Bir İnsan Susuzluğu Nasıl Hatırlayabilir?
Chris Marker’ın Krizli Sineması

Chris Marker’ın hafıza ve zamanla girdiği ilişki, Alice Harikalar Diyarında’da Alice ile Tırtıl arasındaki şu diyalogda saklı gibidir: Alice’e sürekli “Kimsin sen?” diye soran Tırtıl ve Tırtıl’a sürekli “Kim olduğumu hatırlamıyorum,” diyen Alice… Marker’ın filmlerine baktığımızda “kim olduğumuzu bilmek” ile “kim olduğumuzu hatırlamak” arasında incelikli bir ilişki olduğunu fark ederiz. Zamanda yaşamıyoruz, anılara sahip değiliz. Marker için daha doğru olanı, zamandan ve anılarımızdan ibaretiz, zamanın ve anıların ta kendisiyiz.

Ama, göreceğimiz üzere, anılar ve zaman hep krizlidir. Hafıza bize asla tutunabileceğimiz bir hakikat sağlamaz. Geçmiş ve şimdinin bir araya geldiği, “ben” dediğimiz şeyin üzerine işlendiği, içinde hep bir kaybı, bilinmezi aradığımız, zamanın dışında bir zaman veya zamanın üstüne yapışmış bir uçucu çiğ damlası gibidir daha çok. Daima bir yapboz gibi bozulup dağılır, ama her yeni kuruluşunda farklı bir görünüm kazanır.

Hafıza ve geçmiş bu açıdan asla sığınılacak bir liman, bizi şu andaki kötülüklerden koruyan nostaljik bir koza, eski alışkanlıklarımızı saklayan güvenli bir sığınak olamaz bu durumda Marker için. Daha ziyade, John Berger’in tabiriyle, “eyleme geçerken içinden bir şeyler çekip çıkarttığımız bir sonuçlar kuyusudur” hafıza. Yani, nedensellik değil, sonuçlar ve geleceğe ve şimdiye etki eden deterministik bir süreklilik değil, şimdinin ve geleceğe yönelimin bir sonucu olarak geçmiş…

Ne geleceğin kaygı yaratan boşluğundan konuşur ne de geçmişin konforlu alanına atar kendini. Bir kriz ve bu krizden türeyen bir kaygı vardır kuşkusuz. Ama geçmiş ve gelecek arasındaki o yarıkta, sürekli geleceğe uzanan “geçip gitmekte olan şu an” ve “yakalanmış, muhafaza edilmiş, tutulmuş şu an” arasındaki o çatlakta, o çatlağın farkındalığıyla iş görür. Şu ânın artık-olmayan ile henüz-olmayan arasında ikiye bölünmüşlüğünü düşünen bir sinemadır onunki. Deleuze’ün tabiriyle o “kronik hastalığı”, “hastalığın kendisi olarak zaman”ı dert eder.

Eğer hastalık varsa doktor da vardır ve Marker için bir anlamda teşhis koyan ve reçete sunan bir hafıza doktoru diyebiliriz. Marker’ın ilgilendiği semptomlar geçmişin bıraktığı veya bırakmadığı izler, unutuş ve hatırlayışın açtığı veya kabuk bağlattığı yaralardır:

Zamanın tüm yaraları iyileştirdiğini kim söylemiş? Zaman her şeyi iyileştirebilir belki, ama bir tek yaralar hariç. Zamanla, ayrılığın acısı gerçek sınırlarını yitirir. Zamanla, arzulanan beden kaybolur ve arzulayan beden öteki için artık unutulmuşsa, geriye kalan cisimsiz bir yaradan başka da bir şey değildir.

Hafızayı sadece “cisimsizliğiyle” değil, bütün duyumsal boyutlarıyla, acıyla, kayıpla, kalp kırıklıklarıyla, yaralarla, travmalarla ve bunların zamansallığıyla düşünür. Artık kaçınılmaz olarak tamamen geride kalmış olan geçmiş deneyim ile o geçmişin şu an burada olduğu illüzyonunu taşıyan hafıza arasında süren o şiddetli çatışmanın açtığı yara, asla kabuk bağlamayan o cisimsiz yaranın tedavisini arar Marker. Hafıza, geçmiş ile şimdi arasında tutturduğumuz dikişler üzerinde hep bir ağrı yaratır. Patolojik bir hafıza sürekli yara açar ya da belki de yara açmayan bir hafıza var mıdır? Hafıza geçmiş ile şimdi arasındaki bu illüzyonu, sis bulutunu dağıtmadıkça yaradan başka bir şey değildir.

Marker’ın burada sunduğu çözümlerden bir tanesi unutmaktır. Ama bu geçmişi olmamış saymaya çalışmak değil, geçmişi yeniden yazabilmek, başka türlü hatırlayabilmek için unutmaktır. Sans Soleil’de Hayao’nun dediği gibi: “Şimdinin imajları değişmiyorsa eğer, geçmişin imajlarını değiştir.” Unutmak o halde bir şeyleri gömmek değil (çünkü tüm sorun zaten bir şeylerin hafızaya gömülebileceğini zannetmek), geçmişin bıraktığı yıkıntıyı başka türlü inşa etme girişimi demektir.

***

Deleuze’ün ayrımını hatırlarsak: zamanın harekete tabi kılındığı hareket-imaj’dan zamanın doğrudan temsil edildiği zaman-imaj’a geçiş. Başka bir deyişle, zamanın dolaylı temsilinden doğrudan temsiline bir geçiş. Zamanın doğrudan temsili ne demek? Chris Marker tam da bunun bir örneğini veriyor gibi görünüyor. Sans Soleil’de hareket-imajla iş görmüyor, zamanı tabiiyetine alan bir hareket yok; Marker için bütün filmdeki imgelerin filmde olmasının tek nedeni kalp atışlarını hızlandırıyor olması. İkinci Dünya Savaşı’ndan günümüze kadar uzanan geniş bir zamansal aralıkta, Afrika’dan Japonya’ya, İzlanda’ya uzanan geniş bir mekânsal aralıkta, tüm bu imgeleri bir araya getiren, bu bir araya gelişi mümkün kılan tek bir ilke var: kalp atışlarını hızlandırmaları… kalp ritmi… ritim… zaman… Sans Soleil bizi farklı ülkelerde gerçekleşmiş seyahatler, bu seyahatlerin imajlarını kaydeden gezginimizin arkadaşına yazdığı mektuplar, arkadaşının hem mektuplar hem de imajlar üzerine olan yorumları üzerinden çok-katmanlı bir yolculuğa çıkarır. Bağlantısız gözüken imajların ardışıklığı bitmemiş bir film hissi uyandırabilir, ama aynı zamanda kulağımızda görsel bir melodi, odağı sürekli değişen bir şarkı çalar.

Filmin merkezî teması işte anıların, hafızanın montaj üzerinden yapılan bu orkestrasyonudur. Gezginimizin mektubunda dediği üzere: “Ömrü boyunca hatırlamanın –unutmanın zıttı olmayan, onu da kapsayan hatırlamanın– işlevini anlamaya çalıştığını yazdı. ‘Bizler hatırlamayız; tıpkı tarihin yeniden yazılışı gibi, hafızamızı yeniden yazarız’.” Ama gözümüzün önünde müzikal bir kompozisyon gibi zamanda, kendine ait bir ritimde gelişen bu yeniden yazma faaliyeti kamera tarafından çekilmiş Deleuze’ün o bahsettiği hareket-imajlar olmadan mümkün değildir. Çünkü imajsız, o biriktirilmiş anı parçaları olmaksızın hafızaya da sahip değilizdir: “Tokyo’da bir ocak ayını hatırlıyorum, ya da Tokyo’da Ocak ayında çekilmiş imajları hatırlıyorum. Bunlar hafızamın yerini aldı. Hafızam oldu. Film, fotoğraf çekmeyen, kayıt tutmayan insanların nasıl hatırlayabildiğini merak ediyorum. İnsanlık hatırlamayı nasıl başarıyor?”

Ama bazı anlar filme yakalanmak için fazla “uhrevi”, maddesizdir: Sans Soleil’deki kaybolmuş kedileri için kedi tapınağında yakaran bir çiftin olduğu sahneyi hatırlarsak, şöyle söylüyor Marker: “Keşke size kedileri Tora’nın korunması için üzerine yazılar işlenmiş tahta tabletler bırakmaya bu kedi mezarlığına gelen çiftin yaptığı bu işteki sadeliği, yapmacıksızlığı ifade edebilsem.” ‘‘Yapmacıksızlık’’ filmik, fotoğrafik olarak gösterilemez. Marker sürekli bu uhrevi, maddesiz anların yakalanamazlığınının bir imaj kusuru mu yoksa hafızanın bir kusuru mu olduğu sorusuyla yüzleştiriyor bizi: “Bir insan susuzluğu nasıl hatırlayabilir?”

***

Genel olarak Chris Marker ve özel olarak da Sans Soleil’de esas mesele, imajların geçmişin yerini tutmaktaki eksikliği ve krizi, hafızanın ve anımsamanın kusurları gibi görünüyor. Sans Soleil’den bir sahne: eski bir savaşta otuz genç kızın el bombasıyla intihar ettiği anıtın önünde, ellerinde el bombası şeklinde hediyeliklerle, gülerek, fotoğraf çektiren turistler… Geçmişteki bu olay hâlâ hatırlanabiliyor olsa bile olayın trajedisi şimdiye taşınmamış halde, kayboluyor. Olayın hakikati, geçip gitmiş ve artık ıskaladığımız bir şu âna dönüşmüş durumda. İmajlar, hafızanın problemlerine çözüm olmaktan uzak görünüyor Marker için, çünkü kendileri de daima problemli, daha doğru bir ifadeyle belki, krizli. Marker, virtüel-imajların (geçmişi “taşıyan” filmik, fotoğrafik imajlar) bellek-imajlarımızla (yani olaylara dair filme veya videoya alınmamış hatıralarımız) olan çatışmasının, krizinin peşine düşmüş gibi gözüküyor: “Bir insan susuzluğu nasıl hatırlayabilir?” Geçmişin hakikatini bize sunduğunu düşündüğümüz geçmişin imajları, ancak zamanın bir kısmını sunar: tutulan geçmiş (ki Marker sayesinde anlıyoruz ki bu da başlı başına sorunlu zaten). Geçip gitmekte olan şimdi bu imgelerle temsil edilemez, sürekli elden kaçar ve kriz de buradan doğar.

Geçmişin imajları daima doğru olarak da hatırlanmaz, bize hakikati vermez. Filmde Luis Cabral’ın madalya sahnesini hatırlayabiliriz. Kendisine madalyası takdim edilirken Major Nino’nun gözünden akan yaşlar gururun ve övüncün değil –anlatıcıdan öğreniriz ki– “örselenmiş gururun” gözyaşlarıdır. Sonrasında Luis Cabral’a darbe yapacak olan bir generalin bir nevi timsah gözyaşları… Geçmişin imajlarında hakikati aramak, Deleuze için olduğu gibi Marker için de boşuna bir uğraştır. Televizyon, sinema ve diğer kitle iletişim araçları bir tür resmî tarih ihtiva eder, bir tür hakikat sunar ve inşa eder. Muhafaza edilmemiş, geçip gitmekte olan şu an resmî olmayan bir tarihin ve kişisel hafızanın alanına itilir; iktidar sürekli tarihi ve geçmişi yeniden yazar; resmî tarih enformasyon sunmaz, aksine endoktrinasyondur, toplumun kolektif hafızasını inşa eder, onun üzerine yazar. Tokyo televizyonu ve çizgi romanları üzerine konuşurken Nietzsche’nin boşluk hakkındaki sözlerini tekrar eder Marker: “Japon kanallarını ne kadar çok izlerseniz onun da o kadar sizi izlediğini hissedersiniz”’ Ve boşluğun size baktığını hissetmekle kalmazsınız sadece, boşluk (ve televizüel olan) rüyalarınızı da doldurmaya başlar: “Zaman geçtikçe rüyalarım Tokyo’daki apartman dairelerinde geçmeye başladı. Artık bu rüyalar gerçekten benim mi yoksa başka bir bütünün, devasa bir kolektif rüyanın mı parçası şüphe ediyorum.” Sans Soleil’deki bir tren yolculuğunda her biri bir köşede uyuyup kalmış Japonlar, hiçbirini tanımadığımız ama her biri bu kolektif televizüel Japon rüyasını kapılmış gözüken, “başkasının rüyasına yakalanmış” gündelik insanlar…

Deleuze’ün ‘‘Yanlışın Gücü’’ metninde söylediklerini bu bağlamda düşünürsek, bir yanda “hakikat” arayışında tarihi ve zamanı da kendi hizmetine koşan kronolojik propaganda, diğer yanda hakikat karşısında yanlışların, hakikat-sayılmayanların, “hakikatin” yeraltında gömdüklerinin arayışına girişmiş bir tür arkeoloji faaliyeti olarak sinemanın gücü; “hakikatin” sineması değil de sinemanın hakikati. Geçmişi ve hafızayı, Proust’un peşine düştüğü o meşhur “kayıp zamanı”, bir hakikat rejiminin sultasından çıkarma arayışıdır Marker’ınki; geçmişi (ve dolayısıyla, Tırtıl’ı hatırlarsak, şeylerin ne’liğini) sürekli kuran, yeniden kuran, başka türlü bağlantılarla kuran, geçmişin kurulabilir/kurgulanabilir olduğunu, halihazırda zaten hep kurgulanmış olduğunu ve başka türlü de kurgulanması gerektiğini, kişisel ve politik olarak, bağıran bir sinemadır.

***

Öyle görünüyor ki zamanın belirsizliği, müphemliği karşısında, geleceğin bütün o beklentilerden, vaatlerden, umutlardan boşa düştüğü durumlarda, alışkanlık yaratan duygusal/fiziksel bağlılıkların artık sürmeyecek oluşu, güvencesizliği fark edildiği anlarda, sadece hafıza bize yardım edebilir, ama işte o da daima, her durumda bir krize gebedir.

Dolayısıyla bir kriz sineması, krizli bir sinemadır Marker’ınki. İşte Marker’ın imajlarının bir gücü varsa, o da sinemanın gücünü bir hatırlama, kayıt tutma faaliyeti olarak dondurmaktan ziyade unutmanın olumlayıcı gücünü taşımasındadır. Marker için hatırlama daima bir yeniden yazma, üzerine yazma, geçmişin yeniden yorumlanması faaliyetidir. Bu açıdan unutma da, her durumda değilse bile, daha iyi “hatırlama”yı sağlar; unutmak bir lanet değil, aksine belki de hafızanın bize sunduğu bir nimettir. Marker için sinema artık yeniden hatırlamak kadar unutmanın da bir aracıdır. Zira hafızanın müphemliği asla imgelere gelemez, imgeler asla bize geçmişi tam olarak veremez. Oysa geçmiş de bir imgedir. Marker’ın George Steiner’den verdiği referansla, “bizi idare eden geçmiş değil, geçmişin imgeleridir”. Ama işte tam da bu yüzden, geçmiş olayları biriktiren bir depo olmak yerine şimdi, şu anda yaşayan bir sis bulutu haline gelir. Anılarım gerçekten orada mıdır? Bunları gerçekten yaşamış mıyımdır? Yoksa tam da şu anda zihnim mi bunu uydurdu? Bilemeyiz. Geçmişe dair emin olduğumuz tek şey, imgesi bizi şu anda etkileyen o olayın şu anda yaşanmış olmadığıdır. Ama ne zaman yaşanmıştır? Yaşanmış mıdır? Hafızanın kaypaklığı daima şimdi ve buranın çekimine kapılmasından, bu illüzyondan gelir (ve Sans Soleil’de bu illüzyonu bozmanın yolunu “Zone” denilen, imajları manipüle edip üzerlerindeki o sözde “şu an” ve “gerçek” etiketini atan, her an erişilebilir/taşınabilir olma illüzyonunu ortadan kaldıran, suni gerçekliklerini tahrip eden, manipüle edilebilir hale getiren elektronik bir cihazda bulur). Bu illüzyon, bu sis bulutu sürdükçe bunları asla bilemeyiz. Ya o âna eşlik eden bir başka kesinliğin, bir referansın olması gerekir ya da işte Marker’ın yaptığı gibi, görsel-işitsel imajların her türlüsünün kaydetme gücünden yararlanmak gerekir. Ama yine de sorun çözülmez, sis bulutu tam olarak kaybolmaz, sadece biraz dağılabilir. Ya da geçmiş herkes için her durumda farklı hatırlanacağından, referans aldığımız kesinliğin ya da görsel-işitsel imgenin de bize vereceği geçmiş bizdeki geçmişten farklı olacağından, bizimkiyle uyuşmaz parçalar taşıyacağından, sis dağılmak yerine daha da büyür veya bunu olumsuz bir durum, patolojik bir rahatsızlık gibi düşünmeden, Marker’ın bizi ikna etmeye çalıştığı gibi, geçmişin basitçe bir sis bulutu olduğunu ve içinde yol bulmaktan ziyade kaybolmaya yazgılı olduğumuz bir sis bulutu olduğunu düşünmeliyiz.