2000’lerin başından bu yana olan biteni tecrübe etmiş herkes internetin yaşadığı gelişimi ve dünyayı getirdiği noktayı kabullenecektir. İnternet, haber ve mesajlaşma sitelerinden, bloglardan, arkadaşlıklardan, alım-satım işlerinden, yazarlıktan, çocuğunu takipten, köpeğinin aşısının tarihini hatırlamaktan, gerektiğinde devrim yapmaktan, yani kısaca hayatın her alanında bir köşeden hayatımızın içine dalıverir oldu. Devletler için yeni gözetleme ve fişleme mecraları, hükümetler için yeni propaganda ve manipülasyon sahaları sağladı. Troller eliyle ya da daha iyi niyetli olsalar bile bu trollerin yalan yanlış söylemleriyle ajite olarak anti-demokratik uygulamaları destekleyen vatandaşlar internetin “pek o kadar da iyi bir şey” olmadığı fikrini de ortaya çıkardı. Sonrasında protesto hareketleri, hükümetlerin anti-demokratik uygulamalarına karşı yönelen kitlesel sosyal medya hareketleri geldi. Arap Baharı ve Gezi Parkı Direnişi gibi kitlesel hareketlerde sosyal medyanın -tartışmalı- yardımı internet konusunda baskıcı rejimlerin bir önlem alması ihtiyacını(!) doğurdu.
Aslında internetin tarihçesi ticari kullanımından çok önceye dayansa da, ticarileştiği andan itibaren gerçekten küresel bir deprem yaratma potansiyeline sahip olduğu anlaşıldı. Bu anlamda dünyadaki çeşitli ulaşım araçlarının gelişimiyle bir analoji kurmamız mümkündür. Gemiler okyanusları aşabildiklerinde bambaşka bir önem kazandılar. Uçaklar dünya çapında seyahati aylardan, günlerden sadece saatlere indirdiklerinde devrim yarattılar. İnternetin de esas yarattığı deprem o nedenle dünyanın her yanını birbirine bağlayabilen bir ağ olarak kurgulandığı vakit hissedildi.
İnternetin ticarileşme alanı kapitalizmin sömürgeci doğasına atıfla da anlaşılabilir. Bir bakıma “internet”, yeni bir uzaydır. Dünya üzerinde paylaşılmamış, “keşfedilmemiş” ve bir şekilde iktisadi ilişkilere konu olmamış toprak parçalarının azalması ve mecazi anlamda “bitmesi” ile birlikte kapitalizm yeni yayılacağı sömürge alanı olarak interneti keşfetti. İnternet, üzerinden para kazanılabilir bir mecra olarak çok ilkel zamanlardan da geçti, ancak günümüzde akıllı reklam uygulamaları, her bir web sayfası ziyaretimizi eziyete çeviren fantastik reklam stratejileri ile pastadan alınan payların para kazanmayı hedefleyen herkes için düzenli olarak arttığı bir hale büründü.
Ekonomiyi bir süre bir kenara kaldırarak tekrar sosyal boyuta geri dönelim. Bir ülkedeki vatandaşların dünyanın bir başka ucuna sanal olarak seyahat edebilip, devlet tedrisatından geçerken edindiği tek renkli dünyanın dışında da bir dünya var olduğunu, hem de devletinin müdahalesi olmadan öğrenebildiği bir mecra internet. Yine, 2010’lara kadar olan süreçte devletlerin siyasi anlamda çok fazla kaygı duymadığı bir yerdi. Yukarıda bahsedilen protesto hareketlerine ek olarak, vatandaşların birbirleriyle etkileşimlerini ve alternatif bilgiye erişimlerini aşırı kolaylaştırıcı bir araç olarak, internetin 20. yüzyıl teknolojisinde takılı kalmış modern ulus-devletler kendileri için büyük bir tehdit olduğunu fark ettiler.
Bugün özellikle Türkiye, Rusya ve Çin gibi otoriter yönetimlerde internet üzerinde uygulanan baskı ve kontrol işte bu 20. yüzyıl ulus-devletinin refleks olarak sergiledikleri alerjik reaksiyonlarıdır. Zira bu devlet mekanizması da henüz önündeki bu yeni dünyayı keşfetme sürecinde. Ulus-devletlerden de önce ortaya çıkmış olan “bağımsızlık” ve “iç işlerine müdahale edilmemesi” prensipleri ile, internetin 20. yüzyıldaki anlayışa uygun şekilde sınırlandırılamaması ve kontrol altında tutulamaması devlet için bir çelişki ve sinir bozukluğu kaynağı haline gelmiştir.
Bugün Çin, İran ve Türkiye gibi ülkelerin uyguladığı internet politikaları, örneğin Türkiye’nin bütün yayınlara yönelik RTÜK kontrolü dayatması, belirli sosyal medya mecraları ve platformlara sürekli “Türkiye’de temsilcilik açın” baskısı, interneti de ulusal sınırlarla kontrol altına alma, gümrükler içerisinde tutma ve gümrükten her çıkan vatandaştan haberdar olma arzusu olarak görülemez mi?
Türkiye’de vatandaşlar olarak maruz kaldığımız pek çok internet kısıtlamasına bakarak, sadece Türkiye değil, ancak önümüzdeki on beş-yirmi yıl içerisinde gerçekten her ülkede yerli ve milli “intranet”ler ile karşılaşma ihtimalimiz var diyebiliriz. Birkaç telefon görüşmesi ile evimize bağlattığımız hatlar sadece devletlerimizin kontrolünde bulunan sınırlı bir veri setine erişim sağlarken, ekstra bürokratik işlemler ve bir e-pasaport olarak adlandırılabilecek bir ek lisans anahtarı ile dünya çapındaki ağa bağlanabilir ve yine ülkelerin birbirleri ile yapacakları ikili anlaşmalarla fiziksel seyahatlerdeki vize rejimi gibi, belli başlı ülkelerde bulunan sunuculardaki verilere yalnızca o ülkenin izin vermesi halinde erişebiliriz. Bu şekilde internet de topraklar, denizler ve hatta hava sahaları gibi ulusal sınırlarla korunan alanlara indirgenebilir. Neticede bu bahsedilen ve bugün uluslararası hukukun tanıdığı bütün bu hükümranlık alanları da uzun yıllar boyunca serbestçe aşılan, gezilen ve ticari malların dolaşımının efektif şekilde kısıtlanamadığı alanlardı. Bugün ise bu alanlarda ulus-devlet kontrolünün önceliği mal ve kişilerin hareketlerini kontrol altında tutmak, sınırlamak, bazen yabancıların içeri girmesini, ama en çok da kendi uyruğunun (insan ya da katma değer) başka kültürlere, ülkelere, ekonomilere -bedelsizce- kaçıp gitmesini önlemektir.
İnternetin hep “tam anlamıyla” engellenemeyecek bir yapıda olduğundan bahsedilmekle birlikte, tam olarak devletten bağımsızlaştırılacak bir yapısı da bulunmuyor, bu nedenle bu yukarıda bahsettiğim şeyin olmazlığı da hemen iddia edilemez. Teknik olarak düşündüğümüzde bütün bir ulusal ağın yaratılması ve trafiğin tek merkezden yönlendirilmesi de otoriter rejimler için yalnızca bir bürokratik manevra meselesidir. Kaldı ki buna benzer ağ uygulamaları bugün İran ve Çin’de başarıyla yürütülüyor. Bu uygulamaların küreselleşmesi ve her hükümetin buradan kendisine bir avantaj devşirmesi de çok olası görünüyor. 2000’lere belirli bir iyimserlikle adım atmış olan “Batı”, yönetilenlerin hak talepleri arttıkça, Soğuk Savaş reflekslerini buzluktan çıkarıp yeniden önümüze koymaya çalışıyor. Soğuk Savaş dönemine atıfla, “Doğu” cephesinde yeni bir şey zaten yok. Yani bilgi iletişim teknolojileriyle daha fazla demokrasi elde edilmesi arasında bir korelasyon olmadığı gibi, Avrupa ve ABD gibi “ileri demokratik” sayılan devletler de hak talep eden vatandaşlara karşı sabırlarının sınırlarına yaklaşıyor. Bu nedenle buralarda yükselen aşırı sağı bir anomali değil, bizzat devletin muhalif vatandaşına karşı kontrolden çıkmaya çok yatkın savunma sistemi olarak düşünmeliyiz. Avrupa’da aşırı sağa yönelik tatlı sert politikaların sebebi bu.
20. yüzyıl teknolojisinde mahsur kaldığını söylediğim modern ulus-devlet, 21. yüzyıla ayak uydurmak şöyle dursun, fırsatını bulduğu her an dünyayı 20. yüzyıl şartlarına geriletmek için çalışmaktan asla vazgeçmemiştir. Bu kadar etkileşimin, küresel dolaşımın arttığı, halkların birbirleriyle diyalog kurabilmelerinin önünde hiçbir engelin kalmadığı bu yüzyılda hâlâ milliyetçilik temelli çatışmalara yakıt taşıması, hâlâ silahlanma yarışlarına girmesi, hâlâ “ulusal çıkar” iddiasıyla sadece politikacılarını ve elitleri doyurması ve inatla vatandaşlarının buna şaşırmamasını, itiraz etmemesini isteyebilmesi ve hatta “elini taşın altına koy! Biz seni işe gitmeye zorluyor olabiliriz ama sen kendini koronavirüsten korumak zorundasın!” diye vatandaşını azarlayabilmesi bundandır. Bu yüzden de “devlet aklı” ve milliyetçilik kavramlarının ya tedavülden kalkması ya da 21. yüzyıldan önceki anlamlarından artık vazgeçmeleri gerekiyor ki eşitlik, özgürlük ve birlikte yaşayabilme iradeleri, internet de dahil olmak üzere, adım attığımız her alanda tecelli edebilsin.