2020 seçimleri, Amerikan toplumunun içinden geçmekte olduğu büyük tarihsel dönüşüm sürecinin yol açtığı derin ve kronikleşmiş bir kutuplaşma ortamında yapılıyor. Bu durumun bir yansıması olarak 2020 seçimlerinin, son yüzyılın en yüksek katılımlı Amerikan seçimleri olması bekleniyor. Seçim gününe daha yaklaşık iki haftalık bir süre olmasına rağmen bugün (22 Ekim) itibarıyla 45 milyondan fazla seçmen şahsen ya da posta yoluyla oylarını kullandı. Erken oy verme sürecinin başladığı bütün eyaletlerde oy verme merkezlerinin önünde uzun sıralar oluştu, iki parti taraftarları arasında gerginlikler yaşandı.
Öte yandan bu keskin kutuplaşma iklimi 2020 seçimlerini, başkan adaylarının politikalarının ve vaatlerinin kamuoyu önünde tartışıldığı klasik seçimlerden büsbütün farklı kılıyor. 2020 bu açıdan bakıldığında tek bir konunun, yani Donald Trump’ın diğer bütün her şeyi gölgede bıraktığı, her anlamıyla tarihsel bir seçim olma özelliği taşıyor. Trump’ın geçmişi, ilişkileri, dört yıllık başkanlık performansı ve tabii ki sansasyonel kişiliği sadece başkanlık seçimlerini değil, aynı zamanda yapılacak olan Senato ve Temsilciler Meclisi de dahil diğer bütün yerel seçimleri derinden etkiliyor, şekillendiriyor.
Aslında Trump’ın Hillary Clinton ile çekiştiği 2016 seçimleri de büyük ölçüde başkan adaylarının politika ve vaatlerinden çok kişilikleri, imajları ve sistem açısından sembolize ettikleri pozisyonları ile öne çıktıkları bir seçim olmuştu.
Cumhuriyetçiler’in ustalıkla dizayn edilmiş kampanya stratejisi Trump’ı, bütünüyle çürümüş Amerikan müesses nizamının dışında ve hatta onun tam karşısında bir figür olarak tarif etmeyi başarmıştı. Buna göre Trump, içine Cumhuriyetçi Parti liderliğini de eleştirerek dahil ettiği müesses Amerikan siyasi elitine karşı sıradan Amerikan seçmeninin haklarını savunmak için siyasete giren bir yarı-kahraman olarak resmediliyordu.
Çok tanınan, popüler bir televizyon yıldızı ve aynı zamanda milyarder bir işinsanı olan Trump’ı bir ahir zaman Robin Hood’u olarak tarif edebilmek elbette bir tanıtım/reklam başarısıydı. Fakat öte yandan rakibinin Hillary Clinton olması da Trump kampanyasının işini kolaylaştırmıştı. Clinton gerek siyasi kariyeri ve kritik konularda aldığı pozisyonlar gerek de eşi Bill Clinton’un eski başkan olmasından dolayı Trump’ın tarif ettiği müesses nizamın tam da merkezine denk düşen bir adaydı. Cumhuriyetçiler Clinton’a bu özelliklerinin altını çizerek çok yoğun bir şekilde hücum ederken, Clinton kampanyası bu saldırıyı göğüsleyecek ciddi bir karşı hamle yapamadı. Şuursuzluk seviyesinde aşırı kendine güven ve toplumun özellikle alt orta sınıflarının verdiği tepkileri doğru okuyamama Demokratlar’ı etkili bir karşı strateji geliştirmekten alıkoydu. Burada elbette Clinton’un Trump gibi bir adaya karşı bir kadın olarak, hiçbir beyaz erkek siyasetçinin karşılaşmayacağı zorluklar ile de uğraşmak durumunda kaldığının altını çizmek gerekir.
2016 seçimlerini Trump’a kazandıran temel faktör esas olarak, müesses nizam ve onun temsilcilerine karşı açtığı bu söylemsel savaş oldu. Özellikle orta ve alt orta sınıfa mensup pek çok beyaz Amerikalı tam da bu yüzden Trump’a oy verdi ki bunların içinde hatırı sayılır miktarda işçi sınıfı mensubu seçmen de vardı. İşçi sınıfının tarihsel olarak büyük önem taşıdığı Michigan, Wisconsin, Pennsylvania gibi büyük eyaletlerin küçük farklarla da olsa Demokratlar’dan Cumhuriyetçiler’e geçmesinin ardında, bu kitlenin Trump’ın söylemini inandırıcı bulması yatıyordu. Clinton kampanyası geleneksel olarak Demokratlar’a oy veren bu eyaletlerdeki beyaz işçi sınıfını tabiri caiz ise “çantada keklik” olarak görmüş, müesses nizama karşı taşıdıkları büyük memnuniyetsizliği ve öfkeyi algılayamamıştı. Clinton yukarıda bahsettiğim gibi zaten müesses nizamın temsilcisi olarak algılanmaya çok müsait bir figürdü ve bu kesimler beklenebileceği gibi başından beri Clinton’ın adaylığına çok yoğun bir güvensizlik ve hatta karşıtlık hisleriyle yaklaştılar. Trump bütün seçmelerin %45’ini oluşturan ve kamuoyu yoklamalarında “üniversite mezunu olmayan beyazlar” olarak kategorize edilen bu kesimin oylarının %64’ünü alırken Clinton ancak %28’ini alabildi. Bütün bunların neticesi olarak Demokratlar’ın kalesi olarak bilinen Wisconsin 1984’ten, Pennsylvania ve Michigan da 1988’den beri ilk kez Cumhuriyetçi bir başkan adayına oy vermiş oldu.[1]
2016 seçimlerinin kaderini belirleyen bu kitle demografik olarak biraz küçülerek %40 civarına inmiş ve 2016’daki yüksek motivasyonunu bir ölçüde kaybetmiş olsa da bu kesimin 2020 seçimlerinde de kilit bir rol oynaması kuvvetle muhtemel. Bu büyük ve heterojen demografik grubun içinde kırsalda ve küçük kasabalarda yaşayan taşralı beyazlar, tarım ve sanayi sektörlerinde halen aktif olarak çalışan işçiler, hizmet sektörü çalışanları ile birlikte işsiz ya da geçici işlerde güvencesiz olarak çalışan geniş kesimler de var. Bu kadar büyük bir insan grubu hakkında bir genelleme yapmak kısmen yanıltıcı olabilirse de bu kitlenin öne çıkan ortak özelliğinin, Amerikan toplumunun yaşadığı tarihsel dönüşüm sebebiyle kendi varlıklarını giderek tehdit altında hissetmeleri olduğunu söylemek çok da yanlış olmayacaktır.
Kırk-elli yıla yayılan bu sancılı dönüşümün en önemli etkisi, kurulduğundan beri ülkenin siyasi, iktisadi ve kültürel yaşamını şekillendiren beyaz, Protestan ve erkek hakimiyetinin her alanda darbe alması oldu. Halen devam eden bu süreç neticesinde gündelik hayat giderek sekülerleşti, dinî değerlerin toplum ve siyaset üzerindeki etkisi azaldı, şehirlerin iktisadi, toplumsal ve kültürel önemi arttı. Öte yandan kadınlar toplum hayatının her alanına daha önce görülmedik oranlarda dahil olmaya başladı, toplumun yaklaşık %13’ünü oluşturan siyahlar ve daha önceleri yok sayılan eşcinseller gibi toplum grupları büyük mücadeleler sonucunda, daha önce hiç olmadığı kadar geniş haklar kazandılar ve bunun sonucu olarak toplum hayatında giderek daha görünür ve etkili hale geldiler, keza göçmen grupları da demografik olarak genişledi ve sosyal olarak önem kazandı. Bütün bu gelişmeler genelde dindar, muhafazakâr ve taşralı olan bu kitlelerin yerleşik değerlerini ve hayat tarzlarını temelden sarstı. Bu kesime mensup pek çok Amerikalı için bir siyahın, Barack Obama’nın, 2008’de başkan seçilmesi bu apokaliptik dönüşümün en somut tezahürüydü.
Bu sürece paralel ve onunla doğrudan bağlantılı olarak aynı dönemde Amerikan ekonomisi de derin bir dönüşüm sürecine girdi ve kabuk değiştirdi. Bu dönüşümün genel etkisi Amerikan ekonomisinin büyümesi, dünyanın geri kalanına giderek çok daha sıkı bir şekilde entegre olması ve giderek esnekleşmesi oldu. Bahsettiğim kitle açısından ise bu süreç çoğu kez, yaşadıkları küçük kasabalara ve şehirlere hayat veren fabrikaların, madenlerin, tersanelerin ve benzeri işletmelerin tasfiyesi anlamına geldi. Bir zamanların küçük fakat canlı ve müreffeh şehirleri bir kuşak içinde fakirleşmiş, eski canlılığını kaybetmiş hayalet şehirlere dönüştüler. Belki de şaşırtıcı olmayan bir şekilde, bu şehirlerin ve kasabaların sakinleri çok dramatik biçimlerde tezahür eden derin bir yoksulluk ve işsizlik krizinin pençesine düştüler. 1990’lardan itibaren yüz binlerce insanın ölümüne neden olan ve halen de bütün etkisiyle devam eden büyük opioid krizi[2] bu kesimin içine düştüğü derin bunalımın bir yansımasıdır.
2016’da bir partinin adayı olmaktan çok müesses nizamın amansız bir hasmı olarak ortaya çıkan Trump, 2020 seçimlerine giderken “sistem-dışı” olmaktan kaynaklanan bu önemli avantajını büyük ölçüde kaybetmişe benziyor. Oy aldığı ana kitlenin dertlerine derman olamayan bir dört yılın ardından Trump, bu seçmenlere kendisini sistem-dışı ve sistem-karşıtı olarak sunmakta giderek zorlanıyor. Buna ilaveten ülkede mart ayından beri etkili olan pandemi krizi, bu kesimin zaten halihazırda kırılgan olan sağlığını ve ekonomik koşullarını iyice kötüleştirmişe benziyor.
Öte yandan 2020’de Trump’ın karşısında Clinton’dan çok farklı bir aday olan Joe Biden var. Biden da elbette müesses nizamın dışında ya da karşısında bir politikacı değil. Tam aksine, Obama’nın iki dönem başkan yardımcılığını yapmış, bundan önce de otuz altı sene Delaware senatörlüğünde bulunmuş, Amerikan müesses nizamının tam da merkezine tekabül eden bir isim. Lakin yine de Biden, seçmenin çoğunluğunu oluşturan kesimler için Clinton’a nazaran özdeşleşilmesi, benimsenmesi çok daha kolay bir aday. Clinton ve hatta Obama’dan da farklı olarak 1970’lerden beri sendikalarla yakın ilişki içerisinde olması, siyasi kariyerinin her döneminde mütevazı bir hayat tarzı sürdürmesi, örneğin Delaware’deki evinden Washington’a her gün trenle gidip gelmesi, inançlı bir Katolik olması Biden’ı bu kesimler için nispeten daha benimsenebilir kılıyor. Kampanyası da bilinçli olarak Biden’ın bu “halk adamı” kimliğini öne çıkaran bir strateji izliyor. Daha da önemlisi 2016’da Clinton’un yapmadığını yaparak yoğun bir şekilde bu grupları, en azından beyaz işçi sınıfını, yeniden Demokrat Parti saflarına kazandırmayı hedefliyor.
Biden-Harris kampanyasının ana söylemi “normalliğe dönüş”. Biden, Trump’ın kişiliğinde somutlaşan istikrarsız, dengesiz, tahmin edilemez bir kişiliğe ve onun kaotik idaresine karşı deneyimli, makul, ideolojik ve kişisel aşırılıkları olmayan bir aday olarak tarif ediliyor. Biden Demokrat Parti ön seçimleri sürecinde de benzer bir imajla, en güçlü rakibi sol/sosyalist eğilimli Bernie Sanders’a karşı Demokrat Parti tabanını kendi etrafında toplamayı başarmıştı. Normal bir seçim dönemi olsa bu tip renksiz ve iddiasız bir mesajın alıcısı çok olmayabilirdi; ancak kamuoyu yoklamaları Biden’ın normalliğe dönüş mesajının, Cumhuriyetçiler’in çekirdek seçmen kitlesinin ötesine geçildiğinde ciddi bir alıcısı olduğuna işaret ediyor. Zira 2020 seçimleri hiç olmadığı kadar gerginleşen ırk ilişkileri ve küresel pandemi koşullarından kaynaklanan olağanüstü şartlar altında yapılıyor.
Trump yönetimi pandeminin Amerika’da ilk kez yükselişe geçtiği şubat ve mart aylarından itibaren hastalığı yok saydı, olası yıkıcı etkisini önemsemedi. Pandemi yayıldıktan sonra da müdahale sürecini son derece yetersiz ve beceriksiz bir şekilde yönetti. Hastalığın milyonlarca insana yayılıp on binlerce insanı öldürdüğü dönemlerde bile Trump, alınması gereken tedbirlere aldırmadı, maske takmadı, hatta devamlı maske takan Biden ile açık açık dalga geçti. Hastalığın yayılmasıyla birlikte Amerikan ekonomisi de tarihsel bir daralma sürecine girdi, işsizlik seviyesi daha önceki ekonomik krizlerin çok üstüne çıktı. Hükümet hastalıkla mücadelede etkisiz kaldığı gibi ekonomik daralmayı da tersine çevirmeyi, bu daralmanın çalışanlar üzerindeki etkisini hafifletmeyi başaramadı. Her iki sürecin de ortalama Amerikalı seçmen üzerinde etkileri son derece olumsuz oldu.
Pandeminin seçimler üzerindeki daha spesifik bir etkisi ise en sadık Trump destekçisi demografik gruplardan birinin, 65 yaş üstü beyaz Amerikalıların, Trump yönetimine olan güvenlerini giderek kaybetmeleri oldu. Amerikan seçmenlerinin %16,5’ini temsil eden bu büyük demografik grup son dört seçimdir düzenli olarak Cumhuriyetçi Parti’ye oy veriyordu ve bu seçimde de vermemesi için hiçbir sebep yoktu. Ancak bu grup pandemi sürecinin kötü yönetilmesinin en doğrudan mağdurlarından biri oldu. Trump’ın çok yakın zamana kadar hastalığı hafifsemesi özellikle bu demografik grup tarafından çok yadırgandı. Bu durumun giderek farkına varan Trump kampanyası, bütün gücüyle seçmenin dikkatini pandemi ve pandeminin toplum hayatına ve ekonomiye olan etkilerinden uzak tutmaya uğraşırken, başkan, eşi ve yakın çalışma arkadaşlarından birçoğu bizzat kendileri hastalığa yakalandılar. Trump bugün hastalığı atlatmış görünüyorsa da Amerikalı seçmenin, özellikle de 65 yaş üstü seçmenlerin bundan çıkardıkları sonuç, hastalığın Amerikan başkanına ulaşabilecek kadar yaygınlaşmış olduğuydu.
Gösteriler sırasında bazı polisler dizlerinin üstüne çökerek Floyd'un katledilmesini protesto edenlerle dayanışma göstermişti.
Pandeminin en kötü etkilediği bir diğer toplum kesimi ise siyah Amerikalılar oldu. Sağlık sistemine erişim zorlukları, fakirlik ve kötü beslenme, hastalığa en çok maruz kalan gündelik işlerde çalışmaları siyahları pandemi karşısında bütünüyle çaresiz bıraktı. Fakat yukarıda değindiğim 65 yaş üstü grubun aksine Amerikalı siyahlar geleneksel olarak Demokratlar’a oy veren bir toplum kesimi. Lakin buna rağmen siyahların hatırı sayılır bir kısmı (%8’i), 2016 seçimlerinde Clinton’a duydukları güvensizlik ve hatta antipati sebebiyle sandığa gitmemişti. Biden ise Clinton’dan farklı olarak öteden beri siyahlar ile sıkı ilişkileri olan bir politikacı olarak biliniyor. Obama ile sekiz yıl çok yakın ve sorunsuz bir şekilde çalışmış olmaları da siyahlar arasındaki olumlu imajını kuvvetlendiriyor. Yani normal şartlar altında bile siyahlar 2020 seçimlerine 2016’ya göre daha motive olmuş olarak katılacaklardı. Fakat George Floyd’un Minnesota’da mayıs ayında polis tarafından acımasızca öldürülmesi ve ardından gelen ve milyonlarca Amerikalının bizzat katıldığı çok yaygın ve gergin protesto gösterileri siyahlar ve onlarla dayanışma içinde olan diğer toplum kesimleri için 2020 seçimlerinin anlamını değiştirdi, hayati bir hale getirdi. Siyaseten bu kesimlerin uzağında duran beyaz orta sınıfta bile Trump’ın bu büyük toplumsal krizi yönetemediği, hatta tam aksine yangına körükle gittiği kanısı büyük ölçüde yerleşti.
Kamuoyu yoklamaları özellikle üniversite öğrencisi ve mezunu gençlerin de George Floyd olaylarının ardından Trump idaresine karşı yeni bir motivasyon kazandıklarını gösteriyor. Cumhuriyetçi Parti’ye açık ara en uzak duran kesimlerden biri olan üniversite gençliği, Biden’ın adaylığını da son derece heyecansız ve hatta tepkili bir şekilde karşılamıştı. Onların gönlünden geçen aday Demokratik Parti ön seçimlerinde Biden’ın esas rakibi olarak ortaya çıkan Bernie Sanders’tı. Sanders’ın bu kitlede yarattığı coşku neredeyse 2008’de Obama’nın “Umut ve Değişim” kampanyasının yarattığı coşku seviyesindeydi. Normal şartlar altında sandığa gitmeme eğiliminde olan bu kesim, bugün altı ay önceye göre daha motive gözüküyor. Biden’a karşı duydukları samimi ilgisizliğe ve sevgisizliğe rağmen gençlerin, Trump’ın kişiliğine ve politikalarına duydukları nefret dolayısıyla normalde olacağından daha yüksek oranlarda sandığa gitmeleri ve Demokrat Parti’ye oy vermeleri bekleniyor.
Demokrat/liberal tabanı Biden-Harris kampanyası etrafında kenetleyen en son ve önemli gelişme ise Anayasa Mahkemesi’nin 1993’ten beri üyesi olan yüksek yargıç Ruth Bader Ginsburg’un ölümü oldu. Bu kitlenin gözünde Ginsburg özellikle kadın hakları konusunda aldığı özgürlükçü ve eşitlikçi pozisyonlar sebebiyle ikonik bir önem kazanmıştı. Trump’ın Ginsburg’un yerine gösterdiği aday hukukçu Amy Coney Barrett ise yedi çocuk annesi, çok koyu bir Katolik olmasıyla tanınıyor. Cumhuriyetçiler’in kontrolündeki Senato önümüzdeki günlerde Barrett’ın üyeliğini büyük ihtimalle onaylayacak ve Barrett bu sayede Trump’ın dört yıllık iktidarı süresince mahkemeye tayin ettiği üçüncü yüksek yargıç olmuş olacak. Mahkeme kompozisyonu ise böylece 6-3 muhafazakâr yargıçların hakimiyetine geçecek. Yargıçlar mahkemeye ömürleri boyunca hizmet etmek üzere tayin olundukları için bu kompozisyonun -normal şartlar altında- birkaç on yıl için değişme ihtimali çok mümkün görünmüyor. Demokrat/liberal tabanı asıl korkutan ise Anayasa Mahkemesi’nin bu yeni kompozisyonu sayesinde, geçmişte kürtaj, eşcinsellerin evliliği, ırklar arası eşitlik gibi kritik konularda edinilmiş kazanımları geri çevirme ihtimali. Ginsburg’un ölümü bu yüzden Demokrat tabanda büyük üzüntü yarattı, çoğunluğunu kadınların oluşturduğu binlerce insan Ginsburg’un öldüğü gece Anayasa Mahkemesi önünde toplandı. Aynı gece ülke çapında Demokratlar’ın kampanyasına milyonlarca dolar bağışta bulunuldu.
Yukarıda değindiğim bütün bu gelişmeler Demokratlar’ın 2016’ya göre daha avantajlı bir noktada olduklarına işaret ediyor. Geçen seçimlerde Trump’a oy veren kesimler motivasyonlarını kısmen de olsa kaybederken tam tersi bir gelişme Demokrat cenahta yaşanıyor. Zira yapılan bütün kamuoyu yoklamalarına göre Biden, toplam oylarda Trump’ın düzenli olarak %8-11 kadar önünde gidiyor, kritik eyaletlerin hemen hepsinde de yarışı önde götürüyor.[3] Gelgelelim olağandışı şartlar altında seyreden 2020 seçim sürecinin sonunun da olağandışı olma ihtimali var. Postayla kullanılan oyların çokluğu sebebiyle, geçen seçimlerin aksine bu seçimin sonuçlarının kesin olarak alınması günler, hatta belki de haftalar sürebilir. Postayla kullanılan oyların güvenilirliği konusunu sürekli gündemde tutan Trump, zaten kampanyasının başından beri kendisine sorulan “kaybetseniz bile seçim sonuçlarını meşru olarak kabul edecek misiniz” sorusuna cevap vermekten kaçınıyor. Eğer 3 Kasım akşamı aradaki fark küçük olursa Trump’ın seçimin meşruiyetini tartışmaya açması kuvvetli bir ihtimal. Böyle bir senaryo ise muhtemelen ülkeyi 19. yüzyıldan beri görülmemiş derin bir anayasal krize sürükleyecek. Aşırı keskinleşmiş bir siyasi ve kültürel kutuplaşma ortamında bu krizin nasıl çözülebileceği ise şu an için son derece kaygı verici, büyük bir muamma.
[1] Bu noktada Amerikan seçim sisteminin kendine has karmaşık yapısına dair bir parantez açmak faydalı olabilir. Bilindiği gibi Amerikan başkanları doğrudan genel oy prensibi ile seçilmiyorlar. Bu yüzden adaylardan birinin, ülke çapında genel oyların çoğunu almasının sembolik bir anlamı olsa da pratik bir faydası yok (örneğin 2016 seçimlerinde Clinton, Trump’tan 3 milyon oy daha fazla aldığı halde seçimleri kaybetmişti). Seçmenler sandığa gidip oy verdiklerinde, aslında “electoral college” (seçici kurul) olarak bilinen ve görevi sadece başkanı ve yardımcısını seçmek olan 538 delegeyi seçmek için oy vermiş oluyorlar. Her eyaletin seçici kurulundaki delege sayısı, kabaca, eyaletin nüfus büyüklüğünü yansıtıyor. Örneğin küçük bir eyalet olan Montana’nın seçici kurulda oy verecek 3 delegesi varken California’nın 55 delegesi var. İki eyalet, Maine ve Nebraska hariç diğer bütün eyaletlerde, eyalette kullanılan oyların çoğunu kazanan parti seçici kurulda oy verecek bütün delegeleri de kazanmış oluyor (yani örneğin 2016’da Cumhuriyetçiler Wisconsin’i 10 bin gibi çok küçük bir farkla kazanmalarına rağmen bu sayede eyaletin 10 delegesini topluca hanelerine yazdırmışlardı). Başkan seçilmek için bu 538 üyenin oylarının mutlak çoğunluğu, yani 270 oy gerekiyor. Bir parti için bu 270 oya ulaşabilmenin yolu ise garanti eyaletlere ilave olarak, siyasi tercihi seçimden seçime değişen, bu yüzden de İngilizcede “swing states” ya da “battleground states” olarak tabir edilen anahtar eyaletleri de kazanmaktan geçiyor. Dolayısıyla bu eyaletler seçim dönemlerinde iki partinin de kampanyalarını yoğunlaştırdıkları mücadele alanları haline geliyorlar. 2020 seçimlerinde özellikle altı eyaletin bu tip yoğun bir mücadeleye sahne olması bekleniyor ki bunlar bir anlamda 2016 seçimlerinin de kaderini belirleyen Pennsylvania, Wisconsin ve Michigan’a ilaveten Arizona, Kuzey Carolina ve Florida.
[2] “Opioid, afyon (opium) içeren uyuşturucuların (örn. eroin) yanısıra afyona benzer etkiler verecek şekilde sentetik olarak üretilen ilaçların genel adı”dır. Bkz. Kenan Erçel, “ABD’ye Özgü Kavramlar Sözlüğü – ‘Opioid Krizi’”, Birikim Haftalık, 27 Nisan 2018, https://birikimdergisi.com/haftalik/8860/abdye-ozgu-kavramlar-sozlugu-opioid-krizi -e.n.
[3] Lakin hemen belirtmek gerekir ki bu sonuçlar Biden kampanyası da dahil hemen herkes tarafından ihtiyat ile karşılanıyor; çünkü 2016 seçimlerinde de kamuoyu yoklamaları Clinton’u Trump karşısında düzenli olarak açık ara önde göstermişlerdi.