3 Kasım Salı günü yapılacak ABD seçimlerini tüm dünya yakından takip ediyor. Anketlerde Joe Biden-Kamala Harris ikilisi büyük bir farkla önde gitse de 2016 seçimlerini hatırlayanlar bu durumu rahatlık olarak algılayamıyor. Üstelik ABD’nin kendine has seçim sistemi nedeniyle ulusal ölçekte Biden-Harris ikilisinin milyonlarca oy fazla kazanmasına rağmen seçimi kaybetme riski söz konusu.[1] Bunun yanında 2016’ya kıyasla bir başka büyük fark başkanlık koltuğunda oturan Trump’ın seçimin meşruiyetini haftalar öncesinde tartışmaya açması. Özellikle Covid-19 pandemisi nedeniyle insanların erken oy verme veya posta ile oy verme yöntemlerini[2] tercih etmesi ve bu yöntemleri seçenlerin genelde Demokrat Parti’ye oy vereceğinin düşünülmesi Trump’ın bir süredir bu yöntemleri seçim hilesi olarak adlandırmasına yol açtı. Açıkça bu yöntemlere saldıran, bununla kalmayıp ABD’nin resmî posta teşkilatı USPS’e doğrudan müdahale eden Trump yönetiminin, seçim sonuçlarını, seçimi kaybetmesi halinde tartışmaya açacağı kesin. İki tarafın da kampanyalarında büyük bir avukatlar ordusu bulundurması bundan. Biden-Harris ikilisinin büyük bir farkla kazanmaması durumunda birden fazla eyalette uzun sürecek hukuki mücadelelere kesin gözüyle bakılıyor.
Trump yönetiminin oldukça saldırgan bir şekilde federal mahkemelere ve Amerikan Yüksek Mahkemesi’ne yaptığı atamalar da bu davalarda ortaya çıkacak soruna dair şüpheler uyandırıyor. Dün Yüksek Mahkeme’ye atanan aşırı sağcı Amy Coney Barrett’in mahkemedeki muhafazakâr yargıç ağırlığını 6’ya 3 şeklinde mutlak bir şekilde değiştirecek olması, bu davaların olası bir şekilde Yüksek Mahkeme önüne gelmesi halinde Trump lehine sonuçlanma ihtimalini artırıyor.[3] Öte yandan beklenti yine de seçimin Biden-Harris tarafından kazanılacağı yönünde. Peki tüm bunların anlamı ne? ABD için, dünya için ve bizim için… Bu yazıda kısaca bunları tartışmak istiyorum.
***
Seçim bize ilk olarak merkezci siyasette taraf tutmanın önemini gösteriyor. Trump’ın demokratik kurumların işleyişini hiçe sayma, aşırıcı komplo teorilerini gündelik siyasetin merkezine taşıma, ırksal ve sınıfsal gerilimleri derinleştirerek kendi tabanını ayakta tutma, gelir adaletsizliğini pervasızca derinleştirme, kadın ve queer hakları ve kazanımları alanında büyük saldırılarda bulunma, iklim değişikliğini reddetme (ve bu konuda “şüpheci” yargıçları Yüksek Mahkeme’ye atama), dış politikada yıkıcı tutum alma, pandemi sırasında en halk sağlığı karşıtı konumu alma gibi duruşları kurumsal işleyiş karşısında büyük tehditler olarak ön plana çıkıyor. Olası bir Trump galibiyetinin tüm bu alanlarda daha büyük bir erozyona neden olacağını bilmek gerekir.
Olası bir Biden-Harris galibiyetinin bu alanlarda büyük bir düzelmeye ve/ya U dönüşüne yol açacağını beklemek de yanlış. Öte yandan özellikle medeni haklar, ırkçılık, iklim değişikliği ve benzeri konularda görece düzelme, diğer alanlarda ise daha olumlu bir yöne gitme yolunda olanaklar elde etmek mümkün. Kurumların işleyişi ve öngörülebilirlik konularında bazı gelişmeler de beklemek mümkün. Her ne kadar Trump yönetiminin dört yılda yarattığı tahribatı tamir etmek, daha da önemlisi Covid-19 pandemisinin yıkıcı etkisini bir anda aşmak mümkün görünmese de Demokrat Parti’nin seçilmesinin ABD için kilit öneme sahip olduğunu görmek gerekiyor. Bu meseleye birçok açıdan bakmak mümkün ancak ben üç konuya yakından bakmak istiyorum.
Gençlik
Gençlik konusunda Trump yönetiminin mevcut politikaları tamamen istihdama yönelik. Pandemi öncesi %4’ün altına inen işsizlik Trump’ın ve Cumhuriyetçi Parti’nin ideolojik-ekonomik söylemlerine çok uygundu. Bu nedenle pandemi ortaya çıkmadan önce Trump’ın yeniden seçilmesine neredeyse kesin gözüyle bakılıyordu. ABD’nin kendine özgü vatandaş-istihdam ilişkisi üzerinden Trump ekonominin iyi yolda olduğunu iddia ediyordu. Ayrıca bir gençlik politikası kesinlikle yoktu ancak gençlik içinde işsizlik düşüktü. Buna siyahlar da dahildi ve Trump bu yüzden sürekli daha önce hiçbir başkanın siyahlar için bu kadar çok şey yapmadığını, devam eden, hatta sayısı ve şiddeti artan ırkçı saldırılara rağmen söyleyip duruyordu. Bir başka deyişle gençlik ve istihdam/refah konusunda Trump’ın kalitesi ne olursa olsun istihdam dışında bir politikası yok; tekrar kazanması halinde de olması beklenemez.
Trump’ın gençlerin temel taleplerinden ve Affordable Care Act sayesinde elde ettikleri sağlık sigortası kapsamına dair herhangi bir pozitif politikası yoktu. Hatta iktidarının ilk iki yılında henüz hem senato hem de temsilciler meclisinde üstünlük elindeyken bu yasayı veto etmeye kalktı. Cumhuriyetçi senatörler Susan Collins (Maine), Lisa Murkowski (Alaska) ve bu oylamadan kısa süre sonra ölen eski başkan adayı John McCain’in (Arizona) oyları sayesinde yürürlükte kalan yasa büyük bir yıkımı engelledi. Ben bu yasal düzenlemeyi ve benzer başka düzenlemeleri ABD’nin 2008 krizi sonrası geçirdiği dönüşümü ele alan doktora tezimde eleştirmiştim ancak bu yasanın yerine başka bir yasa getirilmeksizin yürürlükten kaldırılmasının büyük bir erozyona neden olacağını ve Amerikan sağlık sisteminin çalışan kesimler için erişilmesi neredeyse imkânsız bir sisteme dönüşeceğini düşünüyorum. Bunun yanında Barrett’in Yüksek Mahkeme’ye atanmasıyla başta kürtaj hakları dahil olmak üzere, Planned Parenthood gibi federal programların kesilmesi ve benzeri politikalarla, başta genç kadınlar olmak üzere kadınların sosyal eşitsizlik skalasında daha da büyük zararlara uğrayacağı açık.
Eğitim alanında da benzer bir durum söz konusu. Trump yönetiminin üniversite eğitimi alanında metalaşmanın azaltılmasına yönelik veya alt ve orta sınıfların eğitime erişimlerinde müspet adımlar atmayacağı zaten kesin. Bunun bir örneği, ırk başta olmak üzere, sosyal açıdan dezavantajlı gruplara yönelik TRiO gibi programların federal bütçedeki yerinin sürekli azalması. Ancak daha kötü bir eğilim, bu yönetimin Eğitim Bakanı Betsy DeVos liderliğinde üniversite öncesi eğitimde de federal destek programlarını büyük bir azimle ortadan kaldırmaya çalışması. Bu yaklaşımın olası Trump zaferi halinde daha da derinleşeceğini düşünüyorum.
Demokrat Parti’nin de bu konularda net politikaları yok. Bunu en net şekilde ön seçim sürecinde gördük. Pandemi öncesinde Demokrat Parti ön seçimleri hâlâ devam ediyordu ve parti içinde büyük bir endişe hakimdi. Pandemiyle birlikte o zamana kadar tırnaklarının ucuyla ilk beşe girmeye çalışan Biden birden konsensüs adayı olarak ortaya çıktı. Demokrat Parti bir kez daha bir aday üzerinde kim olduğu için değil, kim olmadığı için uzlaştı. Aday Hillary Clinton gibi kitlelerce nefret edilen biri değildi, Bernie Sanders gibi sosyalist değildi, Pete Buttigieg gibi genç ve eşcinsel değildi, bence en güçlü aday olan Elizabeth Warren gibi kadın değildi.
Bu adaylardan Sanders gençler için ücretsiz yükseköğretimi[4] ve evrensel sağlık sigortasını, Warren ise vergi reformu aracılığıyla gençlere yönelik dolaylı programları savunuyordu. Bir Wall-Street adayı olan Buttigieg bu konuda net bir tutum sergilemese de Trump gibi aşırı piyasacı bir yaklaşım ifade etmiyordu. Biden-Harris ikilisinin şu âna kadar bu konuda net bir tutumu olmasa da Sanders ve Warren gibi isimleri henüz tamamen yabancılaştırmaması nedeniyle olası zaferleri durumunda bu yönde çeşitli adımlar atmaları beklenebilir. Bir başka deyişle bu alanda seçim çok kötü olması beklenen bir taraf ile bazı olanaklar sunan bir taraf arasında.
Ekonomi
Trump’ın ekonomi politikasını amiyane tabirle en iyi tanımlayan şey ortaya karışık olması. Başta şirket vergilerinde yaptığı olağanüstü indirim ile piyasacı dinamikleri körükleyen ve borsanın hızlı yükselişini sağlayan Trump bunu düşen işsizlikle birlikte temel başarı göstergeleri olarak sundu. Trans Pacific Partnership’ten (TPP) çıkışı ve daha sonra NAFTA’yı tekrar tartışmaya açması (NAFTA’dan USMCA’ya geçişi şurada ayrıntılı tartıştım) karmaşık mesajlar veren girişimlerdi. Öte yandan Çin ile giriştiği, şimdilerde ateşi düşen ticaret savaşları (bu konuda bir tartışma için şuraya bakınız) ile farklı mücadeleleri bir arada yürüttü. Ancak içeride ekonominin işleyişi konusunda bir konuda tutumu çok netti: kamu destek programlarının her alanda geri çekilmesi ve piyasalaşmanın derinleştirilmesi.
Trump’ın tekrar seçilmesi halinde bu alanda aksi bir tutum almasını beklemek yanlış olur. Aksine seçilmesini bir onaylama olarak alacak ve başta sendikal haklar olmak üzere çalışan kesimlerin kazanımlarına saldırmayı sürdürecektir (bir detaylı tartışma için şuraya bakınız). ABD’de işyerindeki uyuşmazlıkları görüşen National Labor Relations Board’daki hakimiyetini artıracak olan yönetimin ikinci dönemde çalışan haklarına saldırmasını kesin olarak görüyorum.
Biden-Harris ikilisinin bu alanda da diğer aday adayları Sanders ve Warren gibi net tutumları yoktu. Biden’ın 2008’de Obama’nın da seçim kampanyasında merkezî yer teşkil eden ülke altyapısının yeniden inşası ve tüm ülkenin hızlı tren ve 5G altyapısı ile donatılması ile yenilenebilir enerji altyapısının geliştirilmesi gibi konular dışında somut pek az politika önerisi var. Warren’ın dilinden düşürmediği vergi reformu Biden’ın da, Harris’in de uzak durduğu bir politik tercih. Bu yüzden bu alanda büyük bir U dönüşü beklemesem de Biden’ın tıpkı 2008 krizi sonrasında en büyük hedefi “yumuşak iniş” olan Obama’ya benzer bir tutum alacağını, pandemi sonrasında ekonominin eski gücüne erişirken yakalayacağı (ya da yakalayacağı düşünülen) ivmeye tutunmak isteyeceğini düşünüyorum. NLRB ve diğer alanlarda örgütlü çalışanlara bir saldırı gerçekleştirmeyeceğini düşünsem de lehte çok büyük girişimlerde de bulunmayacaktır. Bunun Trump’ın neredeyse kesin gözüyle baktığım yıkıcı politikaları karşısında tercih edilebilir olduğunu düşünüyorum. Ayrıca burada oluşacak bir platformda çalışan kesimler ileriye dönük alternatif mücadele örgütleme şansına sahip olabilir. Buna karşın Trump zaferi halinde dört yılın bir savunma savaşı olarak geçeceği kesin.
Dış Politika
Dış politika Trump’ın en tutarsız olduğu alanlardan. AB ile ilişkilerinin altüst olmasından Çin karmaşasına, Kuzey Kore açılımından İran’la yapılan anlaşmayı rafa kaldırıp ilişkiyi askerî düzeye taşımasına kadar pek çok alanda Trump dış politikası kaotik bir yol izliyor. Venezuela başta olmak üzere Latin Amerika’da istikrarsızlaştırma adımlarına son hız devam eden Trump yönetiminin dış politikada geride kalan dört yılda hesabında olumlu bir kayıt göremiyorum. Bu durumda Türkiye ile ilişkilerinin de aynı şekilde kaotik olması şaşırtıcı değil. Buna rağmen Erdoğan yönetiminin Trump yönetimini en azından bazı konularda uzlaşmaya açık bir yönetim olarak düşmanlığından emin olduğu Biden yönetimine tercih ettiği açık. Ancak son dört yılda Trump yönetiminin dış politikasının kanıtladığı bir şey varsa o da güvenilmez ve uzun süreli planlamaya açık olmaması. Olası bir Trump zaferi halinde bu alanda mevcut durumun herkes için daha da kötüleşeceğini düşünüyorum.
Bir Biden-Harris zaferinin ise bu alanda ne getireceği çok net değil. Ancak en azından AB ile ilişkilerin normalleşmesini bekliyorum. Bunun yanında başta BM ve DSÖ olmak üzere uluslararası örgütlerle ilişkilerde eskiye dönüleceği, NATO konusunda tekrar sürücü koltuğuna geçileceği; Çin konusundaki muammanın süreceği, Rusya ile ilişkilerin ise daha da çetrefil hale geleceği kesin. İran, Suriye ve Latin Amerika konularında ise durumun nereye gideceğini tahmin etmekte zorlanıyorum.
Öte yandan dünya genelinde Şili’den Sri Lanka’ya, Kırgızistan’dan Nijerya’ya ve Tayland’a, Belarus’tan Gine’ye, onlarca bölge ve ülkede geniş ölçekli toplumsal sorunların yaşandığı ve rejimlerin büyük krizlerde olduğu açık. Bu ülkelerin çoğunda yöneticilerin ilk tepkileri biraz da Trump yönetiminin sağladığı ortam sayesinde daha fazla otoriterlik oldu. Demokratik rejimlerin giderek altının oyulduğu bir ortamda devam eden bir Trump yönetimin bu tür eğilimlere çanak tutacağı açık. Öte yandan Biden-Harris zaferinin bu alanlarda bir iyileşmeye yol açmasını beklemek de aynı derecede güç. ABD İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki gücünü çoktan yitirdi. Baba Bush döneminden bu yana ABD’nin dış politikadaki konumu sürekli geriye gitti. Hegemonik konum yitirildikçe askerî ve ekonomik araçlar öne çıktı. Ayrıca bu ülkelerde yaşanan krizler pandemi sırasında ortaya çıkan konjonktürel krizler de değil. Bu ülkelerin pek çoğu demografik krizlerin ekonomik krizlere, siyasal krizlerin meşruiyet krizine dönüştüğü topyekûn krizler yaşıyor. Biden-Harris yönetiminin bu krizlerde Turmp yönetiminin aksine aktif rol almak istemelerinin sosyolojik yapıları derin zarar görmüş bu toplumlarda ne kadar etkisi olacağı tartışmalı.
***
Bu seçimler medyada ele alındığı kadar kritik öneme sahip. İkinci bir Trump yönetimin ardından ne geleceğini tahmin etmek çok güç. Ancak Biden-Harris zaferinin de ABD’nin derin iç sorunlarını ya da ABD’nin dünyadaki konumunu bir anda iyileştireceğini söylemek zor. Karşımızda yine 2008’deki gibi bir yumuşak iniş platformu var. Öte yandan koşullar 2008’dekinden çok farklı; 2016’dan da çok farklı. Seçim Amerikan kurumlarının topyekûn erozyonu ile görece istikrarı arasında bir seçim gibi görünüyor. Her ikisinin de küresel sonuçları çok derin olacak.
[1] ABD seçim sisteminin kendine has özelliklerinin detaylı ve açık bir anlatımı için şu yayına bakabilirsiniz.
[2] Bu yöntemlerin ne olduğunu ve ABD’de eyaletten eyalete nasıl değişiklik gösterdiğini, seçim sonrasında olası çatışma noktalarını detaylı ve açık bir şekilde tartışan bir yayın için şuraya bakınız.
[3] Yüksek Mahkeme’de Trump’ın iki ataması sonunda yaşanan ve üçüncüsüyle iyice belirginleşen muhafazakâr ağırlık başyargıç Roberts’ın son dönemde kritik birkaç kararda liberal yargıçlarla paralel oy vermesi ile biraz değişti. Ancak Barrett’in gelişiyle Roberts’ın değişken oyu kritik kararlarda etkisizleşebilir.
[4] Aslında ABD’de kamu fonlu ücretsiz eğitim modelleri farklı düzeylerde zaten mevcut. Doktora saha araştırmam sırasında yaşadığım Buffalo kentinin belediyesinin “Say Yes” adlı programı üniversite öncesi eğitim hayatını Buffalo şehri sınırları içinde geçiren ve belli bir başarı düzeyine sahip adayların eyalet üniversitelerinde alacakları eğitimi karşılıyordu. Sanders platformu temel olarak bu tür programları evrenselleştirmek istiyor.