir mantığı var zira.

Böyle giderse herkesi her şeyi taşa tutan, söylenip duran apartman yöneticilerine döneceğim. “Yeni normal” konuşuluyor madem, ben de şansımı deniyorum. Bilgisayarımı kullanma talebim reddediliyor. Adliler söylenmekte, infaz yasası onların pek çoğuna yaramadı. İki hukukçunun ölüm orucunda olduğu haberleri güçbela yer buluyor kendine. Uzunlu kısalı açlık grevleri başlıyor, bitiyor, yaz gelince “çarklar dönüyor”… Ancak belli ki ben Tomris Uyar’ın kedilerinden uzun bir süre daha ayrı kalacağım. Hiç değilse bu akşam bir yandan sivrisineklerle cebelleşirken şu birkaç aya dair iki satır yazayım. Celal Üster’in anlayışlı tutumu sayesinde ölüm ilanı verilen Gülüver’den bahsederim belki.