İşyerinin penceresinden birkaç gün önce bir operatörün devirdiği beton direği elindeki balyozlarla parçalayıp içindeki demirleri toplamaya çalışan gençleri izlerken bunun ne tür bir zamanı harcamak olduğunu merak ettim. İki günden fazla etmesine rağmen üç arkadaş beton direkteki demirleri çıkarabilmiş değildi. Soluklanıp, hatta balyozu paylaşarak vakitlerinin önemli bir bölümünü toplasan yirmi kilo çıkacak demir için harcamış, belki de harcamaya devam edeceklerdi. Gerçekten kıymetli fakat yorucu olan bu işte kazanacaklarıyla karınlarını zor bela doyuracaklarını bilmelerine rağmen pes etmeyeceklerdi.
Telefonuma gelen bildirim, maaşımın yattığını nahoş bir sesle bildiriyordu. Gençlere bakarken yoksulluklarına yaptığım empatiyi bildirim sesine kadar sürdürebildim. Aldığım maaşın yetmediği ortadaydı. Muhtemelen ben operatörün gözünde zamanını boşa harcayan bir garip işçiydim; fakat pencerenin karşısında gördüğüm üç genç benden beterdi.
Nedense yirmi küsur yıllık eğitim sürecimi düşününce hayatımın yarısına üzülmeden edemedim. Fakat bu sürecin, yani yirmi küsurluk eğitimin yarattığı külfet ve bu boşa harcanmış zamanı nasıl olur da kazanca çeviremediğimi sorgulayan bakışlar, artık oyalanmanın gelip de geçtiğini ve eğitim sürecinin borcunu (KYK) ödemenin yolunu bulmam gerektiği gerçeğini, o babacan tavırla fısıldayıp durmuştu. Bu gerçeğin yanaklarımın kızarmasına sebep olması elbette utançla açıklanabilirdi. Netice artık kimsenin yüzüme harita çıkarmasına izin verecek yaşta değildim.
Tahsilli bir işsiz olarak gecikmiş bir yatkınlık ya da becerimi sorgulayarak iş aramış ve çok sürmeden de tesadüfî olarak bulmuştum. Bulmuş olmama rağmen atanamamış olmamı beceriksizliğime bağlayan, belki de aylaklığımla ilişkilendiren dokundurmalara hiç uzun uzadıya açıklamalar yapmaya girişmemiştim. Sonuçta çok uzun bir süre oyalanmıştım. Haklılığımı kanıtlamak gibi bir uğraşa girerek yeni işimden olmak da istememiştim. Ha! Yetmiş miydi aldığım maaş? E, tabii ki hayır! Fakat bununla yetinmeyi bilmiş, uzun bir süre dişimi sıkarak biraz da uzmanı olduğum şekilde oyalanıp durmuştum. Ta ki açlık kelimesi bedenime musallat oluncaya kadar.
Gözlerime çarpan beton direkleri umursamadan işyerinin odasında bir ileri, iki geri gidip geldim. Bunun başka bir oyalanma türü olduğunu fark edince, önümdeki klavyeyi direği parçalar gibi sağa sola vurmadım elbette. Fakat bendeki huzursuzluğu fark eden ilk kişiye doğru emin adımlarla yürüdüm. Aklımda açlığımıza dair sözler dolanıyordu ama öyle yaka paça yoksulluğumuzu ortaya serecek değildim. Sokrates’in gayri meşru yoluna saparak bunun neden olabileceğini biraz da çekinerek soruyorum, bir yerde bir şey olmayı başarmış fakat başarmış olmasının maaşına yansıması olamamış ablamıza.
"Korkmadan konuş, ablan yerine kavramları oturtur," diyerek korkudan kurumuş olduğunu düşündüğü boğazımı ıslatmam için bardağımı suyla doldurup arkaya, duvara yaslanıyor. Ardından, iyi bir maaş alamamasını bekâr olmasına bağlayan ve kendinden üç kuruş fazla alanı da -üç kuruş diyorum çünkü sahiden üç kuruşa yakın- parantez içine alıp aslında o üç kuruşu hak etmediğini söyleyen ablamız, kavramları yerleştirmekten öte altımızdaki tabureyi ters çevirip bize yerleştirmekten başka da bir şey yapmıyor.
Onun çok fazla altımızdaki tabureyle oyalandığını düşündüğümden ihtiyacım olduğu fikir birliğini şimdilik askıya alıyorum. Ve ne zaman yanına gidersem artık oturduğum yere dikkat etmem gerektiğini not alıyorum.
İçeride fethi gerçekleştirmenin zorluğu ve yıkıcılığı -eğer birileri duyarsa güvencesiz çalıştığım işimden olabilirdim- kendimi sokaklara atmama sebep oluyor. Dışarıda deli gibi akan işsizler ordusundan emekçileri bulup aralarına karışıyorum. Ayaklarımız bizi gölgeliği bol olan bir meydana sürüklüyor. Hemencecik bir masaya kuruluyoruz. Ardından herkes cebindeki ağırlığı masaya boşaltır gibi fazla mesai yorgunluğu hesaplıyor. Kiminde üç var kiminde beş… Bazılarıysa hâlâ ibreyi yediye zorluyor. İki ile çarpıp, bir şeylerle toplayarak alacakları gıdaya bölüyorlar. Buna rağmen ortada müthiş bir mesai saati kalıyor. Ve bu patrona neyi çağrıştırıyorsa bize de onu hatırlatıyor. Mesai zenginiydik. Avuçlarımızda biriken de oydu nasırlar boyu.
Herhangi bir kentsoyluyu ya da ona benzer bir şeyi, belki de daha da zenginini soymadan pekâlâ geçinebileceğimiz ortaya çıkıyor. Sonra Afrika kıtasında gıda yetersizliğinden kaynaklı ölümleri, Latin Amerika'nın madencileri ve Kürdistan'ın yoksul semtleri aklıma gelince hepsine çare olacağımız ihtimali beliriyor. Fakat bu sadece bir belirti, asla eyleme geçmiyor. Bilmem nedendir "aslında ortadadır" bizim sınıfa özgü çaresizliğimiz.
Bir süre sonra biriken mesai saatleriyle oyalanmaktan vazgeçip billboardlarda kentin belediyesinin borcuna takıldı gözlerim. Kayyım, tamı tamına iki milyar dört yüz otuz sekiz milyon lira borç ve bomboş bir belediye binası bırakmıştı. Ardından tek bir toz bırakmadan, belediyenin ne kadar malı, mülkü, taşınırı, taşınmazı varsa bir akşam belediye binasına yanaşmış olabileceği hayal edilen -hayal diyorum çünkü belediye binaları boşaltılırken kimse olaya şahit olamamıştı- araçlarla taşıtmıştı. Kırgın bir sevgilinin ardından bırakacağı mektup olabileceği ihtimali üzerine belediye binasında arama yapılmış -zararın sebeplerini anlamak maksadıyla- fakat tek bir kâğıt parçası dahi bulunamamıştı.
Kayyımın yarım bırakmayı istemediği belediye malına olan aşkını elbette kabul edecek değiliz. Üstelik konunun aşkla da ilgisi yoktu. Hele de sevgili uğruna ziyan olmaya kendini adayan muhafazakâr kolun ağaları, nedense aşkından bir kilogram bile vermedikleri gibi yedikleri fıstıklı kadayıfların üç beş kilogram canlı ağırlıklarını artırdıkları söylemek hiç de abartı değildir.
Vuslatın aşkı yozlaştırdığını söylemek hata sayılmaz! Yoksa bizim âşıklar altın varaklı banyolara ne hacet duysunlar ki? Suyla bu kadar haşır neşir olmalarının tabii ki bir açıklaması vardır ve trilyonları yok edip ardından kocaman borçlar bırakmalarının da… Elbette bunlar oyalanmak ile açıklanabilirdi, tıpkı bir önceki dönem kayyımın bir ton altı yüz kilogram tatlı yemesi de.
Hatta emekliden istedikleri de bu değil miydi?
Öyle görülüyor ki yoksullukla belli bir süre iç içe olacak ve bu hayatta oyalanıp duracaktık. Çünkü hâlâ insan onuruna yaraşır ne bir maaş, ne de iş saati benimsenmiş. Bu yüzden açlık ve yoksullukla beton direği balyozla parçalamayı bırakıp Van’daki başarıya dönüp bakmamız gerek.
Van’da yükselmiş olan kayyım protestolarından çıkaracağımız dersler olduğu gibi, örgütlü bir topluluğun emeğin mücadelesinde söyleyeceklerinden öğreneceğimiz çok şey var. Çünkü bizleri birleştiren haksızlığa olan tavır, örgütlenerek hareket edince başarıya ulaştığı açık!
Fotoğraf: Samuel Austin